@halitziyausakligil
|
Ne vakitten beri tasavvur olunup da yapılamayan ziyafetin nihayet bugün için takarrüründen sonra Behlül bir şey keşfetti: “Durunuz bakayım!” dedi; “Geçen sene düğün ağustos nihayetlerinde değil miydi? Şu halde bu ziyafet bir yıl dönümü ziyafeti olacak. Amcamla yengemin mesut bir senesini kapayarak onlara yeniden bir saadet senesi küşat edeceğiz...” Bütün ev halkıyla beraber öyle bir sahra âlemi yapmak fikri Nihal’i o güne kadar sevincinden çıldırtırken Behlül’ün bu sözünden sonra onda nahoş bir şeyin ezasını uyandırdı. Her vakit yaptıkları gibi Bihter’le sevinerek bir seyran yapacaktı. Fakat böyle aylardan beri hazırlanan kalabalık bir ziyafet, bu ziyafete takılan unvan, daha sonra artık ikide birde en küçük vesilelerle hayatlarına iştirak eden Firdevs Hanımlar, Peyker Hanımlar, hatta bütün eskiden sevdikleri, hele babası, o mesut izdivaç senesini kapayarak yeniden mesut bir izdivaç senesi açacak olan adam, evet, bunların hepsi şimdi onu kızdırıyorlar, onda herkes için adavete benzer bir şey uyandırıyorlardı. Lakin bunlar anlamıyorlar mıydı ki, içlerinde hiçbiri hissetmiyor muydu ki bu yapılan ziyafetlerin, bu eğlencelere sebep olan saadetlerin arasında onun kırılmış kalbinden parçalar, birer şikâyet nevhasıyla işitilmez sesleri titreyen kırılmış hisleri var? Onları duymuyorlar mıydı? Bu sabah oraya gitmek için onu erken kaldırmaya gelen Mlle de Courton’a metanetine galebe çalan bir asap humması içinde bir seneden beri söylemediklerini söyledi. Elinin altına geçen şeyleri koparmak, yırtmak, zapt olunmuş elemlerinin intikamını onlardan almak istiyormuşçasına asabi hareketlerle ayağına takılacak çorapları, sırtına geçirilecek gömleği alırken, bu ziyafete gitmek için bir yangından kaçar gibi giyinirken kesik kesik, bazen ara sıra durarak, “Lakin siz de bir şey söyleyiniz!..” demek isteyen haliyle mürebbiyesinin yüzüne bakarak söylüyordu: “İşte düne kadar oraya gitmek istiyordum,” diyordu; “fakat bugün gitmek istemiyorum. Bilir miyim neden?.. Bu gece bütün gitmemek için bir çare düşündüm. Yok, bir çare bulamıyorum ki... Bana hep, ‘İşte Nihal kıskandı,’ diyecekler, gülecekler... Siz bilirsiniz a, onlarda birbirine bakarak bir nevi gülüş var. O her vakitki gülüşleri değil, dudaklarının sağ tarafı, yalnız sağ tarafında bir köşesi yavaşça kalkarak gizli bir gülüşleri var. Annelerinde de, kendilerinde de... Onu en evvel Bihter’de gördüm. Bir gün, neydi yarabbi! Babama bir lakırdı söylüyordu, bilmem nasıl bir şey birden gözlerimi ona sevk etti. O, işte bu gülüşüyle babama bakarak bir fikir vermek istiyordu. Siz o gülüşlerini fark ettiniz, değil mi? Sizinle istihza mı ediyorlar, size merhamet mi ediyorlar, anlaşılamayan bir şey... İşte o günden beri hep babamla lakırdı ederken zannediyorum ki o yine öyle, o gülüşüyle gülüyor... Matmazel, sarı potinlerimi giyeyim, değil mi?.. Oh! Şimdi siz mesela inseniz, deseniz ki: ‘Nihal bir parça rahatsız, onun için...’ Hemen annesi kızlarına, sonra üçü birden babama bakarak öyle, dudakları titreyerek –Nihal taklidini yapıyordu– işte böyle, gülecekler... Onlar böyle gülerlerken ne istiyorum, biliyor musunuz?..” Mlle de Courton tevkif etmek isteyerek diyordu ki: “Saçlarınızı taramayacak mısınız, çocuğum?..” O dinlemeyerek devam ediyordu: “Saçlarım!.. Bana başka bir şey söylememek için saçlarımı düşündünüz. Ben biliyorum ki siz, siz hepsini anlıyorsunuz. Evet, onlar bir gün yine öyle gülerken birden ortalarına atılmak ve bağırmak istiyorum: ‘Lakin, siz, siz kimsiniz? Nereden geldiniz? Bırakınız bizi, babamla beni...’” Bülent aşağıdan bağırıyordu: “Abla! Seni bekliyoruz. Matmazel! Ablama söyleyin, çabuk olsun.” “Bunlar bütün çocukluk, Nihal. Bu gece fena bir uyku uyumuş olmalısınız, o kadar... Eldivenlerinizi sakın unutmayınız...” Nihal eldivenlerini giymeye çalışarak omuzlarını silkti: “Çocukluk! Fena uyku!” Sonra birden eldivenlerini giymekten vazgeçerek avucunda sıktı: “Lakin ben bir seneden beri fena uyku uyuyorum, anlıyor musunuz? İşte bugün de fena uykularımın şenliğini yapmaya gidiyoruz...”
***
Göksu’yu ve tenha bir gün olmak üzere, perşembeyi ihtiyar etmişlerdi. İki evin halkı hemen hep oradaydılar. Dört sandal olmuşlardı. Bülent Beşir’i kandırarak kürek çekmeye çalışıyordu, onların sandalı en öndeydi. İçinde Matmazel de Courton, Nihal’i güldürmek için fazla bir korkuyla Bülent’e: “Lakin bu küçük gemici bize Göksu’nun lezzetini tattıracak,” diyordu. Bir aralık sandal “Gırrrtt!..” dedi. Bülent küreği elinden bırakarak: “İşte Amerika’yı bulduk,” diyordu, “Christoph Colomb çıkabilir. Yaşasın Christoph Colomb! Yaşasın Yeni Dünya!” Arkada, kikte, Nihat Bey Adnan Bey’e diyordu ki: “İşte gördünüz mü? Dört kürek çekerseniz, bir sığa tesadüf edersiniz.” O, dereye girileliden beri, Adnan Bey’e Göksu’ya dair birtakım imar tasavvurlarından bahsediyordu. Bir aralık arkadan Behlül’ün sesi işitildi. Başlarını çevirdiler. Behlül, Bihter, Peyker sahildeydiler. Behlül: “Biz yürüyerek geliyoruz,” diyor, Bihter yürümek istemeyerek sandalda kalan annesine: “Sakın sandaldan kendi kendinize çıkmayınız,” ihtarına lüzum görüyor. Peyker kollarını uzatarak, Katina’nın kucağında etrafına yadırgayarak bakınan bebeğine, mini mini Feridun’a, sahilden kendisini tanıtmaya çalışıyordu: “Cicim! Gel, bana gel... Hani bunun annesi? Canım bunun annesi nereye gitmiş?” Nihayet sandal kurtulduktan sonra Nihal: “Artık biz de çıkalım,” dedi. Behlül, Peyker’le Bihter’in arasında yürüyor, Peyker’e diyordu ki: “Böyle sahraya çıkınca bende zapt olunamaz bir arzu uyanır! Koşmak... Muvafakat etseniz bugün sizinle ne güzel koşmak oyunları icat ederdik!” –Peyker’e biraz daha sokularak bir mâni kastettiğini anlatır bir sesle ilave ediyordu– “Siz kaçardınız, ben kovalardım, öyle zannediyorum ki sizin kaçmakta maharetiniz var, fakat bende de kovalamak için öyle bitmez tükenmez bir sabır, bir sebat var ki nihayet... Peyker gülerek sordu: “Nihayet?” “Nihayet sizi tutardım...” Bihter onlardan biraz fasılayla, bir yalnızlık içinde imişçesine, işitmeyerek, işittiklerine iştirak etmeyerek yürüyordu. Peyker’in arkasında gayet hafif beyaz ipekten kolsuz bir yeldirme vardı ki yalnız boynundan bir tokayla omuzlarının üstünde uçacak bir hafiflikle durarak, tenhalığın verdiği serbestlikle, gayet ince, göğsünün yarısına kadar teninin pembeliklerini ifşa edecek derecede şeffaf muslin gömleğini, bol yenlerinin festonları arasında saklanamayan bileklerini açık bırakıyor; Behlül “Nihayet sizi tutardım,” derken o beyaz ince mousselinin altında, bol yenlerinin saygısız açıklıkları arasında gözleri bir cevap arıyordu. Bir müddetten beri Peyker’i böyle gözleriyle, sözleriyle takip ediyordu. Peyker bundan hiddet ediyor görünmüyordu. Onun için bu öyle bir eğlenceydi ki çocukluktan beri mesirelerde başlanmış latifelerin tabii bir devamı hükmündeydi. Behlül’ün takibi bir latife sıfatından çıkmadıkça buna hiddet etmek fazla bir külfetti, hatta mensup oldukları sınıfın ahlak felsefesine göre bu içtinap olunacak bir kabalık addolunabilirdi. Yalnız Behlül’ün emelinde biraz fazla cüret görüldükçe küçük bir istihza, ufak bir kahkaha, tuhaf bir kelimeyle takiplere bir fasıla verilir, meselenin bir latifeden harice çıkarılmasında biraz düşünüleceği anlatılırdı. Behlül, Peyker’i kendisi için mevut bir şükufe, o muaşakalarından müteşekkil demetlere mutlaka ilave olunacak bir süs olmak üzere telakki ediyordu. Bugün kendi kendisine diyordu ki: “Tamamıyla bana benziyor; Peyker’le muvaffak olmamak için en muhakkak tarik onu bir şiir vadisine sevk etmektir. Peyker öyle kadınlardan ki onlarla ya sonuna kadar böyle latifeler edilir, yahut bir gün büyük bir cüretle galebe çalınır. O halde, evet, o halde cüret etmeli...” Peyker, Behlül’ün son sözüne bir istihzayla cevap verdi: “Ben de bilakis böyle eğlencelere geldikçe kendimde zapt olunamaz bir arzu, fakat sizinkine benzemeyen bir arzu hissederim: Eve avdet etmek, ne koşmak, ne kaçmak, ne de kovalanmak aklıma gelmez, hele tutulmak hiç tabiatımla uygun düşebilecek bir şey değil. Bakınız size söyleyeyim, dünyada benim kadar kendisini uzun uzun dinlemiş, hislerinin muammasını benim kadar vuzuhla görebilmiş bir kadına nadir tesadüf edebilirsiniz. Beni mesut edecek nedir, bilir misiniz? Haniya geçen hafta bir gün yine bugünküne benzer şeylerden bahsetmek için bana gelmiştiniz. Hatırınıza geliyor mu, bizi nasıl bulmuştunuz? O küçücük bahçenin bir köşesinde, Feridun’u salıncağının içinde havalanırken, Nihat’ı uzun sandalyesinde yatmış, o bitmez tükenmez gazetelerini okurken görmüştünüz, değil mi? Ben de onların arasında düşünüyordum. Evet, düşünüyordum ki saadet işte emellerini böyle bir bahçenin köşesinde bir salıncakla bir yığın gazetenin arasına koyabilmektir. Bu saadet köşesinin sükûn dairesinden sizi hazfediyorum, düşüncelerimin arasından o gün sizin mırıldandığınız teraneleri hep çıkarıyorum... Peyker, yavaş yavaş, elinde şemsiyesini otların üstünden sürterek, dudaklarında bir tebessümle söylüyor; Behlül inanılmayacak bir şey dinleyenlere mahsus bir şüphe edasıyla gülümsüyordu. Peyker’e: “Acaba?” dedi. Peyker birden, sesine bütün ifadesinin samimiyetini koyarak cevap verdi: “O kadar sahih ki işte şimdi, daha on dakikalık bir zaman geçmeden, Feridun’u görmek ihtiyacını hissediyorum. İşte şimdi koşmak istiyorum, fakat kovalanmak için değil, Feridun’a yetişmek için…” Uzaktan Nihal’le Mlle de Courton’u gördüler. Daha ileride Bülent’in sandalı diğer bir Amerika’ya daha uğramıştı. Bihter Bülent’e bağırıyordu: “Bülent! Yetişir artık, çıkınız bakalım...” Bülent hep Christophe Colombe oyununu takip ederek Beşir’e sahildekileri gösteriyor: “İşte,” diyordu, “vahşiler! Çıkmaya gelmez, anlıyor musun? Sonra...” Eliyle bir şey anlatmak istiyordu. Nihayet hepsinin ısrarına karşı sandalı yanaştırmaya karar verdi. Behlül yavaşça Peyker’e diyordu ki: “İster misiniz, sizi sandalla ta derenin nihayetine kadar götüreyim? Öyle başbaşa ne güzel olurdu!..” Peyker cevap vermedi. Artık sıkılmaya başlıyordu. Hep beraber yürüdüler. Bülent en önde yürüyordu. Haber verdi: “Geldik! Geldik! İşte babamla Nihat Bey...” Hep oradaydılar. Nesrin’le Şayeste kahvecinin hasırlarını seccadelerle örtüyorlar, Firdevs Hanım beraber getirilen açılır kapanır uzun sandalyesini bir ağacın altına yerleştirmeye çalışıyordu. Katina kucağında Feridun’la Peyker’e koştu, Şakire Hanım’la Cemile ötede sepetten tabakları çıkarıyorlardı. Bugün hiçbir şeyden memnun olmayan Nihal, Mlle de Courton’a diyordu ki: “İşte geldik. Şimdi, şimdi ne olacak, sanki? Akşama kadar böyle oturulacak, değil mi? Bugün yanımdan hiç ayrılmayınız, olmaz mı, Matmazel?” Peyker şimdi bir iskemleye oturmuş Feridun’a lakırdılar söylüyordu. Behlül biraz arkasına oturdu, o kadar yakınında ki genç kadının göğsünden, ensesinden, saçlarından çıkan ılık, muattar havayla ciğerleri şişiyordu. Çocuğa takayyüt ediyor görünerek diyordu ki: “İşte tamamıyla sizin gözleriniz...” Ötede, derenin kenarında Nihat Bey kolunu uzatarak Adnan Bey’e tasavvurlarının havada bir haritasını çiziyordu: “Bilmem,” diyordu; “dere, yapmak istediğim şeylerle gözlerinizin önüne geliyor mu? Denizin sularından istifade etmek için dereye o kadarcık bir derinlik vermek kâfidir zannediyorum. Sonra bunun içine mini mini muşlar, zarif gondollar, dünyanın muhtelif memleketlerine mahsus bin türlü kayıklardan, sandallardan birer numune koyunuz, burasını bir küçük gemiler meşheri haline getiriniz. Sahillere de Çin’den, Hint’ten, Acem’den, Japon’dan alınmış köşkler koyunuz; mesela şurada hurma ağaçlarının arasında kaybolmuş bir Arap köşkü, beride muz ağaçlarının ortasında bir pagod, bir kenarda eteğine bir gondol yanaşmış bir Venedik sarayı... Güya bu dere şark ve garbın, şimal ve cenubun nefais sergisi olsun, bu muhtelif şeylerin gölgeleriyle televvün ederek akıp gitsin. Sahillerinde elektrikle müteharrik omnibüsleri koşarken bir taraftan esîr bir balon yükselerek Boğaz’ı, İstanbul’u, Haliç’i, Adalar’ı, Marmara’yı seyretsin. İsterseniz buna sırtında mini mini bir köşkle bir fil, çıplak ayaklarıyla Hindîlerin omuzlarında bir tahtırevan, bir Arap mahamili, geyik koşulmuş bir kızak, daha bilir miyim, dünyanın her tarafından bir şey ilave ediniz. İşte o zaman buraya bir mesire diyebilirsiniz ve buraya hanımlarımızı, çocuklarımızı...” Adnan Bey bu müzeyyen hülyayı dudaklarında sabırlı bir tebessümle dinlerken Göksu sanki hafif bir istihza zemzemesiyle dalgacıklarının feşfeşesini sürükleyerek akıp gidiyordu. Kirli suları üzerine boşanan ağustos güneşiyle paslanmış bir ayna kesafetiyle parlayarak, sahilin perişan yeşillik kümelerinden, bütün o asaba, yılanların, kurbağaların karanlık aşiyanı olmak haşyetini veren ot yığınlarından siyaha benzer bir yeşille boyanıyor, erimiş yeşil bir güneş gibi akıyordu. Daha sonra bu yaz güneşinin ağır hararetiyle ötede sahraların yandığı, ağaçların kavrulduğu, bütün tabiatın bunaltıcı bir hava içinde güya esnediği hissediliyordu. Hep yorgun gibiydiler; Firdevs Hanım uzun sandalyesinde gözlerini kapıyordu. Peyker’le Behlül’e dikkat eden yoktu. Feridun, Katina’nın çehresini yarı yarıya örtüyordu. Behlül yavaş sesiyle, Peyker’in kulağına, o saçlarının arasından pembe ucunu görebildiği kulağına mırıldanıyordu: “Evet, sizin gözleriniz... Feridun’un henüz takarrür etmemiş simasında bütün sizi görüyorum: Gözleri, dudakları, hatta çenesi... Hele bu çene, o ortasında ancak belli bir çukurla insana gülümseyen çene!.. Bilmem onda öpülmek, okşanmak için davet eden bir mana var ki...” Peyker, böyle arkasından mırıldanan bu sesi, dinlemiyor görünüyordu; hep Feridun’a lakırdılar söylüyor, onunla meşgul oluyordu. Behlül’ün bu cümlesine yalnız bir: “O!.. O!..” dedi. Behlül devam ediyordu: “Evet, Feridun sizin bir küçük numuneniz! Sanki bir sanatkâr sizin bütün güzelliklerinizi toplayarak onlardan mini mini bedi bir eser yapmak istemiş...” Behlül devam edemedi. Önünde, dudaklarının kenarında duran bu yarı açık enseden sıcak bir şehvet rayihası onun yüzünü yakıyor, gözlerine bir perde çekiyor, bu yaz gününün ağır havası içinde onu bunaltıyordu. Peyker’in başında ince bir tül vardı ki yalnız saçlarını sararak arkasından bütün ensesinin beyazlıklarını açık bırakıyordu. Behlül şimdi o kadar yakındı ki bu beyaz cildin hararetini içiyor, bundan mest olarak çıldırıyordu. Peyker’in saçlarından bir tel genç adamın terli alnına dokunuyor, bir saniye yapışıyor, Behlül’ü titretiyordu. Bu tel saç, genç kadınla onun arasına sanki bir busenin visalinden bir nebze koyuyor gibiydi. Behlül oradan ayrılmıyor, bu bir tel saçı arıyor, ona sürünmek ve bununla Peyker’den bir şeye tasarruf heyecanını duymak istiyordu. Artık kendisinde zapt olunamayacak bir heves vardı. İki elleriyle Peyker’in omuzlarından tutmak ve şimdi dudaklarını yakan bir buse ihtiyacını işte şurada, şu ensenin bellisiz küçük küçük kumral tüylerle, gölgelenmiş bir dalgacığa benzeyen noktasında tatmin etmek istiyordu. Boğazında bir kuruluk vardı ki artık sözlerini kavuruyordu, Feridun’u tamamıyla unutmuştu. Şimdi yalnız Peyker’den bahsediyordu: “Bilseniz, bilseniz,” diyordu; “sizde bir şey var ki insanı çılgınlıklar yapmaya sevk ediyor...” Devam ediyordu, fakat şimdi sesi boğuktu, Peyker anlayamıyordu, onun da kulaklarında bir şey uğulduyor, işitmekten menediyordu. Behlül etrafına baktı; ötede Firdevs Hanım’ın gözleri kapalıydı, Adnan Bey’le Nihat Bey’i derenin kenarında arkadan görüyordu; Nihal’le Mll de Courton uzakta yavaş yavaş yürüyorlardı. Onlar burada unutulmuş gibiydiler, kimse görmeyecekti, hatta karşılarında Katina bile, Feridun’la çehresi kapanarak, bu buseyi hissetmeyecekti. Şimdi, her türlü tehlikeyi gözüne kestirerek Peyker’i oradan, ensesinin şu gölgeli noktasından öpmek için Behlül öyle bir ihtiyaç hissediyordu ki buna cesaret edemezse kendisini hemen orada ölüverecek zannediyordu. Peyker arkasından onun yalnız nefesini hissediyordu, fakat birden bu nefeste sanki o busenin yakıcı bir havasını duyarcasına kadınlık hassasiyetinde bir şey, ta ensesinin ta o gölgeli noktasında, bir saniye sonra gelecek olan bu busenin bir titremesini uyandırdı; bir neşterin yaklaşan temasından kaçınan asabi bir tevahhuşla başını çekti, artık zapt olunamayan bir ismet tuğyanıyla elini Behlül’ün omzuna koyarak: “Yok!..” dedi. “Yetişir! Aldanıyorsunuz...” Yalnız o kadar söyleyebildi, sonra annesine seslendi: “Anne! Behlül Bey’i çağırsanıza, size naklolunacak hikâyeleri varmış.....” Daha sonra kocasına bağırdı: “Bey! Feridun sizi bekliyor...” Behlül sapsarıydı, birden ayağa kalktı ve dört adım ötede, ta karşısında, sanki birden orada peyda oluvermişçesine yengesini gördü. Bihter’le Behlül ancak bir saniye süren bir müddet zarfında bakıştılar. Bihter gözlerini çevirdi, Behlül şimdi gülerek eliyle kendisini çağıran Firdevs Hanım’a giderken Bihter Peyker’e doğru yürüdü. İki hemşire yekdiğerine baktılar Peyker bu defa nefsini zapta lüzum görmedi, dedi ki: “Biliyor musun, Bihter? Kaynınız mıdır, yeğeniniz midir, nedir, tuhaf ve cesur bir çocuk! Eniştenin hukukuna ufak bir tecavüze tahammül edemeyeceğimi bilirsin. Ben kocama hıyanet etmek fikriyle evlenmedim, beni rahat bırakmayacak olursa evime kabul etmemeye mecbur olacağım...” Bihter kıpkırmızı olmuştu. İzdivacından beri iki hemşire arasında husumeti andıran bir vaziyet başlamıştı. Peyker’in bazı cümleleri olurdu ki Bihter’de, ihtimal sebepsiz, ısırıcı, tırmalayıcı bir tesir hâsıl ederdi. O, “Ben kocama hıyanet etmek fikriyle evlenmedim,” derken, ihtimal, bu sade bir sözden başka bir şey olmamak pek mümkün olmakla beraber, Bihter mukabeleye lüzum görüyordu; fakat Katina oradaydı, işitebilirdi; şimdi Adnan Bey’le Nihat Bey de onlara iltihak ediyorlardı. Adnan Bey, Feridun’un çenesini okşuyor, Nihat Bey Bihter’e: “Akşama kadar böyle mi vakit geçecek? Bir şeyler icat ediniz…” diyordu. Buraya gelmek fikrini hepsi büyük bir sevinçle telakki ederken şimdi akşama kadar geçirilecek uzun saatlerin boşluğu hepsini ürkütüyor, eğlenmek kastıyla gelen bu fikirlerde eğlendirecek bir şey doğmuyordu. Nihat Bey: “Durunuz bakalım, Behlül Bey nerede? O bir şey icat etsin, olmaz mı?” dedi. Peyker’le Bihter cevap vermediler; Adnan Bey, şimdi Firdevs Hanım’ın uzun sandalyesinin yanında kısa bir iskemleye oturarak, şüphesiz pek haz verici bir hikâyeyi nakleden Behlül’e seslendi: “Behlül! Burada sana ihtiyacımız var. Bize bir oyun, bir eğlence bulacaksın...” Firdevs Hanım itiraz etti: “Yok, Behlül Bey’i bana bırakınız, bizim birbirimize söyleyecek şeylerimiz var...” Birden Nihat Bey bağırdı: “A!.. İşte eğlence...” Ortalarına, ta Peyker’in ayaklarına koca lastik bir top gelip yuvarlanmıştı. Arkasından Bülent, daha sonra Beşir koşarak geliyorlardı. Bülent bağırıyordu: “Topumu!.. Topumu!..” Adnan Bey: “Bülent!” dedi, “Biz de beraber oynayacağız…” Nasıl? Babası da beraber mi oynayacaktı? Bülent çıldırdı. Yerinde zıplıyor, ellerini birbirine vurarak: “Ne güzel! Ne güzel!..” diyordu. Sonra, birden, bu pek ziyade güzel bulduğu şeye, aklına geliveren birisini de teşrik etmek istedi: “Nihal,” dedi, “Nihal nerede?” Etrafına bakıyor, Nihal’i arıyordu. Bağırdı: “Abla! Abla!.. Neredesin? Top oynayacağız, babamla beraber...” Uzaktan Şakire Hanım’ın sesi haber verdi: “Küçük hanım Matmazel’le beraber gezmeye gittiler.” Nihal unutuldu; şimdi Nihat Bey topu atmış, oyun başlamıştı. Adnan Bey, Behlül’ü çağırıyordu: “Seni bekliyoruz, Behlül!..” Firdevs Hanım diyordu ki: “Bırakınız, onlar oynasınlar, bırakınız, biz burada ne iyiyiz!” Firdevs Hanım’ın sürme çemberleri içinde karanlıklara boğulmuş derin bir fikir saklı zannettiren gözlerinin süzgün bir nazarı Behlül’ü kucaklıyor, burada, şu ağacın altında böyle, iki kişi, mahrem bir hasbihalle geçecek zamanın sanki tatlılıklarını anlatmak istiyordu. Diyordu ki: “Bir gün sizi mecbur edeceğim, bana hepsini nakledeceksiniz. Birer birer, anlıyor musunuz? Bütün tafsilatıyla... Kim bilir, sizde böyle ne güzel hikâyeler, ne garip aşklar vardır, değil mi? Bana hep anlatacaksınız. Bir gün odamda, siz yine böyle dizlerimin dibine oturarak, anasına kabahatlerini itiraf eden bir çocuk gibi, ben de çocuğunun kabahatlerini dinleyen, dinlemekten lezzet alan bir anne gibi...” Behlül gülerek: “Oh! Anne!..” diyordu; “Bunu nereden çıkardınız? Size bir şey söyleyeyim mi? Lakin, hayır söylemeyeyim...” O ısrar etti, mutlak söyletmek istiyordu. Behlül ısrarına mağlup olmuş göründü: “İşte söylüyorum. Öyle zamanlar oluyor ki sizi seyrederken, kendi kendime sizin Peyker’le Bihter’in annesi olabileceğinizden şüphe ediyorum. Siz o kadar gençsiniz ki...” Firdevs Hanım şuh bir kahkaha içinde cevap veriyor ve hep o siyah daireleri içinde gözlerinin derinliklerinden garip bir mana tereşşuh ediyordu: “Biraz daha gayret etseniz bana müzeyyen bir cümleyle ilan-ı aşk edeceksiniz...” Behlül de gülüyordu, şimdi ikisinin kahkahaları arasında ne dedikleri pek işitilmiyordu. Behlül’ün, dirseği Firdevs Hanım’ın türlü yüzüklerle donatılmış hâlâ beyaz, hâlâ tombul eli Behlül’ün elinin üstünde unutuluyordu. Ötede, sepetlerin yanında, Şakire Hanım’la Nesrin’den ve Şayeste’den mürekkep bir müfreze vardı; Katina ile Cemile artık huysuzlanmaya başlayan Feridun’u uyutmak için iki ağacın arasına bir salıncak kuruyorlardı; beride top oyunu kızışıyor, şimdi Bihter’le Peyker büyük bir neşeyle eğleniyorlardı. İki hemşire arkalarından yeldirmelerini atmıştılar. Nihal’le mürebbiyesi hâlâ görünmemişlerdi. Şayeste gözünün ucuyla Firdevs Hanım’la Behlül’ün müfrezesini göstererek Şakire Hanım’a diyordu ki: “Küçük beye âlâ bir eğlence çıktı ki...” Nesrin, pek sarih mütalaalar serdine cesaret edemeyerek kıs kıs gülüyor, gülüşünün belagatıyla kalfasının cümlesini ikmal ediyordu. Son söz Şakire Hanım’a kalıyordu: “Böyle gittikçe işi azıtırlarsa ben yalıda kalıcılardan değilim. Bizimkinin işi olur olmaz Cemile’yi alınca kaçıyorum. Siz artık küçük beyin eğlencelerini istediğiniz kadar seyrediniz...” Şakire Hanım’ın itidal kabul etmeyen şedit ahlak duyguları vardı. Bir müddetten beri, Firdevs Hanım’la Peyker’in arasında Behlül’ü gördükçe kendisini zapt edemiyordu. Şayeste ile Nesrin buna gülünecek bir şey ehemmiyetinden fazla bir kıymeti zait ederken o, bundan hastalanıyor, ikide birde Behlül’ü Peyker’in yahut Firdevs Hanım’ın yanında gördükçe baş ağrıları tutarak alnını bir yemeniyle sıkıyordu. Hatta bir gün Şayeste ile Nesrin’e itiraf etmişti ki Süleyman Efendi’nin bir belediye çavuşluğuyla kayırılmasına teşebbüs edilmişti. O zaman karı koca kızlarını alarak artık bu yalıdan kaçacaklardı... “Yaşarsak görürüz a,” diyordu; –Bihter’i kastederek– “bu kadın beyin başına ne belalar getirecek…” Üçünün arasında böyle ilk gününden başlayarak gittikçe artan bir husumet yavaş yavaş Bihter’e karşı patlamaya müheyya bir isyan kuvvetini alıyor, hemen bütün hizmetçilerin hanımları hakkında mevcut olan kin noktası bu sonradan gelen hanım için büyüyen, nihayet kalplerini büsbütün istila edecek, bir adavet derecesini buluyordu. Artık ikide birde evin içinde üçü birleşir, hatta Cemile’den bile ihtiraz olunmayarak, yalnız Şakire Hanım’ın ara sıra çocuğa, “Ağzından bir şey kaçırırsan dudaklarını koparırım!” tehdidiyle iktifa edilerek Firdevs Hanım’dan, Peyker’den, bilhassa Bihter’den bahisler olur; yarı işitilmiş sözlerden, nakıs dinlenilmiş hikâyelerden türlü hükümler çıkarılırdı. Artık top oyunundan hep yorulmuşlardı. Bihter iki ellerini kilitleyerek Adnan Bey’in omuzuna asılıyor, “Ne tuhaf! Başım dönüyor!” diyordu. Bülent henüz oyuna kanamayarak topu ta öteye, Şakire Hanım’la Şayeste ve Nesrin’in müfrezesine fırlatıyordu. Sonra, onların yanında ağızları açılmış sepetleri, tabakları görünce birden aklına geldi: “Karnımız aç!.. Artık acıktık!..” diye bağırdı. Behlül: “Sahih! Yemek ne vakit yenecek, rica ederim?..” diyor, Firdevs Hanım, uzun sandalyesinde doğrulabilmek için iki ellerini genç adama uzatıyordu. Onun bir müddetten beri dizlerinde birtakım sızılar vardı ki herkesten saklıyor, fakat böyle yerinden kalkmak için yanındakilerin muavenetine müracaat ediyordu... Adnan Bey, Beşir’e sordu: “Nihal’le Matmazel nerede Beşir? Haydi şunları bul, yemek yiyeceğiz...” İhtiyar mürebbiye ile çocuk onlardan kaçmak için yürümüşler, içeri suya doğru gitmişlerdi. Burada yalnız Bülent’in top sayılarını haber veren ince sesini ara sıra fark ediyorlardı. Hava sıcaktı. Nihal bunalıyordu; bir ağaç buldular; ikisi, yan yana, ağacın cılız dalları altında parça parça dökülen gölgede oturdular. Artık Nihal bir seneden beri saklamak için biçare kalbine iktidarının fevkinde tahmil ettiği metanete lüzum görmüyordu. Bu sabah başlayan feverandan sonra perişan bir ifadeyle, şimdi babasından bahsederken bir saniye zarfında Bihter’e intikal eden bir lisanla ihtiyar kıza kalbinin bütün mahrem dertlerini, bir seneden beri ruhunun yetim matemlerini döktü. Bu sıcak ağustos günü, sahralardan yakıcı bir hava getirerek onu sersemletiyor, sarhoş ediyordu. Gözlerinin içi, dudakları, ciğerleri yanıyordu. Elinde Bülent’in kamçısıyla kavrulmuş otlara vurarak, ara sıra ta uzaktan beyaz bir alev içinde yanan, titreye titreye eriyor görünen dağlara bakarak birer birer bütün elemlerini takrir ederken birden en büyük hakikati söyledi: “Ben de öyle zannediyordum,” dedi. “Bilir miyim? Onda bir şey vardı ki beni aldatıyordu. Seviyorum, onunla beraber mesut olacağım, ikimiz bu evin içinde evvelkinden ziyade eğleneceğiz zannediyordum... Şimdi, oh!.. Şimdi anlıyorum ki, mümkün değil, onunla beraber yaşamaya işte kuvvet bulamıyorum. İnanır mısınız? Matmazel, öyle zamanlar oluyor ki, anneme düşman oluyorum. Ne için ölmeliydi, sanki? O ölmeyecek olaydı bu gelmeyecekti, değil mi? Bilmem, çocukluğumda ne farz edermişim? İçimde daima bir şey, bir müphem ümit, sanki annemin tekrar dirilerek geleceğini zannettiren garip bir şey vardı. Şimdi kendi kendime: ‘Artık bu geldi, anneme yer kalmadı ki..’ diyorum; o zaman bu kadın nazarımda bir hırsız oluyor. Halbuki ben artık bir çocuk değilim, değil mi Matmazel? Bana hep: ‘Bir genç kız oldun şimdi..’ diyorsunuz, bunları anlamalıyım, evet anlamalıyım ki ölenler ölmüştür, artık onlardan hiçbir şey beklenemez... Oh! Bu da ne acı, bilseniz!.. Demek şimdi ben hep böyle annesiz kalacağım, öyle mi? Hep böyle, hep bu kadınla beraber... Lakin o yalnız annemin yerini değil, işte babamın muhabbetini de, hatta Bülent’i de çalıyor, yarın Beşir de onun olacak, ihtimal Fındık da onu sevecek...” –Nihal bu ıstırabını söylerken gülüyordu– “Evin içinde şimdi hep bana yabancı duruyorsunuz. Şakire Hanım’da bile bir tutukluk var. Ya siz, siz, Matmazel, siz ki beni o kadar severdiniz?..” Mlle de Courton gözlerinden iki küçük yaşın aktığını hissetti, gülerek dedi ki: “Nihal, bak çocuğum, benim zaafımı suiistimal ediyorsunuz. Gördünüz mü bir kere? Az kaldı bütün bu çocukluklarınıza beni ağlatıyordunuz... Halbuki bunlar gülünecek fikirlerden başka bir şey değil. İşte bana sabahtan beri hiçbir şey söylemediniz ki mantığa muvafık olsun, böyle meselelerde insan yüreğine bir parça sükûn, zihnine bir parça mantık koymak icap eder...” Nihal dudaklarını büzüyor, kamçısıyla otlara küçük küçük asabi darbeler yağdırıyordu: “Mantık! Mantık! İşte sevilmeyecek şeylerden biri daha...” İhtiyar mürebbiye cevap veriyordu: “Evet, belki!.. Fakat müfit bir şey.. Bir nebze mantıkla ne muğlak meseleler halledilir, bilseniz Nihal!.. Bakınız, mesela bu mesele, bırakınız beni size bunu sadece halledivereyim...” Nihal başını sallıyordu: “Evet, evet, biliyorum, sizin mantığınızla halledeceksiniz; nihayet öyle bir netice çıkaracaksınız ki ben dünyanın en bahtiyar kızı hükmünde olacağım, değil mi? Bunu biliyorum. Hiç zahmet etmeyiniz... Lakin mademki ben işte bir seneden beri ölmek istiyorum, sizin mantığınızla ispat olunacak bahtiyarlıktan ne çıkar? Hem, ben size bir şey söyleyeyim mi, Matmazel? Bana gücenmeyeceksiniz a... Siz yalan söylüyorsunuz, Matmazel, yalan! Beni yine seviyorsunuz, onun için yalan söylemeye lüzum görüyorsunuz, bütün bu söyledikleriniz, söylemek istedikleriniz yalan... Sizde hakiki, ciddi ne var, biliyor musunuz? Demin gözlerinizden akan o iki damla yaş yok muydu? İşte onlar, yalnız onlar, doğruydu...” Nihal’in sarı çehresinde şimdi dalgalanarak yanan bir pembe tabaka vardı, yüzünü kaldırmıştı, çocukla ihtiyar kız uzun bir nazarla bakıştılar, ikisinin de kirpikleri titredi, Mlle de Courton boğuk bir sesle: “Ağlayınız, çocuğum!” dedi. “Öyle zamanlar olur ki gözyaşları mantıktan ziyade selamet verir.” Şimdi Nihal hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ihtiyar kızın da yanaklarından iki sakit gözyaşı dereciği süzülüp gidiyordu. Beşir onları böyle, ağlıyor görünce dondu. “Küçük hanım ağlıyor mu? Küçük hanım niçin ağlıyor?” diyordu. Şimdi, Nihal, gözlerinde hâlâ yaşlarla, gülerek: “A, deli misin, Beşir?” diyordu; “Niçin ağlayayım?..” Onlar avdet ettikleri zaman hepsini yemeğe hazırlanmış gördüler. Peyker’le Bihter, yüzleri kızarmış, yorgunluktan biraz göğüsleri kabarmış, seccadenin birer kenarına ilişerek oturuyorlardı. Bihter ayaklarını uzatmış, açık iskarpinlerinin üstünde ince ipek çorapları görünüyordu. “Yerimden kımıldanamayacağım,” diyordu, “benim hissemi bir tabakla bana verirsiniz, burada dizlerimin üstünde yerim.” Bu fikir hepsine hoş geliyordu. Uzun iskemlesini oraya kadar çektiren Firdevs Hanım’la seccadenin üstünde biraz kocasına dayanarak oturan Peyker buna iştirak ettiler. Behlül: “Amcamla ben de hizmet ederiz!” diyordu. Nihal’i görünce hep bağırdılar. Babası diyordu ki: “Nereye kaçtınız? Bak, güneşlerde gezmişsin, yüzün gözün kıpkırmızı..” Bülent, elinde koca bir tavuk söğüşü parçasıyla: “Abla! Buraya gel,” diyor; bulunduğu yerin yenecek şeylerle pek ziyade yakınlığını bir göz kırpmasıyla anlatmak istiyordu. Elinde bir tabağa soğuk et kızartmasından kesen Behlül, Firdevs Hanım’a soruyordu: “İki tane sardalya, biraz havyar... Havyarı sade mi seversiniz? Dün bu havyarı bulabilmek için tam bir saat kaybettim, tavsiye ederim. Amca, oradan bir çatal veriniz...” Firdevs Hanım’a tabağı uzattıktan sonra Peyker’e döndü. O küçük vakadan sonra birinci defa olarak ona lakırdı söylüyordu: “Size tavuk vereyim mi?” Peyker: “Hepsinden, hepsinden koyunuz,” diyordu; “oyun bana o kadar iştiha verdi ki hiç doymayacağım, zannediyorum.” Artık barışmıştılar. Behlül kendi kendisine diyordu ki: “Yarın sizin kollarınıza atılacak olan kadınlar hep böyle başlamazlar mı? Bugün kocalarından, çocuklarından; vazifelerinden, ismetlerinden bahsederler, yarın artık sevda hummasına nefislerini tamamıyla teslim ettikten sonra bir garam hezeyanı içinde bir gün evvelki perestidelerini inkâr ederler. Beni kim temin eder ki Peyker yarın aşkı benimle öğrendiğini, o güne kadar benim kollarımın haricinde hissettiklerinin bütün bir yığın yalan olduğunu söylemeyecek? Ne diyordu? Kendisini dinlemiş, tetkik etmiş bir kadın olduğundan bahsediyordu; ne boş söz!..” Evet, artık barışmıştılar. Behlül birden genç kadının deminki cümlesini düşündü: “İşte biraz ciddi, biraz zeki görünmek isteyen kadınların ağzından tekerrür eden felsefe cümlesi!” diyordu, “Kendilerini dinlemek? Lakin bu mümkün değil... Kalplerinin o bin türlü kadın sesleri arasında asıl tıynetlerinin hakikatini haber verecek bir ses işitebilirler mi? Hep kendilerini dinlediklerinden bahsederler, hepsi aldanmışlardır. Kadınlar, bizleri, erkekleri aldatırlar, fakat bizden evvel ellerinin altında daha kolay aldatılacak, daha çabuk kandırılacak bir şey vardır: Kendileri; onun için evvela kendilerinden başlarlar. İşte Peyker! Bugün kendisini aldatmaya çalışıyor. Ben pek safderun, pek ters gören bir adam olmalıyım ki bunu anlamayayım, görmeyeyim.” Sonra içinden bir hitabeyle ilave ediyordu: “Oh! Civanım! O zaman bunlardan beraber bahsederken nasıl güleceğiz!..” “Behlül Bey! Rica ederim, üzüm, bana üzüm veriniz.” Behlül, küçük bir tabakla Peyker’e üzümü uzatırken: “Artık barıştık, değil mi?” demek isteyen bir nazarla bakıyor, sonra kendi kendisine ilave ediyordu: “Şüphesiz, barıştık. Lakin itiraf etmeli ki ben de bugün komşu kızını takip eden bir mektep çocuğundan daha beceriksizdim. Burada, herkes tarafından görülebilecek bir yerde!.. Ondan sonra, kadınlar, bu âlemin kadınları adi bir aşüfte gibi alınmak istemezler. Bu öyle bir şey, öyle beklenmemiş, öyle birdenbire zuhur edivermiş bir vaka olmalı ki her şeyden ziyade bir kazaya benzemeli...” Firdevs Hanım’a soruyordu: “Siz de üzüm istemez misiniz?” Adnan Bey’le Nihal yan yana tesadüf etmişlerdi. Bir seneden beri baba kız birbirine bu kadar yakın oturmamışlardı. Şimdi ikisinin arasında birbirini pek çok zaman görmemişlere mahsus bir şey vardı, güya böyle yakın bulunmanın hazzını tamamıyla hissetmek için hep birbiriyle meşgul oluyorlar, etrafı unutarak, yavaş sesle, kalabalığın içinde yalnız kalıyorlardı. Nihal evvela tutuktu; fakat babasının bir sözü, bir nazarı, ona bütün kinini unutturmak için kifayet ederdi. Beş dakika zarfında babasıyla bir sene evvele avdet etmiş oldu. “Bana üzüm vermez misin, Nihal?..” Nihal gülerek elindeki salkımı gösteriyordu: “Buradan yiyiniz...” Adnan Bey’in bu fikir hoşuna gidiyordu, onda da şimdi kızıyla yine evvelkine benzer çocukluklara bir ihtiyaç uyanıvermişti: “Ben senin çocuğun olayım,” diyordu; “koskocaman bir bebek! Sen de benim annem, mini mini bir anne...” Sonra bir çocuk ihtirazıyla elini uzatıyor, Nihal’in salkımından bir tane koparıyor ve bu bir hiçten çıkarılan adi oyun, onlara o kadar hoş geliyordu ki ikisi de her defasında gülüyorlardı. Yemekten sonra Mlle de Courton, Nihal’e diyordu ki: “Sizi tebrik ederim, çocuğum, işte sizi her vakit öyle görmek isterim. Sabahtan beri asabınızın o tuğyanıyla beni o kadar korkuttunuz ki...” Nihal güldü: “Oh! Onlar hep bir latifeden ibaretti. Bülent!.. Haydi bakalım, bir oyun!.. Ben sabahtan beri hiç koşmadım...” Şimdi Firdevs Hanım beraber getirilip sandalda unutulan hamak için Behlül’e rica ediyordu: “Sandal orada olmalı...” Hamağın bir ucu şu ağaca, bir ucu buraya bağlanacak, Firdevs Hanım yatacak, Behlül onu yavaş yavaş sallayacaktı. Behlül soruyordu: “Ninni de söyleyecek miyim?” Firdevs Hanım bu suale fazla bir mana verdi, yelpazesiyle Behlül’ün eline hafif bir darbe indirdi: “Sizinle görüşmek tehlikeli…” –sonra birden aklına bir fikir geldi– “Kolunuzu bana verseniz, sandala kadar beraber gidelim, biraz yürümüş olayım...” Şimdi bir genç kız vaziyetiyle, biraz yorgun bir edayla Behlül’ün koluna asıla asıla yürüyordu. Bihter uzaktan seslendi: “Anne! Nereye gidiyorsunuz?” Onlar cevap vermediler. Adnan Bey’le Nihat Bey, Nihal’le Bülent’in oyunlarına iştirak ediyorlardı; Mlle de Courton: “Lakin bu çılgınlık!” diyordu. “Yemekten sonra, bu sıcakta, Nihal, hasta olacaksınız, Bülent sizi koşmaktan menediyorum...” Fakat onlar dinlemiyorlardı. Matmazel de Courton’un sözünü Bihter kesti: “Bırakınız, Matmazel! Daha iyi, Nihal biraz oynasın, sabahtan beri büsbütün başka türlüydü.” İhtiyar mürebbiyeye, genç kadın manalı bir nazarla bakıyordu. İkisi yan yana ayakta duruyorlardı. Peyker ötede, Katina’yı serbest bırakmak için Feridun’u seccadenin üzerine yatırmış, kendisi de yanına uzanmıştı. Adnan Bey’le Nihal, Bülent’le Nihat Bey iki muharip fırka teşkil etmişlerdi. Bülent’in tiz sesi sayıları haber veriyordu: “Dört!.. Beş!..” Genç kadın birden bir mahrem edası kesbeden bir sesle ihtiyar kıza sordu: “Matmazel! Nihal’in nesi vardı, rica ederim? Siz ki her sırrına vâkıfsınız...” Bu sesin edasında saklanamayan bir cidal şemmesi vardı ki Mlle de Courton’un hassasiyetinden firar edemezdi. Sükûnla cevap verdi: “Nihal kadar bir çocuğun ne sırrı olabilir ki, Madam... Nihal’in hiçbir sırrı olmadığı için her şeyine vâkıfım, herkes de benim kadar vâkıftır, zannederim.” Bihter, başını kaldırarak manalı bir tebessümle ihtiyar kızın sakin çehresine baktı: “Benim daha ziyade tecessüsümü davet ediyorsunuz, Matmazel. Ben Nihal’in hissiyatına vâkıf olmakta, anlaşılan, herkesten sonraya kalıyorum. Bir müddetten beri onda öyle ufak tefek şeyler, hele bu sabahtan beri öyle tuhaf küskünlükler görüyorum ki... İnanır mısınız? Matmazel, size bir şey itiraf edeyim, bazı günler öyle zannediyorum ki evin içinde çocuğun zayıf asabından istifade etmek isteyenler var.” –Bihter’in tebessümüne daha ziyade bir kuvvet geliyordu– “Mesela aleyhimde olmaları şüphesiz bulunan bütün o hizmetçiler... Siz bilirsiniz ki Nihal’i sevmek, kendimi ona sevdirmek için bir kadın için mümkün olabilen şeylerden fazlasını ben yaptım, hâlâ yapıyorum, değil mi Matmazel?..” Mlle de Courton’la Bihter arasında böyle bir hasbihal birinci defa olarak vuku buluyordu. Birden ihtiyar kız kendisini bir üvey ana ile kız arasında, müşkül bir vaziyette bulmuş oldu; birden hissetti ki bugün şurada, bu sahra âleminde, şu top oyununun karşısında cereyan eden bu muhavereyle artık evin içinde vaziyeti değişmiş ve o zaman artık kendisi için tahammülü muhal bir hayat başlamış olacak. Nihayet o korkulan şey, bir seneden beri teahhur eden, fakat muhakkak vukuu izale edilemeyecek olan şey, nihayet işte başlıyordu. Bihter’le Nihal birbirini tırmalamak ihtiyacıyla kaşınan tırnaklarını çıkarıyorlardı. İhtiyar kız kendi kendisine diyordu ki: “Kabahat kimde? Hiç!.. Vakanın kendisinde... Üvey ana ile kız! Lakin bu insanların hayatı tarihiyle beraber başlamış bir mudhike yahut bir faciadır. Bihter’le Nihal arasında bu oyun nasıl bitecek? Korkarım ki biri için mudhike diğeri için facia olmasın...” Bihter’e bir daha bir muhavereye imkân bırakmayacak bir surette cevap vermek istedi: “Madam, siz vazifenizi o kadar güzel ifa ediyorsunuz ki Nihal’i sevmekte de, kendinizi ona sevdirmekte de tamamıyla muvaffak oluyorsunuz. Zannetmem ki Nihal’in zayıf asabından istifade etmeye kalkışacak olanlar bulunabilsin. Nihal’de eğer sizin için endişeye bâis olacak ufak tefek şeyler görüyorsanız bunları başkalarının tesirine hamletmekten ziyade o zayıf asabın kendisine atfetmek daha makul olur zannediyorum. Evin içinde öylelerini tanırım ki...” –ihtiyar mürebbiye kimden bahsettiğini anlatmak isteyen nazik bir tebessümle maksadını teşrih ediyordu– “Evet, öylelerini tanırım ki vazifelerine sizin kadar mütekayyittirler ve icrasında sizin kadar muvaffak oluyorlar.” Bihter ufak bir can sıkıntısını saklayamadı. Şimdi onun ellerinde asabi hareketler vardı, Nihal’in fırlattığı topu nazarıyla takip ederken elleri baş örtüsünün ipek püsküllerini hırpalıyordu. Kuru bir sesle dedi ki: “Matmazel, dolaşık cümlelerden hiç hazzetmem. Kimden bahsediyorsunuz?” İhtiyar kız derhal cevap verdi: “Hiç dolaşık değil, pek sade bir cümle. Ezcümle kendimden bahsetmek istiyorum.” Şimdiye kadar aralarında zarafete mugayir bir küçük kelime, bir ufak hareket cereyan etmemiş olmakla beraber ihtiyar kızla genç kadın hiç sevişmemişlerdi. Mlle de Courton herkesi sevmek zaafıyla beraber Bihter’le münasebetlerinde kendisini ürküten bir şey hissederdi; hissederdi ki bu kadın kendisini sevmiyor, Nihal üzerinde hükmünü yürütmek için onun vücudunu bir mâni addediyor. Bu çocuğa, ihtiyar kız kalmış olmak hüsranının tek neşvesi, akim ömrünün münferit bir şükufesi nazarıyla bakmamış olsaydı, o biçare ruhunun ana olamamak ebedi cerihasına Nihal’in muhabbetinden tesliyet katreleri serpilmiyor olsaydı, ta bu izdivacın tasavvuru başlangıcında hepsini orada kendi hallerine bırakacak, buradan kaçacaktı. Fakat o zaman, yarabbi! Nihal, kimsesiz, bu fırtınanın içinde elleri bir tahta parçası bile bulamayarak, ne yapardı? Nereye asılır, bir sine şefkatine dökülmek isteyen yaşlarını nereye serperdi? Muhavere orada kalmış oldu. Bihter bugün, sebebini pek iyi tayin edemeyerek, kendisinde öyle bir taşmak, birisiyle kavga etmek, bir hırçınlık yapmak ihtiyacı keşfediyordu ki ihtiyar mürebbiyeye bir kelime fazla söyleyecek olursa kendisini zapt edememekten korkuyordu. İki kadın öyle, ayakta, hariçten bir vesile zuhur etmedikçe birbirinden kaçmış olmak istemeyerek oyunu seyrediyor gibi durdular. Ötede seccadenin üstünde Peyker uzanmış Feridun’u yuvarlıyor, beride nihayet getirilip ağaca bağlanan hamakta Firdevs Hanım, Behlül’ün lütfuyla sallanıyordu. Hava şimdi büsbütün ağırlık kesbetmişti. Sahra, nefes alamayan bir sine ıstırabıyla, güya çatlayacak bir gerginlikle, şişkin, duruyordu. İki kadının arasında beş dakikadan beri devam eden sükût bu sıcak havanın kasvetine başka bir ağırlık ilave ediyor gibiydi. Bihter bir şey söylemiş olmak için: “Ne sıcak!” dedi. “Bugün geldiğimize pek fena ettik. Şu dakikada kendimi evde uyuyor bulmak istiyorum.” Mlle de Courton cevap verdi: “Evet, Madam! Bunaltıcı bir hava, bugün akşama kadar bilmem ne yapılacak?” İkisi de biraz evvel cereyan eden muhavereyi unutmuş oldular.
***
Bugün akşam üzeri avdet ederken Behlül bir aralık yalnız yürüyen Peyker’e yaklaşarak dedi ki: “Sandalda beni yanınıza kabul edecek misiniz? Yoksa yine taciz eden bir kedi gibi kovulacak mıyım?” Peyker gülerek cevap verdi: “Kediler insanı eğlendirdikleri müddetçe pek iyidir, fakat taciz etmeye başlarlarsa...” “Kovulurlar, değil mi?.. Ben size söyleyeyim mi, siz beni ne için kovuyorsunuz? Çünkü benden korkuyorsunuz, demek bana karşı büsbütün kayıtsız değilsiniz. İtiraf ediniz, bakayım, itiraf ediniz ki bana karşı tamamıyla kayıtsız değilsiniz...” Peyker zapt olunmuş bir kahkaha içinde sordu: “Bunu size farz ettiren nedir? Ben de bunun aksine kendimi size karşı o kadar kayıtsız zannediyordum ki dünyada bir kadın ancak o kadar böyle olabilir.” “Evet, bir kadın!.. Fakat unutmayınız ki bir kadın kendisine bütün gençliğinin samimiyetiyle kalbini vermek isteyen, ruhunun bütün garam hummasıyla ayaklarına atılarak nihayet aşkının feryadını saklamamaya müsaade dileyen bir biçareye karşı hiçbir zaman tamamıyla kayıtsız kalamaz.” Peyker gülüyordu: “Facia âşıklarına mahsus bir lisan...” Sonra artık bu latifeyi burada bırakmak isteyen bir sesle ilave etti: “Behlül Bey! Müsaade eder misiniz, size söyleyeyim? Siz fena terbiye almış bir çocuktan başka bir şey degilsiniz...” Behlül’ün cevabını işitmemek için kocasına bağırdı: “Nihat! Sandallar nerede, rica ederim? Yorgunluktan düşeceğim...” |
0% |