Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm

@halitziyausakligil

Mlle de Courton diyor ki:

“Lüzumundan fazla inat ediyorsunuz, Nihal! İşte tam bir saat oluyor ki Cerni’nin hep o temrinine çalışıyorsunuz. Bu merak da yeni başladı. Altı senede bir kere fasılasız bir saat çalıştığınızı görmemiştim. Sizi bu kadar yorulmaktan menediyorum, anlıyor musunuz?”

Nihal birden yuvarlak iskemlesinin üzerinde döndü:

“Tuhafsınız, Matmazel!” dedi. “Bana her vakit piyanonun çalışmadan öğrenilmeyeceğini söylerdiniz. Tam ben çalışmaya heves duyarken şimdi de bu kaide çıktı.”

Ada’dan avdet edeliden beri Nihal mutadının hilafına olarak mürebbiyesine karşı ara sıra böyle asabının serbest bir hamlesiyle cevap vermeye başlamıştı. İhtiyar kız bu cevaplara yalnız serzenişle dolu bir nazarla mukabele ederdi. Bugün dedi ki:

“Nihal, rica ederim, biraz muhakeme edelim. Maksat piyanoya çalışmak değil mi? Aynı temrini bir saat durmadan çalmak beyhude yorulmaktan başka bir şey değildir...”

Nihal atıldı:

“İşte yine tenakuz... Bana daima parmakların başka suretle çeviklik kesbedemeyeceğinden yine siz bahsederdiniz.”

İhtiyar kız küskün tavrıyla:

“Bana itaat etmemek için bu kadar ısrar edeceğinizi bilseydim ihtara hiç lüzum görmezdim,” dedi.

Nihal sustu. Önüne bakıyordu, sonra gözlerinin eğri bir nigâhıyla mürebbiyesine baktı, dedi ki:

“Matmazel! Beni artık sevmiyor musunuz?.. İşte bakınız, cevap vermiyorsunuz...” –iskemlesinden kalktı, Mlle de Courton’un yanına, kanepenin üzerine oturdu– “Matmazel! Ne vakit derslerimize başlıyoruz? Artık sıcak havalar bitmedi mi? İşsizlikten ne kadar sıkılıyorum, biliyor musunuz? Şimdi istiyorum ki sabahtan akşama kadar odamızda okuyalım, okuyalım. Okumak hiç bitmesin.”

 

***

 

Nihal’de şimdi evin içinde bir uzak durmak, tenha köşeler aramak, kendisini saatlerce odasından çıkarmayacak işler bulmak merakı başlamıştı. Bu merak babasının evde bulunduğu zamanlar hükmünü icra ederdi. O gittikten sonra Nihal eski kıpırdak çocuk olur, evin içinde gezer, hususiyle Bihter’in yanından ayrılmazdı. Garip bir his hadisesiyle bu izdivacın bütün kini babasına inhisar etmiş, asıl Bihter’le onun arasına bir soğukluk koymamıştı. O günden beri babasından kaçıyor, güya biçare ruhu kendisini aldatan bu kalbin hıyanetinden intikamını ondan uzak kalmakta arıyordu.

Artık sabahları babasının odasına giderek onu yatağından kaldırmıyordu. Bu sabah mülatafaları tamamıyla bitmişti. O zamanlar Nihal, henüz Bülent yatağında uyurken, uyanır, çıplak ayaklarına terliklerini takarak yavaşça babasının odasına girer, ekseriyet üzere onu yatağında bulurdu. O, kalkmakta iltizam ederek nazlandıkça Nihal muziplikler icat ederdi.

Henüz çocuktu: Babasının kasr-ı basarını bir türlü anlamayarak ve gözlük istimalinin lüzumu mahiyetine bir türlü akıl erdiremeyerek bir gün yine o, yatakta gecikirken: “Sabah oldu, bakınız güneşe... Yoksa görmüyor musunuz? Gözlüğünüzü getireyim mi?” demişti. O gün bunu ciddiyetle söylemişti. Sonra bu hemen her gün tekerrür eden bir latife olmuştu. Nihal ikide birde gözlüğü alır, babasının gözüne tutar, “Bakınız, şimdi güneşi görüyor musunuz?” der, Adnan Bey bu latifeden asla usanmayan bir kahkahayla yatağından atlardı. O zaman Nihal için ufak tefek hizmetler başlardı: Babasının havlusunu tutar, diş macununun kapağını açar, leylak suyu şişesinin topuzunu sıkarak Adnan Bey’in beyazlıkları kumrallıkları içinde kaybolan saçlarına muattar bir yağmur serperdi. Bütün bu şeyler bitmez tükenmez latifeler, kahkahalar içinde yapılırdı. Başlıca oyunlarından biriydi: Nihal’in bu sabah hizmetlerine mahsus bir halayık ismi vardı: Pervin!.. O zaman Nihal dudaklarını büzer, gülmemeye çalışır, başını biraz ciddice tutar, küçük bir Pervin olur, Pervin sıfatıyla koşar, Pervin sıfatıyla hizmet eder; sonra birden, bir kahkahanın tarrakasıyla Pervin’in içinden Nihal’in neşve saçan siması çıkar, ince kollarıyla boynuna sarılır, güya büsbütün Pervin kalıvermekten korkarak bir buseyle kendisini bulmakta acele ederdi. Arada bir Pervin’e darılır, çehresini çatarak hiddetle çıkışırdı: “Pervin! Kız ben sana söylemedim mi? Ne için bu sabun kâsesini yıkamadın? Şimdi ben sana ne yapayım? Söyle bakayım: Kulaklarını mı çekeyim? Dudaklarını mı koparayım?..” Adnan Bey bu hiddet oyununu o kadar güzel yapardı ki Nihal, mebhut, adeta korkarak dinlerken, birden şaşırır, işin oyunluğunu unutur, muhayyel Pervin için bir merhamet mi duyar yoksa velev bir oyun arasında velev bir latife içinde kulaklarının çekilip dudaklarının koparılmasına rakik ruhu tahammül mü edemez, ne olur; birden babasına sokularak oyunun ciddiyetini bozmak için kesik kesik gülerdi. Bir gün hem böyle gülmüş hem ağlamıştı.

Şimdi, şimdi bu latifelerin arasında, nasıl olmuş bilinemez, kilitlendikten sonra anahtarı kaybolan bir kapı vardı. Bu kapı... O, aralarında soğuk bir mezar taşı şeklinde dikiliyordu. İhtimal bu izdivacı tamamıyla affedecekti, eğer babasıyla arasına böyle bir duvar çekilmemiş olsaydı.

Onun izdivaç hakkında müphem fikirleri vardı. Muhakemesinde karı kocanın yekdiğerine “Bey!” “Hanım!” diyen bir kadınla bir erkek olmasından fazla malumat o kadar müşevveş bulutlar arasında kaybolurdu ki istidlalleri takibe imkân bulamazdı. Onun için yalnız bir şeyin ehemmiyeti vardı: Babasıyla kendisinin arasında bir kapı kapanırken onunla bir yabancı kadının arasında mavi atlaslarla, beyaz tüllerle müzeyyen zarif bir kapının açılmış olması...

O günden sonra bir daha o odalara girmemişti; fakat o gün Bülent’in bulduğu beyaz omuz atkısını unutamıyordu. Kapının ötesinden ayak sesleri, ufak gülüşler işitirken gözlerinin önüne hep o omuz atkısı geliyordu. Nedir, yarabbi! Bu omuz atkısı ki çocuğun dimağına böyle musallat olmuş, uykularına karışıyordu?..

Hele ikisini beraber görmeye tahammül edemiyordu. Onlarla beraber bulunmak mecburiyeti sofrada içtinabı mümkün olmayan bir ezaydı. İlk günleri Nihal mutadını bozmamaya, yine o gevezelikleriyle sofrada geçen saatleri doldurmaya azmetmişti; fakat bulduğu lakırdılarda, lakırdılarının arasına serptiği kahkahalarda, hatta kendisini telattufla dinleyenlerin sükûtunda, tebessümünde sanki yanlış bir perdeye basılmış olmaktan mütevellit öyle sahte bir nağme fark etmişti ki bir gün sebepsiz bir huysuzluk çıkarmış, sofradan kalkmıştı. O günden sonra sofrada musır bir sükût iltizam ediyordu.

Adnan Bey uzaktan bu küskünlüklerin alametlerini fark ediyor ve Nihal’le bir müsalahanın tesis zamanına henüz gelmemiş nazarıyla bakıyordu. Biliyordu ki Nihal kendisinden uzaklaştıkça Bihter’e takarrüp edecek. O da asıl bunu istiyordu.

Bihter’le Nihal iki dosttular. Babası gittikten sonra Nihal bir aralık kendisine ait olan halktan, Bülent’le Beşir’in ve Cemile’nin teşkil ettikleri o çocuk halkından kaçar; biraz da on ikiyle on dört arasında bulunan kız çocuklarına mahsus bir büyümek, büyüklerle beraber olmak hevesiyle, Bihter’in yanına gelirdi.

Bihter’e henüz verecek bir unvan bulamamıştı. Ona “Anne!” demeyecekti, kendi kendisine buna karar vermişti. Başka bir isim de bulamıyordu. Beraber bulunurken başlıca ona bu isimle hitap edememekten sıkılırdı. Bir gün ona bir şey söyleyecekti, âdetiydi, mutlaka birisine lakırdı söylemeye başlarken bir hitap kelimesiyle başlardı, onu bulamadı, bulamadığı için söyleyeceğini unuttu. Bihter fark etmişti, gülerek dedi ki:

“İşte yine bana verecek bir isim bulamadınız. Durunuz, sizinle bir mukavele yapalım: Bana sadece Bihter deyiniz, olmaz mı? Ben de size kısaca Nihal derdim. Böyle aramızda bütün külfet de kalkardı.”

Nihal kıpkırmızı oldu:

“Oh! Kabil değil...”

Bihter ısrar ediyor, Nihal’in ona bir isim bulamamak azabına mutlak hatime vermek istiyordu:

“Hayır, hayır, mademki benim hoşuma gidecek. Söyle bakayım, Bihter!.. Bihter!..”

Nihal gülerek:

“Bihter!..” dedi.

O günden sonra daha teklifsiz oldular, artık aralarında sıkılacak hiçbir şey kalmamıştı, bir yaşta iki refika sıfatını alıyorlardı. Bu refakate, Bihter ufak ve hissolunmaz bir himaye manası da ilave ediyordu: Bir gün Nihal’in bütün elbiselerini, çamaşırlarını, ufak tefeklerini muayeneden geçirdi; hepsini beğeniyor; Nihal birer birer gösterdikçe başıyla hep “Güzel!” diyordu. Muayene bitince dedi ki:

“Nihal! Bilir misin? Artık bunların hepsini atmak zamanı geliyor. Ben isterim ki sen küçük bir çocuk değil genç bir kız olasın. Bu kısa etekler... Bunlar on ikisine kadar pek iyidir. Fakat on ikisinden sonra...”

Artık bir genç kız olmak fikri Nihal’ı hazzından şaşırttı. Mürebbiyesinin yüzüne baktı. İhtiyar kız buna muterizdi. Bihter’e diyordu ki:

“Lakin Madam, zannederim ki pek erken... Fransa’da bu kadar çocuklar bahçede çember çevirir. Nihal’in eteklerini uzatmak için hiç olmazsa iki sene daha beklemek lazım gelir.”

Bihter gülerek cevap verdi:

“Evet, Fransa’da, alelumum Avrupa’da, hatta Beyoğlu’nda; fakat bizde Nihal artık sokağa açık bile çıkamayacak. Değil mi Nihal? Şık bir çarşaf...”

Nihal çarşaf fikrine çıldırdı. Ellerini çırpıyordu, mürebbiyesine koştu:

“Oh! Çarşaf, çarşaf...”

Sonra bu sevinç arasında birden ağzından bir şey çıktı. Bihter’e:

“Babama söylersiniz, değil mi?” dedi.

 

***

 

Bihter evin tertibatını değiştirmek istiyordu. Artık Nihal’le hep buna dair görüşüyorlardı. Bütün tasavvurlarına Nihal’i teşrik ediyor, yapılacak şeyler için Nihal’e: “Değil mi, öyle yaparız, değil mi?” diyordu.

Beraber gezeceklerdi. Bihter, Nihal’in bütün elbiseye müteallik şeylerine nezaret edecekti; bu kış geçtikten sonra, baharda bir gün Kâğıthane’ye yaşmakla gideceklerdi. Bihter hemen hayalinde doğuveren bu yaşmağı Nihal’e anlatıyor; o, bütün kadınlık için uyanmaya başlayan hislerinin ilk küşayişiyle dinliyor; ruhunu mest eden bu süslü şeyler, şu küçük muntazam dişleriyle, ince kırmızı dudaklarıyla insanı garip bir hararetle ısıtan tebessümüyle, müterennim sesiyle tasvir eden güzel ağızda bir başkalık alıyordu. Sonra genç kadının muhitinde öyle esirî bir bahar nefhası, şuh bir menekşe havası vardı ki Nihal’in rakik hüviyeti tebahhura müheyya bir jale katresi gibi erir, onda imtisas ederdi. O zaman bu genç kadınla bu henüz bir genç kız olacak çocuk ruhlarını birden bir kanat darbesiyle bir meserret ufkuna atan müzeyyen tasavvurlarının arasında öpüşürlerdi.

“Beybabanız geliyor...”

Nesrin’in sesi bu haberi atınca birden soğuk bir raşe Nihal’i sarsardı; dudaklarını çeker; kendisini sarhoş eden muattar havadan, yabancı bir ufka düşmüş bir kuş tevahhuşuyla, kaçmak ister, güya bir müsemmim nesimden kurtulmak için acele ederdi.

 

***

 

Eylül nihayetlerindeydi. Bir gün sofrada Adnan Bey dedi ki:

“Nihal! Matmazel’den haber aldım ki derslerinize çoktan başlamışsınız. Türkçeye ne vakit başlayacağız? Haniya birçok niyetlerimiz vardı ki unutmuş görünüyorsun...”

Nihal’in Türkçesine hemen tamamıyla Adnan Bey çalışmıştı. Bu sene ona eski yeni, manzum, mensur müntehap parçalar yazdırılacak, seçme yazılardan bir defter vücuda getirilecek, bunlar okutturulacak, izah olunacak, bir yandan da Nihal’in mümkün değil ıslah olunamayan imlasına bir çare bulunacaktı. Adnan Bey ta öteden beri okuduklarından parçalar çizmiş, Nihal’in mutasavver defterine sermayeler teşkil etmişti.

Nihal, günlerce babasının bu sözünü unutmuş göründü, Adnan Bey de unutmuş gibiydi; fakat tekrar babasıyla başbaşa saatlerce o küçük iş odasında kalmak ihtimali öyle bir şeydi ki Nihal’in o akşamdan sonra fikrini terk etmedi. Nihal yine kendi tarafından iltizam olunan bu babasından uzaklık içinde, uzun bir kışın siyah günlerini kafesinde güneşler düşünerek geçiren bir kanarya gibiydi. Bir gece, yemekten sonra, Adnan Bey’le Bihter, Nihal’in odaya, o ne kadar zamandan beri tebaüdünü hissettikleri iş odasına girdiğini gördüler. Adnan Bey gülerek:

“Ders mi?” dedi.

Nihal:

“Evet, eğer isterseniz…” cevabını verdi.

Bu gece dersler başladı; fakat baba ile kızın arasında o eski samimiyet, o eski tekellüfsüzlük yoktu; şimdi aralarında bir şey eksilmiş gibiydi; hayır, daha doğrusu fazlaydı. Bir üçüncü vardı...

İlk geceleri o eski samimiyet hararetini bulmak için her ikisinin gayretiyle dersler gidiyordu, Nihal küçük titrek sesiyle bir küçük manzumeyi okumaya çalıştıkça hatta hep beraber gülüyorlardı. O mümkün değil nazmın musiki hareketini anlayamıyordu. Adnan Bey diyordu ki:

“Lakin, Nihal, şaşıyorum, ne için anlamıyorsun? Fransızca nazımları pek güzel okuyorsun, fazla olarak musikişinassın, nazımda vezin, kelimelerin mücaveretinden hâsıl olan musikiden başka bir şey değil.” 

O zaman efail ve tefaili izaha başlar, o anlatırken Bihter’le Nihal uzaktan bakışarak gülerlerdi. Nihal’in beceriksizlikleri derslerin can sıkan ciddiyetine böyle ara sıra neşveler serperdi. Sonra, bir gece, Nihal tabii bir sevkle mevzun okumaya başlayınca artık başlıca gülünecek şey kalmamış oldu. Yavaş yavaş derslerin üstünde esnemek hevesi veren bir hava uçmaya başladı. Buna kim sebepti? Şimdi ara sıra Bihter’e bakarak bitirmek için acele eden Adnan Bey mi, bazen eline vakit geçirmek için alınan kitabı ağzına tutarak esneyen Bihter mi, hatta bir vakitler ruhunun harimi olan bu odada şimdi fazlalığını hissederek ikide birde defterini hemen fırlatıp kaçmak arzularını duyan Nihal mi? Dersler artık topallaşmaya, hasta bir çocuk mecalsizliğiyle emeklemeye başlıyordu. Bir gece Adnan Bey’in ufak bir baş ağrısı sebep oldu: “Bu gece ders kalsın,” denildi, ondan sonra dersler unutulmuş oldu.

 

***

 

Genç kız olmak üzere bulunan çocukların müstesna bir devresi vardır ki o esnada bu nahif, narin mahluklarda bir kadınlık istihzar hayatının müphem inkişafları görülür. Bu devre manevi, cismani tebeddüllerle başlar. Çocukta sebepsiz herkesten bir ürkeklik, bir kaçınmak, bir gürelik fark olunur. Onda artık oyun zamanı geçmiş bir kedi yavrusunun vahşetleri uyanır; size eskisi gibi çocukça neşvesiyle elini uzatmaz, yanınıza o eski teslimiyetle sokulmaz; babasına dudaklarını uzatışında bile bir soğuk raşenin seyelanı vardır, lakırdılarında biraz daha ihtiyatlıdır, gülerken kızarıverir; teneffüs havasının içinde gariplik, yabancılık veren bir yeni nesimin dalgaları vardır; o zaman kaçar, tenha köşeler arar; uzun uzun düşünceleri vardır, kendisinde bir başkalık hisseder; fakat mahiyetini bilmez, yalnız anlar ki artık bir çocuk değildir. Yeni bir hüviyet mayası zapt olunamayan bir inkişaf kuvvetiyle bu çocuk vücudunu parçalayıp taşmak, bir şedit feveranla harice çıkmak ve artık tahakküm etmek ister. Bu hadise çocuğun iradesinden, vukufundan, ihtiyarından hariç bir şeydir ki kendi kendine tabiatın tayin ettiği inkılap hattını takip eder; çocuk vücudunda garip bir şeyin, mahiyeti anlaşılmaz bir hastalığın yürüdüğünü, ilerlediğini, bütün hüviyetini dolaştığını hisseder; o zaman ona yürüyüşünde, söyleyişinde, gülüşünde, bütün hariçle münasebetlerinde korkaklıklar, beceriksizlikler gelir. Birden tavrında zarafet ve tabiiyetinden bir şey eksilmiş zannolunur. Boyu haddinden fazla uzun, vücudu nispetten hariç ince gibidir; yürürken uzun bacaklarının üstünde nispetsiz bir gövdeyle yürüyen bir kuş hali vardır, elini uzatışında, başını tutuşunda o eski hoş ahenk kaybolmuştur. Kendine mahsus vaziyetlerini terk etmiş de henüz yakışacak vaziyetler bulamamış bir vücut hükmündedir. Lakırdılarının arasında birden kızarışları vardır, sebebi bilinmez, bu kendiliğinden taşan sıkıntılara galebe de çalamaz, o zaman herkesten uzak kalmak ister; büyüklerin arasında durmaya cesaret edemez, çocukların arasında kalmaktan utanır.

Uykularında kâbuslar, hummalar vardır, geceleri birden uyanışları içinde ölümü düşünür, korkar, yorganının altına sokularak titrer.

Bu öyle bir devredir ki çocukların ıttılaında yeni ufuklar açar. Onlara kimseye bir şey söylemeksizin, hiçbir yerde bir emare görmüş olmaksızın, birdenbire, kendi kendine, o zamana kadar tamamıyla anlaşılamayan binlerce şeyler bir ifade vüsati kesbeder, birçok hakikatleri anlayıvermiş bulunurlar. Bu ıttıla nasıl istidlaller neticesiyle böyle birkaç aylık bir devre içinde husule geliverir? Bunu tarif mümkün değildir; denebilir ki bu sırada yeni inkişaf eden hüviyet, genç kız hüviyeti; o eski çocuk hüviyetine yeni yeni ilimler getirmiş, her şey için, “İşte bu sudur,” diyen sesiyle o vakte kadar bulutlar altında şöyle bir göz gezdirilen sahifelerin üzerine sihirli bir ziya dökmüştür.

Nihal hayatının bu devresindeydi. Dersler böyle sekteye uğrayıverince, babasının tekrar başlamak için bir şey söylemediğine kin duymakla beraber, gizli bir memnuniyet hissetti. O artık Bihter’le babasının yanında, hususiyle kendisinden başka kimse yok iken, ilk zamanların sıkıntısına benzemeyen bir şey adeta bir hicap duyuyordu.

Kış, yağmurlarıyla, karlarıyla gelmişti. Bihter’le Nihal bir açık havaya intizar ediyorlardı. Beyoğlu’na gidilecek, aylardan beri tasavvur olunan şeyler, bilhassa Nihal’in ilk çarşafı için kumaş alınacaktı. Açık sarı yalıdan artık bir haber vürudu zamanı yaklaşmıştı. Bihter, Nihal’e vaat etmişti ki o haber gelip de Peyker’in mini mini bebeğini görmek için oraya gitmek lazım gelince Nihal bir çocuk değil bir genç kız sıfatıyla gidecekti. Kaç gündür Nihal merak ediyor, böyle her gün yağmur bahanesiyle inilemeyecek olursa çarşafın yetişemeyeceğinden korkuyordu.

Bugün nihayet havada bir müsaade vardı. Artık ineceklerdi: Adnan Bey sabahtan beri gülümseyerek tuhaf bir nazarla:

“Aman, Nihal Hanım’ın çarşafı unutulmasın,” diyor, Behlül amcasının cümlesine mütalaalar ilave ediyordu:

“Artık işimiz var. Evin içinde yeni bir hanım peyda olacak; Nihal Hanım!.. Muameleleri bütün tebdil etmeli: Hele ben... Artık kavga edemeyeceğiz, o eski yaramaz çocuğa ikide birde çıkışılamayacak. Şimdi teveccühü celp olunacak bir hanıma karşı yapılan yaltaklıklar lazım değil mi Nihal? Ah! Affedersiniz, değil mi küçük hanımefendi?..”

Behlül ayağa kalkıyor, Nihal’in karşısında tuhaf vaziyetlerle eğilerek sahte bir tekellüf sadasıyla soruyordu:

“Küçük hanımefendi, bugün iyi midirler? Küçük hanımefendi parmaklarının ucunu öpmek için bana müsaade verirler mi? Küçük hanımefendi mini mini bir tebessümle tuhaflıklarımdan mahzuziyetlerini işarete tenezzül buyururlar mı?”

Nihal kızararak gülümsüyordu.

Behlül ilave etti:

“Küçük hanımefendi yine ara sıra odama gelip bir parça kavga etmek için inayet buyuracaklar mı?”

Sonra birden Bihter’e döndü:

“Yenge! Çarşafın rengi ne olacak? Bakınız, bana nasıl bir fikir geliyor: Bu ilk çarşaf olacak, şu halde göze çarpar bir şey bulmalı, bir renk ki geçenlerin zorla nazarını celp etsin. Mesela sarı, ama sapsarı, ciğ, haniya gözleri ısıran sarı. İstanbul’a şık bir kanarya hediye edelim. Matmazel de Courton’un da bu renge bilhassa merakı var, değil mi Nihal? Haniya bir yaz sapsarı bir kumaştan gömlek yapmıştı...”

Nihal gözlerinde bir cidal şeraresiyle cevap verdi:

“Yok, bu meselede sizin zevkinize müracaat edelim. Kırmızı, kıpkırmızı, gözleri tırmalayan bir kırmızı intihap edelim. Haniya sizin bir vakitler, o kadar kabarık kırmızı bir kravatınız vardı ki üzerinde yeşil mineli iğnenizle koca bir domatese benzerdi...”

Adnan Bey:

“Kavga başlıyor!” dedi.

Behlül tevakkuf etmeden mukabele etti:

“O kravat o kadar hoşunuza gittiyse Mlle de Courton’a hediye edelim. Sarı gömleğinin üstüne takar.”

Nihal:

“Aman, ne büyük fedakârlık!” dedi; “Yazık olur, o size o kadar yakışıyor ve size yakışan şeyler o kadar az tesadüf ediyor ki...”

Bihter fenalaşmak istidadını kesbeden kavganın arasına girdi:

“Nihal! Hazırlanmayacak olursan vapuru kaçıracağız. Beşir beraber geliyor, değil mi?”

 

***

 

Bugün, artık çarşafa girmek fikri zihninde yerleştikten sonra, Nihal yine kısa koyu lacivert şayaktan elbisesiyle, ta dizlerinden aşağıya kadar dökülen uzun paltosuyla, kendisini sokakta çıplak zannediyordu. Birinci defa olarak, hemen Bihter’in boyuna yaklaşan ince boyuyla, sokakta açık bulunmaktan sıkıldı. Bihter’in yanında yürümesini idare edemiyor, kendisini lüzumundan fazla öne geçmiş buluyor, sonra yanından ayrılmaya çalıştıkça onun mevzun yürüyüşünden kendi yürüyüşüne bir sakatlık, usulden düşen bir nağmeye mahsus bir vezinsizlik sirayet ediyordu ve vakitsiz genç kız oluvermekten mütevellit, bu beceriksizlikler ona vahşi bir güzellik, garip bir hoşluk veriyordu.

Alınacak birçok şeyleri vardı: Nihal, eski elbiselerinden hiçbirini alıkoymak istemiyordu, ona her şey yeniden yapılacak, hele geçen senenin birden kısalıveren şeyleri hep Cemile’ye verilecekti. Nihal’de bir kadınlık hevesi uyanıyor, ona o vakte kadar düşünülmemiş şeyler için arzu veriyordu. Utanarak Bihter’den kokular istedi, çamaşırları için sevsen tohumundan yastıklara hevesini saklayamadı. Dükkândan dükkâna dolaştıkça yeniden arzular peyda oluyor, Beşir’in ellerinde küçük paketler taşınamayacak bir raddeye geliyordu. Nihal için bu güzel şeyler alındıkça Beşir’de de bir saadetin hazzı uyanıyor, gözleriyle Nihal’e fikirler veriyordu. Bir aralık tüllerle, kurdelelerle siyah bir büyük güle benzeyen bir şemsiyeyi gösterdi. Yavaşça:

“Şemsiye,” dedi, “küçük hanım şemsiye almadınız!..”

Sonra çarşaf için kumaşların karşısında düşünülürken o hep, muhteriz sesiyle, cesaret edemeyen ellerinin korkak temaslarıyla bu düşüncelere karışıyor, eğilerek, ötede, diğer bir peykede başka hanımların karar verdikleri açık lacivert üzerine ince limon küfü çizgilerle bir kumaş göstererek, yavaşça Nihal’e:

“ Bakınız, ne güzel, ondan alsanız a…” diyordu.

Birden Nihal sabırsızlandı:

“Aman Beşir! Susacak mısın? Biz çarşaflık düşünüyoruz…”

Beşir çekildi. Onun böyle çekilişinde sokulmaya çalışırken kafasına vurulmuş bir kedi mazlumiyeti vardı ve bu mazlumiyette birden öyle bir acılık buldu ki Nihal hemen pişman oldu. Beşir’e bakarak:

“O kadar hoşuna gittiyse esvabı ondan yaparız…” dedi.

O kumaşı Bihter de fena bulmuyordu:

“Aferin Beşir!” diyordu.

Çarşaftan evvel ona karar verdiler. Nihayet çarşafın da şu küçük parlak benekli siyahtan olmasında ittifak hâsıl oldu. Beşir paketlerin hepsini yüklenmek istiyordu, onlar razı olmadılar, bir araba getirtildi, daha o kadar yerlere uğranacaktı ki... Bihter:

“Değil mi, Nihal?” diyordu. “Terziden sonra büyük salon için Patriano’dan bir fikir alırız...”

Son vapura ancak yetişebildiler, Nihal o vakte kadar Beyoğlu’na inmekten bu derecede bahtiyar olmamıştı. Yanlarında paketler koca bir yığın teşkil ediyordu. Nihal’in hemen bütün istedikleri alınmıştı. Bihter yalnız Peyker’in çocuğuna hediye edilmek üzere Patriano’ya mavi pelüşler içinde zarif bir beşik sipariş etmekle kanaat etmişti. Bu aralık, kamarada yalnız kaldıkları vakit bahtiyarlığının taşıveren bir hamlesiyle Nihal, Bihter’e sokuldu ve ta dudaklarının yanından çenesinin üstünden öperek:

“Sizi bugün her vakitten ziyade seviyorum!” dedi.

 

***

 

Nihal’in genç kız kıyafetine duhul resmi bu yeni hayatın bir küşat rasimesi kabilinden icra olundu:

Nihayet açık sarı boyalı yalıdan beklenen haber alınmıştı. Bugün Bihter’le Nihal oraya gideceklerdi. İkinci teşrinin bahar hatıraları veren günlerinden biriydi. Adnan Bey’le Behlül aşağıda büyük salonda bekliyorlardı. Bu hazırlık o kadar uzun sürmüştü ki ikisi de sabırsızlanıyordu. Bir aralık, yukarıdan Bülent’in sesi işitildi. Aşağıdakilere soruyordu:

“Hazır mısınız? Biz geliyoruz... Oh! Ablamı görmeyiniz...”

Yukarıda küçük bir telaş, kahkahalar arasında fısıltılar, Nesrin’in: “Ah canım! Meğerse koca kız olmuş!..” diyen sesi vardı, sonra Bülent’in koştuğu duyuldu. Bülent bağırıyordu: “Bırak, Şayeste! Ben onunla bayrak yapacağım, bayraksız alay olur mu?..”

Nihayet merdiven gıcırdadı: En önde küçük dimağının içinde doğan bayrakla, mühib bir sancaktar vaziyetiyle vücudunu büyüte büyüte yürümeye çalışan Bülent, alayı açıyordu. Bu bayrak Nihal’in arkasından çıkarılan kısa elbisenin Adnan Bey’in bir bastonuna takılmasıyla hâsıl olmuştu. Bülent onu omuzuna almış, dalgalandırarak yürüyordu:

“Kimse kalmasın. Yolu kapamayınız, alay geçecek. Ah! Bir trampet olsaydı...”

Nihal’le Bihter arkadan geliyorlardı, daha sonra, kolunda Nihal’in çarşafıyla o iri siyah bir güle benzeyen şemsiyesi, Beşir ve hepsinin yüzünde geniş bir tebessümle Şayeste, Nesrin, Cemile geliyorlardı. Bülent’in gürültüsüyle Şakire Hanım bile Hacı Necip’i dönme dolabın önünde bırakarak salonun kapısından bakıyor ve Nihal’i bu heyette, artık bir genç kız kıyafetinde görmekten teessür ederek gözlerinin ucunu siliyordu.

Adnan Bey’le Behlül ayağa kalkmışlar, mütebessim, bekliyorlardı; Nihal son basamaktan inip de bir hatve daha atmaya cesaret edemiyormuşçasına durunca Behlül:

“Oh!” dedi, “Bu kim? Bu küçük, zarif, ince hanım kim? Sizi temin ederim ki tanımıyorum...”

Bihter gülerek:

“Size takdim ederim: Nihal Hanım…” dedi.

Bülent şimdi sevincinden çıldırıyordu. Bayrağı bir tarafa, bastonu bir tarafa fırlatıyor, hoplaya hoplaya ablasının etrafında dönerek: “Nihal Hanım! Nihal Hanım!..” diye bağırıyor, sonra etrafına bir göz gezdirerek güya bütün dünyayı haberdar etmek isteyen bir ilan borusu gibi mini mini sesinin en tiz perdesiyle ilave ediyordu:

“Artık hep Nihal Hanım denecek, anlıyor musunuz? Kim yalnız Nihal derse defterine beş yüz kere Nihal Hanım yazacak, değil mi Matmazel?..”

Mlle de Courton en arkada, henüz merdivende gülümsüyordu. Nihal iki adım attı; şimdi salonun boş yerinde her türlü hailden azade, bütün ince ve uzun boyunun zarafetiyle büsbütün meydandaydı. Behlül onu tanıyamamakta haklıydı:

Bihter’in sanat elinden o, değişerek çıkmıştı. Ne tam bir genç kız ne de henüz çocuk dedirtmeyecek bir kıyafet bulunmuştu, eteğinde ufak, gayr-ı mahsus, inceliğine nispeten uzun duran boyunun fazlalığına çocuk hafifliği veren bir kısalık bırakılmıştı. Açık limon gazlar üzerine geçirilmiş dantelâlar ta sırtından başlayarak kollarının altından dolaşmış, Nihal’ın henüz genişlememiş gövdesiyle göğsünü bir cepkenin bolluklarında saklamıştı. Yakasından inerek bu cepkenin arasına sıra sıra helezonlarla dökülen yine açık limon gaz kalabalıkları altında bu henüz çocuk göğsünün farkı saklanmıştı. Bütün bu ipeklerin sanat oyunları müphem dolgunluklar farz ettiriyordu. Nihal’in uzun saçları çocukluğundan bir hatıra olarak arkasına salıverilmiş, yalnız altında düz kesilerek, iki taraftan alınan birer demetle tepesinin üstünde bir küçük topuz, ancak peçesiyle çarşafını tutacak kadar bir şey yapılmıştı.

Nihal alnını babasına uzattı, Behlül’e yalnız elini uzatıyordu. O itiraz etti:

“Yalnız bu kadar mı?..” diyordu, “Demek, artık küçük hanımefendiyle bayramlarda öpüşülemeyecek...”

Nihal dudaklarını burarak, başını biraz eğerek, gözleriyle “Öyle!..” dedi; Bihter çarşaflanmıştı, “Haydi Nihal!” diyordu; “Çarşafını, asıl çarşafını görsünler...”

Şimdi Beşir koşmuştu. Şayeste, Nesrin, Nihal’in başına üşüştüler, Şakire Hanım bile salona iki adım daha attı, Bülent elinde Nihal’in peçesiyle acele ediyordu. Bihter yetişti, peçeyi ta alnının üstünde biraz büzerek, kabarıkça iliştirdi; Nesrin bir firketeyle Nihal’in eldivenini ilikliyordu; sonra birden hep çekildiler ve bu defa Nihal çarşafın gözleri aldatan çizgileri altında, henüz bir çocuk sıfatıyla değil, ince bir genç kız endamının leventliğiyle ortada kaldı. O zaman Behlül koştu. Şimdi eğilerek, kollarının, ayaklarının türlü tuhaf vaziyetleriyle selamlar resmederek, ona kolunu takdim etmek istiyordu. Bülent sıçrıyor, ablasının boynuna sarılmak, onu bu heyette öpmek için ısrar ediyordu. Nihal eğildi, yeni çarşafının bozulmasına, peçesinin buruşmasına ehemmiyet vermeyerek Bülent’le dudak dudağa, uzun uzun, birbirini hırpalayarak öpüştüler. Şakire Hanım artık açıkça ağlıyordu.

Behlül:

“Yürüsün de görelim,” diyordu; “değil mi yenge? Asıl çarşafın içinde yürüyebilmeli, bu öyle nazik bir sanattır ki bir kadının bütün müstesna zarafetini gösteriverir.”

Nihal elinde şemsiyesiyle ilerledi:

“Amma, hep bana bakıyorsunuz,” diyordu; “elbette şaşırırım...”

Behlül şimdi tek gözlüğünü takmış, eğilerek, geniş, raks ediyor zannolunan adımlarla, Nihal’i süzerek arkasından gidiyordu:

“Olmuyor, zavallı Nihal, olmuyor..” diyordu.

Nihal’in yürüyüşünde biraz fazla acele, hatvelerinin vüsatinde biraz mevzuniyeti bozan bir genişlik vardı; ellerini nereye koyacağından mütehayyir gibiydi. O zaman Behlül taklidini yaptı, kollarını çekerek, ellerini sarkıtarak, garip, tuhaf bir vaziyetle Nihal’in yürüyüşünden bütün beceriksizlikleri istiare eden bir taklitle yürüyor: “İşte böyle yürüyorsun!” diyordu. Sonra yengesini yürütmek istedi:

“Oh! Bakınız,” diyordu, “bu sanat yengemde son zarafet noktasını bulmuş...”

Bihter:

“Teşekkür ederim,” dedi; “fakat kendimizi size beğendirmek için vaktimiz yok... Beşir, çantaları aldın mı? Şayeste nerede? Çarşafını giymeye mi gitti?”

Sonra Adnan Bey’le Behlül’e sordu:

“Siz de geliyorsunuz, değil mi?..”

Loading...
0%