@halitziyausakligil
|
Behlül ayaklarını uzattı, zorla gülen bir adam vaziyetiyle başını arkasına salıvererek güldü: “Of!” dedi; “Bilir misin azizim? Ağlamamak için gülüyorum. Bu yolda çocukça fikirler bana ağlamak hevesi verir. ‘Kadınlar şiirli aşklar hülya ederler ve aşklarında şiirle bahtiyar olurlar.’ İşte güzel bir cümle! Bunun altına imzanı atar, edebi risalelerden birine gönderirsin; senin gibi binlerce saf insanlar vardır ki buna: ‘Oh! Ne güzel...’ derler. Güzel? Belki, fakat doğru değil. Kadınlar şiirlerle dolu aşklar hülya ederler, evet, yüzde bilmem ne kadar, herhalde ekseriyeti teşkil edecek kadın beyinlerinin içinde böyle açık lacivert bir semanın üstünde altın handelerle sevda rüyaları vardır; fakat bu rüya işte yalnız oraya, o mini mini beyinlerin bulutlarına mahsustur. Hayatta, aşk hayatında, kadınlara şiirden bahsederseniz ne yaparlar, bilir misin? Gülerler ve içlerinden, hatta belki açıktan açığa ‘Ahmak!’ derler... Şiir? Lakin azizim, bu senin dediğin şey on beş yaşında pek iyidir. O zaman ağaçlarının arasından parça parça güneşler akan sık ormanlarda seyranlar düşünülür, mehtap gecelerinde sandalın kürekleri bırakılarak denizin zemzemeleriyle semanın çiçekleri arasında ebediyet kadar imtidat edecek istiğraklar hülya olunur; daha, bilir miyim? Ben o devri öyle acele ederek geçtim ki tamamıyla tahattur edemiyorum. Fakat aşk, asıl aşk, hakiki hayatta aşk, bunların hiçbiri değildir. Bunlar kadınları bir müddet belki aldatır, bir kere, iki kere, nihayet üç kere, bu rüyalarla eğlenirler, lakin dördüncüsünde asla... Bütün o şiirine asılıp kalan kadınlar, nihayet onu bulamayarak, çünkü o mümkün değil bulunamaz, bulamamak hüsranını ve hatta ihtimal bir gün bulmak ümidini saklamakla beraber aşkta asıl bulunan şeyi ararlar: Hakikat.. Evet, bütün maddiliğiyle, o şiirlerden, hülyalardan, çiçeklerden mücerret hakikat!.. Biz erkekler de böyle değil miyiz? Hayatımızın bir devresi vardır ki o sırada fikirlerimiz arzın üstünde uçmaya, emelini tatmin edecek hülya heveslerini semaların esir menbalarında aramaya muhtaçtır; yükselir, gözlerini aldatan bu mavilikleri geçmek, daha yukarılarda bir şey, bir başka sevda havası bulmak için yükselir, fakat yükseldikçe daha geçilecek mavilikler bulur, o iğfal eden ufuklar bitmez tükenmez... Bu semavi seyahat ne kadar imtidat eder? Bu, mizaca ait bir şeydir, o kadar devam edebilir ki dönmeye imkân kalmaz. İşte sen oradan hiç dönemeyecek, biraz topraklara hiç düşemeyecek gibisin. Ben? Ben hatta uçmak için heves bile duymadım. Uçup uçup da düşenler, bütün o kırık kanatlarıyla topraklarda sürüklenen, nihayet topraklarda ruhunun gıdasını arayanlar gözlerimin önünde o kadar beliğ dersler teşkil ettiler ki ben onların bitirdikleri yerden başlamaya lüzum gördüm. Rica ederim söyleme, sizin, hülyacıların bütün felsefenize vâkıfım. İşte ne demek istediğini anlıyorum: Bana o semalar seyahatinin fecirlerinden, kehkeşanlarından, kavs-i kuzahlarından, mülevven güneşlerinden, şaşaa tufanlarından, bütün bu güzelliklerin mestisinden bahsedeceksin. Bir yığın şiir!.. Lakin asıl şiir kadınlardır, bu çiçeklerden teşkil edilerek odanızın yaldızlı hücrelerinde rakik çiçekliklerde muattar hatıralarıyla size gülümseyen demetlerdir. Bence işte aşkın felsefesi bundan ibarettir: Bu demetlerden mümkün mertebe çok bağlayabilmek... Sevda hayatı bir mezheredir ki buradan sadece bir temaşa gözleriyle geçenler de vardır, onlar biraz ilerde bir şey koparabilmek ümidiyle geçerler, geçerler, nihayet artık koparılacak bir şey kalmaz, geri dönmek de mümkün değildir, bunların mezar taşına ‘Yaşamadılar’ hakkolunabilir. Bunlar öyle bir sınıftır ki beceriksizlerden, mahçuplardan, korkaklardan müterekkiptir. Bu sınıfın biraz üstünde yakalarına yalnız birer gonca takmakla, bu sevda mezheresinden bütün hislerini almış olmakla çıkanlar gelir: Kanaatkârlar. Daha sonra henüz mezherenin kenarına gelir gelmez eli boş yahut birkaç hatve ötede avuçlarında bir demet kurumuş otla ‘Oh! Ne güzel...’ diyen, hemen oraya, bir ağacın uyku getiren gölgesine düşerek uyuyanlar gelir: Tembellerle yorgunlar... Daha sonra muzafferler, galipler, bu mezherenin İskender ve Daraları, Cengiz ve Timurları, bizler, ben... Evet, ben, kucak kucak, etek etek o çiçeklerden toplayan, toplamak için bitmez, sönmez bir heves duyan ben... Görsen, böyle, kâh elimin anif bir hırsıyla koparılmış, kâh dişlerimin keskin bir darbesiyle kesilmiş, yahut çalıların arasında türlü güçlüklerle toplanabilmiş, dikenlerinde emellerimin kanından fedakâr katreler bırakılarak ancak yetişilebilmiş, ara sıra şurada burada mürüvveten alınmış çiçeklerden bende ne güzel demetler var.. Bunların içinde şuh kahkahalarıyla güller, baygın sevda bakışlarıyla nergisler, har ve muhteris nefesleriyle karanfiller, bin türlü manalarıyla nesrinler, şebboylar, laleler, sümbüller, bütün o şairlerin lehçelerini dolduran çiçekler, ötede beride mini mini, küçük küçük, muhteriz tebessümleriyle serpilmiş yaseminlerle inci çiçekleri, hatta manasız, ruhsuz zannolunan otlar, o mütevazı, zelil, hakir edalarıyla biçare otlar.. Bu demetler o kadar çoğalacak, o kadar çoğalacak ki nihayet odamın hücrelerinde boş yer kalmayacak. Odamda bunlardan o sevda mezheresini daima yaşatan bir hatıra mezheresi vücuda gelecek. O zaman, işte yalnız o zaman ta odamın ortasına, bütün o hatıraları safvet şaşaasıyla, bikrinin beyaz nezahetiyle örtecek bir zambak, tertemiz, lekesiz, bir zambak koyacağım. Ötekiler kurudukça bu, tazeliğinin, şetaretinin ratıp nesimini üzerlerine serperek, kendisi yaşamaktan bahtiyar yükseldikçe, o biçare solgun hatıralara da bir parça neşve verecek; böyle, gözlerimin önünde hep beraber, gaşyeden muattar bir hava içinde yaşarken ben mest olarak müzehher rüyalar içinde uyuyacağım; anlıyor musun, azizim? O zaman uyuyacağım...” Birden Behlül bastonunu yakaladı: “Gördün mü, bir kere? Bana bu bahsi açtırmaya gelmez; bütün yapılacak işlerimi unutuyordum. Yarın için büyük bir sahra âlemi var. Bana bin türlü şeyler sipariş ettiler. Yetiştirilemezse amcamın ziyafeti mahvoldu...” |
0% |