@halitziyausakligil
|
Sıcak bir ağustos günüydü. On beş günden beri Mlle de Courton dersleri tatil etmişti. Sabahları bahçede uzun mücaleseler yapılıyor, bunlara ara sıra Adnan Bey’le, Behlül bile iştirak ediyorlardı. Bu sabah kameriyede büyük meşguliyet vardı. Behlül nihayet Beşir’in kırmızı fesiyle mavi püskülünü getirmişti; fakat Beşir’e, biraz büyükçe kafasının mutattan ziyade uzayan kıvırcık saçlarıyla, fes küçük geliyordu. Saçları makinenin sıfır derecesiyle kırkmaya karar vermişlerdi, Beşir iki günden beri makineyi saklayarak bu vazifeyi başka kimseye bırakmak istemeyen Bülent’ten bucak bucak kaçıyordu, Bülent’te o kadar arzu vardı ki nihayet Nihal tavassuta lüzum görmüştü: “Neden korkuyorsun, Beşir? Bir tarafını kesmez ki…” demişti. Nihal’in bu sözü Beşir’in bütün korkularını birden söndürmüştü; şimdi orada, yere diz çökmüş, başını Bülent’e teslim etmişti. Bülent kahkahadan işleyemiyordu ki.. Beşir gıcıklanarak kıvrandıkça, “Aman, küçük bey!..” ricalarıyla ensesini kıstıkça Bülent’in gülmekten parmakları gevşiyor, diğer eliyle karnına basarak kırılıyordu. Ötede dalgın gözlerle, dudaklarında müphem bir tebessümün gölgesi uçarak, Mlle de Courton Beşir’e bakıyor; kendisine: “Oh! Fransızlar fena bir asır geçiriyor, Matmazel! Sizi temin ederim ki Fransa’yı terk etmekte isabet ettiniz. Damarlarında biraz asalet kanı cevelan edenlerin bu pisliklere kayıtsız kalabilmesine imkân yok,” kabilinden sanki ismet hislerinin isyanına tercüman olan nakaratlar terdif ederek Paris’in son ceridelerinden bütün mülevves tafsilatıyla hikâye olunan bir rezalet vakasını nakleden Behlül’ü galiba dinlememek için Beşir’e bakıyordu. Behlül’ün başlıca zevklerinden biriydi: Bütün okuduğu açık hikâyeleri, gördüğü çapkın mudhikeleri türlü ahlak mütalaalarına terdif ederek ihtiyar asilzade kıza nakleder, onun azabından, sarı çehresini tabaka tabaka istila eden iffet humretinden eğlenirdi. Kameriyenin kenarında, sedirin üstünde Nihal, Cemile’ye yeni öğrenilmiş bir el işi göstermeye çalışıyordu. Nihal’in tabiatıydı: Doğrudan doğruya öğrenmeye sabrının kifayet edemeyeceği şeyleri Cemile’ye öğretmeye çalışarak öğrenmiş olurdu. Bu, gayet ince, muhtelif renkte kurdelelerin nohut kadar boncuklarla tutturulmasından müteşekkil bir örgüydü ki Mlle de Courton son gelen kadın işi risalelerinden birinde bulmuştu. Bu örgüden bir sigara iskemlesi için örtü yapılacaktı; Nihal bir yandan yapmaya çalışıyor, bir yandan Cemile’ye ders veriyordu: “Şimdi,” diyordu; “sarı ve kırmızıyı ekledik, boncuğu geçirmeli, sonra bunun yanına mavi ile yeşil koruz...” Sonra karşıdan Mlle de Courton’a hitap ediyordu: “Değil mi, Matmazel? Sarı ile kırmızıdan sonra mavi ile yeşil?.. Oh! Hiç de iyi olmuyor, ben usanmaya başladım bile; şu sırayı bitirdikten sonra Cemile’ye vereceğim.” Mlle de Courton renklerin imtizacına bakmak için fakat asıl Behlül’den kaçarak onların yanına gelmiş, Behlül nihayet Beşir’in saçlarını eğri büğrü kestikten sonra şimdi bitirmeye üşenen Bülent’e koşarak elinden makineyi almıştı. Cemile kendisine verilecek olan bu yeni işe heveslenerek tostoparlak çehresini uzatmış, ihtiyar mürebbiyenin Nihal’e tariflerini dinliyordu. Bahçenin üstünde ağustosun sıcak gecesinden sonra henüz dağılmaya vakit bulamayan bir sis uçuyor; kameriyenin hanımellerinden, sarı güllerinden, yaseminlerinden bahçede karanfillerden, şebboylardan ağır bir koku üstüne çöken bu sis arasında nefes alamayarak güya bunalmış, yüzüyordu. Bu sabah Nihal’le beraber bahçe seyranına çıkan Fındık –sarı kedi– ötede muhteriz pençesini uzatarak bu kıvırcık siyah şeylerin mahiyetini anlamak isteyen temaslarla Beşir’in yere dökülmüş saçlarına dokunuyor, kameriyenin çardağında, çiçek kokularından mest olmuş bir arı mütemadi bir vızıltıyla dönüyor, ta bahçenin bir köşesinde kelebeklerden korkan bir çift serçe oradan oraya sıçrıyordu. Bahçenin üzerinde derin bir saadet sükûnu kanatlarını germiş bir hayat köşesini bir ârâmiş havası içinde uyutuyor gibiydi. O günden beri yalıda büyük vakaya unutulmuş denebilirdi. Hiç kimse bundan bahsetmiyordu. Şakire Hanım’ın o günden sonra başlayan baş ağrısına bile fasıla gelmiş, alnını sıkan yemeni çıkmıştı. Yalnız bir gün yukarıda yatak odalarında bir tebeddül olacağından bahsedilmiş, Nihal’den yatak odalarıyla dershanelerinin birleştirilecek dördüncü odanın serbest kalmasına muvafakati istihsal edilmişti. Nihal, yalnız başını eğerek rıza göstermişti; sonra bu da unutuldu, ne o ve ne etrafındakiler buna dair artık bir şey söylememişlerdi. Nihal tatlı bir rüya içinde gibiydi. Artık hiçbir şey olmayacak vehmiyle hiçbir şey düşünmüyordu. Babasına her vakitten ziyade sokuluyor, onu her vakitten ziyade kendisine hasretmek istiyordu. Nihayet bir gün yalının içinde büyük bir telaş olmuş, rıhtıma bir mavna yanaşmıştı. Gürültüler vardı, mavnadan bir şeyler çıkıyordu. Nihal pencereden koşmuş, bakmış: Bir yatak odası takımı!.. Bu, isfendan ağacından güzel bir takımdı. Nihal birden anladı. Odalarda yapılacak tebeddülün sebebi asıl bu yatak takımının karşısında vuzuh kesbetti. Daha ziyade görmek istemeyerek bahçeye kaçtı. İki günden beri takım yukarıda sofada duruyordu. Adnan Bey, Nihal’in bir şey sormasına muntazırdı, iki günden beri Nihal sofayı dolduran bu kalabalığın önünden sanki görmeyerek geçiyordu. Bugün Mlle de Courton: “Hayır, hayır, mavi ile yeşil hiç imtizaç etmiyor, başka bir şey bulmalı...” derken Nihal birdenbire sordu: “Matmazel! Ne için odaları boşaltmadılar?” İhtiyar kız başını kaldırarak baktı. Bu sual o kadar beklenmiyordu ki hemen cevap veremedi. “Bugün boşaltsak nasıl olur?” Mlle de Courton biraz tereddütle cevap verdi: “Evet, fakat sonra işçiler gelecek, perde değişecek, oda...” İkmal etmedi: “Oda boyanacak...” diyecekti. “... Birçok iş var, bu gürültünün içinde kalacağımıza... Bu sene de Ada’ya hiç gitmemiştik, değil mi Nihal? Halana gitsek bir iki hafta misafir kalsak...” Mlle de Courton bu fikri icat etmişti, ikide birde onu öne sürüyor, Nihal’i annesinin vefatından kaçırdığı gibi bu yeni annenin gelmesinden de kaçırmak istiyordu. Nihal hep dudaklarını burarak muhalefet gösterirdi, buradan uzaklaşacak olursa bir şey olacağından ve o şeyin babasını büsbütün elinden alacağından korkuyordu. Bir gün, tereddüt etmeden muvafakat cevabı verdi: “Bülent’le Beşir de beraber, değil mi? Öyleyse, bugün, hemen şimdi gideriz. Yalnız ders odasını boşaltırken bekleriz, ondan sonra... Ondan sonra ne yaparlarsa yapsınlar.” Odaların boşalacağına, Ada’ya gidileceğine vâkıf olur olmaz son ameliyatta muvaffakıyetini görerek tekrar berberliğe hevesi tazelenmeye başlayan Bülent birden Beşir’i unuttu. Elinde Beşir’in kırmızı yeni fesini mavi püskülünden tutup savurarak bağırıyordu: “Göç var! Göç var!.. Ada’ya gidiyoruz, merkeplere bineceğiz!..” –sonra ablasına koşuyor, ona sarılarak yalvarıyordu– “Merkeplere bineceğiz, değil mi, abla? Ben artık düşmem. O vakit küçüktüm, şimdi büyüdüm...” Bacaklarının üstünde dimdik durarak büyük görünmeye çalışıyordu. Hep beraber koştular, Bülent neşesinin kasırgasıyla onların hepsini yalıya sürüklemişti. Adnan Bey’e haber verdiler: “Oda boşalıyor, çocuklar Ada’ya, büyük halalarına gidiyorlar,” denildi. Mlle de Courton bunu söylerken Adnan Bey’le gözleri, başka bir lisanla fikirlerini takrir ediyor gibiydi. Adnan Bey yavaşça, sakit, yüzüne bakan Nihal’i çekti; galiba onu, teşekkür etmek için, öpecekti. Öpmedi, Nihal’de öyle bir şey vardı ki şu dakikada, odanın boşalacağı, Ada’ya gidilerek burasının serbest bırakılacağı için öpülmekten firar ediyordu. Bülent bu göç etmek fikrinden çıldırıyordu: Şayeste, Nesrin, Beşir, evvela soğuk ve mahkûm bir itaatle başlayan bu hizmetçiler, çocuğun şetareti sirayetinden kurtulamıyorlardı. Piyanoyu dışarıda sofaya sürüklerlerken Bülent muşamba perdenin kaytanını piyanonun halkasına takarak, akıntıda yedek çekenlere mahsus bir vaziyetle asılıyor, olanca sesiyle “Varda, kimse olmasın, Matmazel’in eski potinlerini çekiniz, hepinizi çiğneriz...” diye bağırıyor, kahkahadan sinirleri gevşeyerek artık çekemeyen Nesrin: “Aman, paşam, güldürme de işimizi bitirelim,” diyor, fırsattan istifade ederek soluyan Şayeste, Nesrin’e çıkışarak: “Çılgın kız! Gülecek ne var? Gülünecek zamanı buldun ya...” itabıyla bir mana kastediyordu. Bülent ter içindeydi, Şayeste bir iskemleyi, Nesrin yazıhanenin gözlerini yüklenerek yürürlerken, o Beşir’in sürükleye sürükleye götürdüğü perdenin bir ucundan yapışarak “Yol verin, hamallar geçecek, bir tarafınıza çarpmasın,” nidalarıyla koşuyordu. Bülent’in bu gürültüleri arasında Nihal birden sıkıldı, Mlle de Courton’a: “Gidelim... Gidelim artık buradan!..” dedi. Buradan, bu evden kendisine hıyanet eden birisinden firar edercesine uzaklaşmak istiyordu.
***
On beş günden beri Ada’daydılar. Burada her şey unutulmuş gibiydi; fakat Mlle de Courton Nihal’de gizli bir hissin yavaş yavaş tırnaklarıyla içini kazıdığını, çocuğun bahsetmek istemeksizin bir şeye muntazır olduğunu her vakitten ziyade artan duramamazlığından anlıyordu. Bugün yine Bülent’in ibramına dayanamayarak sabahleyin bir merkep seyranı yapıyorlardı, Ada’yı büyük bir halka içinde sıkan yolu dolaşacaklardı. Merkebe binmekten teneffür eden Mlle de Courton ile Nihal, hala hanımın tek atlı, iki tekerlekli arabasındaydılar; Bülent’le Beşir onlara yetişebilmek için çığlıklarla merkeplere biraz daha sürat vermeye çalışıyorlardı. Beşir’in kırmızı fesiyle çehresinin üstünde şimdi tozdan beyaz bir bulut vardı, Bülent’in fesinden taşan ince kumral saçları terden alnına, şakaklarına yapışıyordu, tombul yanakları al al yanıyordu. Merkep süvarilerini pek geride bırakmamak için arabayı yavaş yavaş idare ediyorlar, arkalarında Bülent’le Beşir’in seslerini, merkeplerinin mini mini ayak gürültülerini işitiyorlardı. Ara sıra Beşir arkada kalıyor, recüliyetini kaybetmiş Habeşlere mahsus ince ve rakik sesiyle: “Beyim, çok koşuyorsun; düşeceksin, beni bekle!..” diye bağırıyor, o zaman Bülent ablasına sesleniyordu: “Durunuz, bir parça dursanıza, işte benimkini zapt edemiyorum.” Mlle de Courton Nihal’in elinden terbiyeleri kaparak, tek tük geçenlere yol bırakmak için kenara çekerek arabayı durduruyordu. Yine böyle durmuşlar, ta arkada, uzakta küçük bir arızaya uğrayan merkep süvarilerini bekliyorlardı: Galiba Bülent’in kamçısı düşmüştü, Beşir inerek onu arıyordu. Ada’nın üstünde sıcak bir gün hazırlanıyor; etrafta, ufkun müphem maviliklerinde bati bir sis uçuyordu. Uzakta İstanbul, minareleriyle, camilerinin kubbeleriyle, tepelerinin yeşil ağaç kümeleriyle köpükten bir deniz içinde titriyor gibiydi. Sabahtan beri aralarında nadir kelimeler teati olunmuştu. Nihal başını çevirmiş, Beşir’in şimdi boş kalarak yavaş yavaş ilerleyen merkebine bakıyordu. Birden, on beş günden beri birinci defa olarak Mlle de Courton’a sordu: “Ne vakit gideceğiz?” “Ne vakit isterseniz, çocuğum!” Nihal, ihtiyar kızın yüzüne baktı, ilk önce hayretini zapt edemedi: “Ah!..” Sonra biraz durarak ilave etti: “Demek artık bitti mi?” Nihal hayatı mahdut bir daire içinde geçen, hayattan ancak babasıyla mürebbiyesinin, kitaplarıyla dadılarının söyledikleri kadar malumat alan, bilgiç refikalara malik olmayan alelumum on iki yaşında çocuklardan fazla bir şey bilmezdi. Hayata dair bildikleri bütün tesadüfle işitilmiş, sokakta arabayla geçerken görülmüş şeylerden küçük muhakemesinin müşevveş istintaçlarına münhasır kalmıştı. Eve bir kadın geleceğine vukuf hâsıl eder etmez bunun esas mahiyetini düşünemeksizin sırf hissi, sırf asabi bir eza duymuştu; bu meselede muhakemesinin hiçbir tesiri yoktu. Bu his en doğru olarak kıskançlık tabiriyle kabil-i icmaldi: O gelecek kadından her şeyi, hele babasını, Bülent’i, daha sonra Beşir’i, bütün ev halkını, evi, eşyayı, hatta kendisini kıskanıyordu; bu sevilmiş şeylerin içine girmekle o kadın bunları çalacak, elinden alacak; evet, nasıl, pek iyi tahlil edemiyor, vuzuhla düşünemiyor, fakat ruhu hissediyordu ki o geldikten sonra kendisi şimdiye kadar sevdiklerini artık sevemeyecekti. Bu söz çıktıktan sonra yanında fazla lakırdı etmemek için ev halkı kendisinden kaçıyor; o Şakire Hanım’ın odasına girerken önüne diz çökmüş bir şeyler anlatan Şayeste birdenbire susuyor, Nesrin ikide birde göğüs geçirerek “Of!” diyor; bütün bu etrafındakilerden bir gizli mana intişar ediyordu. Demek bir şey olacaktı ki o anlayamıyordu; hatta Cemile’nin bile yuvarlak çehresinde parlayan gözleri bu küçük kızın Nihal’den ziyade malumatı olduğuna delalet ediyordu. Evvela galebe çalınamaz bir tecessüs hissiyle Mlle de Courton’un ibramına rağmen Ada’ya gelmemek için inat etmişti. Orada hazır bulunmak, müdekkik bir müverrih ihtimamıyla bütün vakanın tafsilatına müteyakkız bir şahit sıfatıyla kalmak istemişti. Kimseden bir şey sormuyordu, o vakaya dair bir kelime söylemiyordu; yalnız anlamak, görmek istiyordu. Sonra, odalarının dağılacağına, o güzel isfendan takımın oraya konulacağına vâkıf olunca artık daha ziyade durmaya kuvvet bulamamış, vakanın henüz şu ilk sadmesinde mağlup olarak kaçmak istemişti. İşte on beş günden beri, güya uzakta ölen kıymettar bir hastanın ihtizari ezasını duyarak fakat bir kelime söylerse neticeyi tacil etmiş olacağından korkarak, hep onu düşünüyordu. Ada’ya gelmek için muvafakat ettiğine pişmandı. Daha ziyade, nihayetine kadar durmalıydı. Kalbinde öyle bir korku vardı ki avdetlerinde yalı, babası, her şey kaybolmuş, bir rüzgâr onları savurmuş olacak zannettiriyordu. O, orada kalsaydı bu rüzgâr esmeyecek, bu rüzgâr hiçbir şey yapamayacaktı. Daha sonra babasına sarih olamayan bir kini vardı. Her vakit onlar Ada’ya geldikçe o da ikide birde gelir, günlerce beraber kalırdı; bu defa hiç, hiç uğramamış, hatta merak ederek bir adam bile göndermemişti. Son günlerde Mlle de Courton’a babasından asla bahsetmedi.
***
Adnan Bey çocukların avdetini mümkün mertebe tehir etmek istiyor, Bihter bilakis her gün onlardan bahsederek: “Artık getirtseniz! Bilseniz onları görmek için ne büyük hevesim var!” diyordu. Çocuklarla ilk mülakattan Bihter de korkuyordu, onlarla bütün müşterek hayatta münasebet tarzının bu ilk mülakatla hâsıl olacak tesire tebaiyet edeceğine zahipti. Bugün Adnan Bey izdivacından sonra birinci defa olarak İstanbul’a inmek üzere Bihter’den, saçlarının üstüne kondurulmuş bir buseyle ayrılıyordu. Genç kadın yalvaran bir sesle: “Bugün artık haber gönderirsiniz, değil mi?” diyordu. Birden merdivenin aşağısında bir gürültüyle taze, şakrak bir kahkaha işittiler. Adnan Bey durarak: “İşte onlar! Bülent’in kahkahası... Artık sabahtan akşama kadar Bülent’in bu kahkahasını her gün dinleyeceksiniz,” dedi. Şimdi Bülent koşarak merdiveni çıkmış, arkasından takip edenlerden –Şayeste ile Nesrin’den– kurtulmuştu. Doğru babasına atıldı, mini mini kollarıyla sarıldı, dudakları babasının ancak yeleğine yetişebiliyordu; bu küçük küçük lacivert çiçeklerle beneklenmiş beyaz pikeyi on beş günlük iştiyakının feveranıyla öptü, öptü; sonra birden durarak, karşısında, bir tebessümle intizar eden kadına bakarak gözlerini babasının yüzüne dikti. Ondan bir cevap, bu kadına ne yapmak lazım geleceğine dair bir emir bekliyordu. Adnan Bey sadece: “Annen, Bülent, onu da öpmez misin?” dedi. O zaman Bülent, belki biraz da çocukların şık, genç, güzel kadınlara sokulmak için duydukları arzuya tebaiyetle gülerek ilerledi ve iki ellerini Bihter’in uzanan ellerine teslim ederek, yine bu güzel annenin latif bir buse hevesiyle uzanan dudaklarına dudaklarını uzatarak, öpüştü. Nihal’le Mlle de Courton bu sırada sofanın son merdivenini çıkıyorlardı. Adnan Bey, kendisine kuvvet vermek için ilk önce mürebbiyeden başladı: “Bonjour matmazel! Nihayet ihtiyar haladan sıkıldınız, galiba... Nihal, beni öpmüyor musun?” Nihal, hâlâ Bihter’in yanında, onun bir sualine gülerek cevap veren Bülent’e bakıyordu, kalbinde bir şey yırtılarak gözlerini oradan ayırdı, babasına ilerledi; küçük, ince elini uzattı. Adnan Bey, bu eli tuttu, güya kızından bir af isteyerek onu sıkıyordu, çekti, çekti, baba kız evvela kısa bir buseyle öpüştüler, sonra bilinemez neden, birden doğan bir hisle, Nihal tekrar sivri çehresini babasına uzattı, o her vakit öptüğü yerden, çenesinin altından kılsız yerden, uzun bir buse aradı. Şimdi Bihter kendisine ilerliyordu. Adnan Bey, Mlle de Courton’u göstererek takdim etti: “Mlle de Courton...” İhtiyar kızla genç kadın selamlaştılar. Bihter, ilerlemekte devam etti ve tatlı, birden ilk münasebetlerin serinliğini latif bir muhabbet havasıyla ısındıran tebessümüyle, bir elini Nihal’in omuzuna koydu, diğer eliyle elini tuttu ve çocuğun nahif vücudunu çekti. Ondan latif bir menekşe rayihası intişar ederek Nihal’i taze bir bahar havasında sarıyordu, çocuğun başı Bihter’in sinesine dayanmış oldu. Demek, o kadar korkulan şey, onun biçare ruhunu müthiş bir afetin kâbusları içinde ezen şey bu genç, güzel, mütebessim kadın, bu bir demet menekşe kadar havasında taze bir bahar nefesi uçan vücuttan ibaretti, öyle mi?.. Bu rayiha Nihal’in ruhunu güya tebahhur ettirerek massediyor gibiydi. Gözlerini kaldırarak, başı hep orada, Bihter’e baktı, o da gülüyordu. Artık Bihter’in o tebessümünün altında bütün ruhunun teslimiyeti bir tebessümün gülleri içinde açılıyor gibiydi. O zaman Bihter, heceleri biraz çekerek terennüm eden sesiyle dedi ki: “Beni seveceksiniz, değil mi? Zaten beni sevmemek mümkün olmayacak... Ben sizi o kadar seveceğim, seveceğim ki nihayet siz de beni seveceksiniz.” Nihal, cevap olarak ince dudaklarını uzattı, Bihter başını eğdi, yekdiğerine düşman olmak lazım gelen bu iki vücut bir dakika içinde doğan bir muhabbetle öpüştüler, dost oldular. Evet, birbirinin hemen dostu olmuşlardı. Nihal, korkunç bir rüyadan çıkmış gibiydi. Artık elbiselerini değiştirmek ve soyunmak için yukarıya çıkarken Mlle de Courton’a sokularak dedi ki: “Ne güzel, değil mi Matmazel? Ben zannediyordum ki...” Bülent’in elinde çam dallarından yapılmış, büyük ihtimamla Ada’dan buraya kadar getirilmiş bir çelenk vardı; onu kütüphanenin üstüne asacaktı. Mürebbiye ile ablasının önünden koştu. Dershaneye gidiyor, her şeyden evvel bu mühim işi bitirmek istiyordu. Kapıyı eliyle itti, sonra birden, uzun bir hayret nidasıyla bağırdı: “Aa!..” Odaların değiştiğini hep unutmuşlardı. O zaman zapt olunamayan bir tecessüsle Bülent’in arkasından gittiler. Bülent odanın ortasında, burasının bir vakitler duvarları kurşun kalemiyle yapılmış gemi resimleri dolu o mümkün değil intizam altına alınamayan ders odası olabileceğine inanamayan gözlerle, bir hareket etmeksizin, elinde duran çam dallarından çelengi bu zarif yatak odasının neresine talik etmek lazım geleceğini düşünüyormuşçasına duruyordu. Nihal’le mürebbiye yavaşça girdiler. Mlle de Courton: “Odamıza gidelim, buraya girmemek icap ederdi…” diyor, fakat görmek hevesiyle o da gecikiyordu. Nihal etrafına bakındı: Evvela pencereleri gördü. Gayet açık, beyaz bir bulut altında saklanmış zannolunacak kadar donuk mavi atlastan yer yer boğularak kaldırılmış yarım perdelerin arasından beyaz tüller dökülüyor, Kula’nın Garp zevkinin tesiriyle son zamanlarda vücuda getirdiği solgun halılardan birinin üzerinde küçük küçük kümeler yapıyordu. Tamamıyla açılmış pancurlardan dalgalanarak giren ziyayla bu perdeler mavi bir kayalıktan dökülen, döküldükçe köpüren beyaz bir şelaleye benziyordu. Yine öyle açık maviyle boyanmış duvarlar, o renkte atlasla gerilerek etrafına ince sarı kornişler çekilmiş tavan, ortasından sarkan eski mabetlere mahsus fanuslar taklidi mülevven muhtelif camlarla yapılmış bir büyük kandil; köşede, tam vaktiyle Nihal’in piyanosunun yerinde yatak, tavanda azim bir sarı halkadan dolaşarak dökülen atlas ve tül karışık bir cibinlik; karşıda, iki pencerenin arasında, tuvalet takımı; yanda kapısı unutularak açık bırakılmış aynalı dolap, uzun bir sedir, yine açık mavi kalpakla bir uzun yer lambası, ufak bir geridon, mini mini bir şamdanla birkaç kitap, ta aynalı dolabın karşısında babasının kara kalemle yapılmış tabii cesamette bir resmi... İşte Nihal’in ilk bakışta gördüğü şeyler. Bülent hepsinden ziyade cesaretle davranarak ilerlemiş, tuvalet masasının üstüne, o bin türlü ufak tefeklere, biraz eğilerek, güya içinden birisinin başı çıkıverecekmiş gibi korkarak, aynalı dolaba bakıyor, her gördüğü şeye bir hayret kelimesi terdif ediyordu. Mlle de Courton, Nihal’i çekip götürmek istedi. Nihal birden aklına gelen bir fikirle ilerledi. Dehlizden değil, odanın aralık kapısından geçmek istiyordu; eliyle aralık kapının tül perdesini iterek yol açtı: “Oh! Matmazel, bakınız!” dedi. “Sizin oda buradan kaçmış...” Mlle de Courton, biraz tutuk, cevap verdi: “Evet, çocuğum, size haber vermemişler miydi? Ben ta oraya, birinci odaya, beyin eski odasına gidiyorum. Fakat bu ziyaretlerle vakit kaybediyoruz. Hâlâ üstünüzü değiştireceksiniz...” Nihal sapsarıydı. Hiçbir cevap vermedi. Bülent şimdi kanepenin üstünde unutulmuş, beyaz kurdelelerle ipek bir kumaştan hafif bir omuz atkısını alarak sırtına koyuyor, küçücük boyuyla kırıştırarak, yumuk gözlerini süzerek çalkana çalkana odanın içinde dolaşıyordu. Mlle de Courton nihayet ciddiyete lüzum gördü. Bülent’in arkasından atkıyı çekerek: “Küçük yaramaz!” dedi. “Size bin kere söyleniyor ki başkalarının şeylerine dokunmak ayıptır.” Bülent gülerek cevap verdi: “Evet, hakkınız var, Matmazel! Kıraat kitabımda bile bu söz var, değil mi?” Nihal ilerlemişti. Kendi odalarına îsal eden aralık kapısının topuzunu çevirdi, kapı açılmadı. Bir kelime söylemeksizin döndü. Hep beraber, mürebbiye Bülent’in elinden çekerek, dehlize çıktılar. Nihal kendi odalarının kapısını itti, bir adım attı. Bu defa Nihal ufak bir hayret sayhasını zapt edemedi. Bülent, arkasından, kasırgalı telaşıyla atıldı. “Bu ne?” dedi. “Aman, abla! Bu bizim odamız mı? Bu ne güzellik!.. Bu ne süs!.. Bu karyolaların cibinlikleri yeni mi yapılmış? Kütüphanenin kırık camı değişmiş, boyanmış... Bakınız, yazıhanede bir şeyler olmuş... Benim oymalarımı bütün çıkarmışlar. Ya perdeler... Oh! Bizim de şimdi ipekli ve tüllü perdelerimiz var.” –birden Bülent’in gözlerini yeni boyanmış duvarın üstünde iğneyle tutuşturulmuş iri yazılarla bir kâğıt cezbetti– “A, Matmazel, bu ne?..” Nihal, odasının büsbütün değişmiş manzarasının karşısında, bir dakika evvel dudaklarında irtisam eden endişe hattını kaybederek, gülümsüyor, demir karyolasının kubbesinden mavi kurdelelerle boğula boğula inen beyaz cibinliğe bakıyordu. Bülent’in gösterdiği levhayı okudu: Duvarlara gemi resimleriyle insan başları yapmak memnudur. Bülent: “Ağabeyimin işi!” diyordu. “Demek deve resimleri yapabileceğim, öyle mi abla?” Mlle de Courton diyordu ki: “Bundan sonra Bülent’e kurşun kalemi vermek bitti. Artık odayı temiz tutmak lazım geliyor. Bütün lüzumsuz oyuncakları da atarız. Bülent şimdi evin içinde intizam seven bir küçük efendi olacak. Bu akşam bu güzel oda için beye teşekkür etmek de hatırımızdan çıkmayacak, değil mi Nihal?..” Nihal cevap vermedi. |
0% |