@halitziyausakligil
|
Nihal piyanosunda bir sürat temrininin velvelesi arasında başını çevirmeden mürebbiyesine sordu: “Matmazel! Bülent bugün kaçta gelecek?” Bir haftadan beri Bülent mektepteydi. Çocuğun mektebe verilmesinden o kadar bahsedilmiş, Bülent, Behlül’den teneffüs zamanlarının eğlencelerine, avluların güneşleri, tozları içinde bir alay çılgınla beraber bitmez tükenmez oyunlara dair tuhaf hatıralar dinleye dinleye bu mektebe verilmek fikrini o kadar sevinçle telakki etmişti ki nihayet bir gün çocuk artık bir hafta sonra yalnız bir gece için avdet etmek üzere yalıdan ayrılırken Nihal’le güle güle öpüşmüşlerdi. Bülent’i o kadar sevindiren şey, Nihal için de sevinmeye bir vesile olmuştu. Lakin o gün Bülent, yalının kapısından çıktıktan sonra Nihal pencereye koşmuş, arkasından bakmıştı. Bülent, önünde bugünden başlayarak açılacak olan o Behlül’den dinlenilmiş eğlencelerden mürekkep yeni ufka bir an evvel vasıl olmak için rıhtımın taşları üzerinde koşarak gidiyordu; başını çevirip, arkasından bakan ablasına son bir selam göndermek aklına bile gelmemişti. O zaman Nihal’in ruhunda derin bir şey sızladı. Bülent, artık rıhtımın köşesinden dönüp kaybolduktan sonra Nihal hâlâ bakıyordu. Akşam sofrada yerini, gece odalarında yatağını boş görünce ağlamak hevesini duymuştu. Demek bu gülünecek bir latifeden başka bir şeydi? Demek artık bu iki arkadaşın arasında bir deniz, uzun bir mesafe, yüksek duvarlar, yabancı bir hayat peyda olmuştu. Onun başka dostları, başka sevdikleri olacak, ona ablasından başka adamlar karışacak, gece ablasından başka çocuklarla yatacak, her şey, her şey başkalaşacaktı. O zaman bu küçük vakanın mahiyetini tahlil edememekle beraber ruhu bütün hükmünü hissetti: Onlar yalnız ayrılmış değil, ruhları birbirinden uzaklaşmış olacaktı; kalplerinin bütün tellerinde mevcut rabıtalar birer birer çözülecek, hayır, bunlar Nihal’de kırılacak, parçalanacaktı. O gece, artık odasında yalnız, yatağının içinde uyuyamayarak, bunları düşünürken kendisini dünyada yapyalnız kalıvermiş kıyas ediyor, bu yalnızlığın bütün acılığını duyuyordu, lakin Bülent’i ona bırakamazlar mıydı? Bu mektep meselesi ne için icat edilmişti? Çocukları böyle evlerinden, onları kucaklamakla mesut olan kollardan ayırıp mekteplere mi atmak lazımdı? Hayat bu muydu? İki kalbi kendi hallerine bırakmamak bu hayatın zalim bir kanunu muydu?.. Bülent’in mektep meselesi icat olunduktan sonra babasından hep böyle, hayata dair nutuklar işitmişti. Hayat... Hayat... Bu ne demekti? Bu o kadar fena bir şey miydi? Mini mini muhakemesinde hayat bir şekil ve suret alıyor; uzun yırtıcı tırnaklarıyla, korkunç, yakıcı gözlerle mühib bir canavar oluyor; sonra insanlar, şaşırmış, çıldırmış, bunun tırnaklarının kancalarından kurtulamıyorlar, gözlerinin ateşlerinden kaçamıyorlar. İşte annesini bu hayat almıştı, yine bu hayat babasını değiştirmişti; sonra yine o, hep o, Bülent’i tırnağına takmış, ta uzaklara atmıştı. Muhakemesinin bütün bu hükümleri bir aralık bir noktaya saplanıp kalıyor ve kendi kendine: “Eğer o gelmeseydi hayat bizi rahat bırakacaktı...” diyordu. Evet, bunların bütün mesuliyetini, hatta annesizliğini, her şeyi, her şeyi ona atfediyor, “Oh! Bu kadın!...” diyordu. Artık düşünceleri bulanıyor, uyuyordu; birden odasının kapısında muhteriz bir elin tahtayı tırmaladığını hissetti. Silkinerek sordu: “Kim o? Sen misin Fındık?..” Fındık cevap veriyordu. Bu gece Fındık ona yalnızlığını unutturmak için refakate geliyordu. Bu gece Fındık’a şu refakati için ne kadar, ne kadar müteşekkir olmuştu! Ertesi gün sabahleyin erkenden Nihal, babasının iş odasından takvimi almış, Behlül’ün odasına giderek onunla beraber mektebin bütün tatil günlerini kırmızı kurşun kalemiyle işaret etmişti. Bugün ancak akşamüzeri geleceğini bilmekle beraber sabahtan beri onu bekliyordu. Mürebbiyesi cevap verdikten sonra kendi kendisine: “Daha beklemeli!” dedi. Mlle de Courton ötede, kendisine yünden yarım bir eldiven örüyordu. Uzun bir müddet sürat temrininin velvelesinden başka sofada bir şey işitilmedi, yalnız Fındık mürebbiyenin dizinden kayıp yuvarlanan yün yumağını pençesinin bir şamarıyla oradan oraya fırlatıyor, kuyruğunu dikerek arkasından atılıyordu. Birden, Nihal iskemlesinin üzerinde döndü: “Matmazel!” dedi, “Bakınız, aklıma ne geldi? İtiraz etmeyeceksiniz, değil mi? Siz ilk önce itiraz etseniz bile sonra yine muvafakat edersiniz. Bugün doğrudan doğruya muvafakat ediveriniz, olmaz mı? Bahsederim ki aklıma gelen şeyi anladınız...” Mlle de Courton dedi ki: “Çocuğum, aklınıza ekseriyet üzere o kadar garip şeyler gelir ki siz söylemeden keşfetmek mümkün değildir.” Şimdi Nihal iskemlesinden kalkmış, mürebbiyesini daha kolay kandırmak için yanına yaklaşmıştı: “Anladınız! Anladınız, işte gülüyorsunuz... Ne olur, sanki?.. Daha onların mektepten çıkmasına iki saatten ziyade var. Sizinle buradan vapura binerdik, doğru Beyoğlu’na... Düşünün bir kere, Bülent mektepten çıkar çıkmaz bizi karşısında görünce... İşte, işte, itiraz edemiyorsunuz, muvafakat ettiniz... Ben beş dakikada hazırım, Matmazel!” Bir söz söylemesine meydan bırakmadan Nihal, ihtiyar kızın boynuna sarıldı ve iki yanaklarından öptü. Sonra koşarak merdivenlerden aşağı bağırdı: “Beşir! Haydi, Bülent’i almaya gidiyoruz...”
***
Nihal istiyordu ki Bülent mektep hayatını en küçük şeylerine kadar anlatsın. Suallerin arkası alınmıyordu: Mektep nasıldı, neler yiyorlardı, gece nasıl uyuyorlardı, muallimlerinin isimleri, şekilleri neydi?.. Hemen dostlar bulmuş muydu? Komşuları kimlerdi?.. Bu isimleri hep zapt etmek, Bülent’in mektep hayatına uzaktan iştirak edebilmek için en küçük teferruata kadar tekrar tekrar izahat almak istiyordu. Bülent, mektebe yeni girmiş bütün çocuklara mahsus sahtekârlıkla, bütün tafsilatı süsleyerek, mektebe ait tasvirlerini mübalağalara boğarak, küçük küçük yalanlarla muhatapta bir gıpta uyandıracak renkler vererek anlatıyordu. Mektep azim, ucu bucağı bulunamayan bir bina oluyor, teneffüs avluları her biri Bebek Bahçesi’ni dört kere içine alacak kadar cesamet kesbediyor, muallimler, mubassırlar hep koca koca, iri iri adamlar oluyorlardı. Ondan sonra çocuklar... Kim bilir onlardan ne kadar vardı? Sayılabilecek kadar değildi ki... Dört bin tane mi? Hem hepsi tuhaf, güzel, naziktiler. Şimdiden hemen yarısıyla dost olmuştu. İsimlerini haber veriyor, Namık Bey’in bir hikâyesinden, Raşit Bey’in bir vakasından bahsediyordu. Hele yemekler... Her akşam tatlı vardı. Dün akşam revaniye benzer bir şey yemişlerdi, ömründe böyle güzel tatlı yememişti. Artık Hacı Necip’in tatlılarından yiyemeyecekti. Nihal: “Ya beni, beni hiç aramadın mı?” diyordu. Oh! Nasıl aramamıştı? İlk gece bütün yatağında yavaş yavaş, komşular duyup da eğlenmesinler diye hiç sesini çıkarmayarak ağlamıştı. Bülent bunu söylerken ablasına sokuluyor, iki kardeş o gece hep birbirini düşünmüş olmaktan rikkat duyarak öpüşüyorlardı. Nihal: “Bana mektepten mektup yazsan olmaz mı?” diyordu. “Her gün küçük bir kâğıt, iki üç satır...” Bu fikir Bülent’in hoşuna gitti: “Ne iyi olur. Sen de bana yazarsın, değil mi abla?” diyordu. Sonra bu muhaberenin zorluklarını düşündü: “Lakin bu mektupları kim getirip götürecek?” Nihal ona da çare buluyordu: “Saklarsın, gelirken, beraber getirirsin…” diyordu. Bu muhabere tarzını yeni icat etmiş olmaktan ikisi de o kadar müftehirdiler ki o gün evin içinde Adnan Bey’den başlayarak herkese haber verdiler.
***
O günden sonra Nihal’in eğlencelerinden biri her sabah Bülent’e küçük bir mektup yazmak oldu. Behlül’den yalvararak bir kutu mektupluk kâğıtla zarf almıştı; yatağından atladıktan sonra bunlardan birine üç satırlık, nihayet bir sahifelik yazacak sermaye bulur, zarfına kor, üstüne: “Ablasından Bülent’e,” der, yazıhanesinin üstüne dizerdi. İkinci hafta nihayetinde cumartesi günü sabahleyin yazılan mektup şuydu: “Bugün Şakire Hanım’ın mutfağına gireceğim. Geçenlerde ev idaresi kitabımda Matmazel’le beraber bir İngiliz tatlısının tarifini okumuştuk. Senin için ondan yapacağım. Bakalım, mektebin revanisinden daha güzel olmayacak mı?” Bugün Mlle de Courton mümkün değil Nihal’i bu fikrinden döndüremedi. Mutlak, mutlak Bülent’e öyle bir tatlı yapacaktı ki mektebin revanisinden daha güzel olsun. İhtiyar mürebbiye: “Lakin çocuğum,” diyordu; “bu tarifler okunurken pek âlâdır, yapmaya kalkışınca pek fena olur.” Nihal, Şakire Hanım’ı fikrine teşrik etmek için aşağıya indi. Onun odasına doğru gidiyordu. Karşısında Cemile’yi gördü. Çocuk Nihal’i görür görmez bir şey söylemeyerek geri döndü ve koşarak odalarına girdi. Nihal orada bir telaş olduğunu işitti, sonra, o henüz odaya girmek üzere iken kapıyı içeriden kapadılar ve kilitlediler. Bu o kadar garip bir suretle olmuştu ki Cemile’nin bir oyunu olmak üzere telakki edilmek mümkün değildi. “Cemile!.. Cemile!..” Cemile cevap vermiyordu. İçeride fısıltılar, telaşlar vardı. Ne oluyordu? Ne için Cemile ondan kaçmış, bu odayı, bu odadakileri ondan gizlemek istemişti? Nihal birden sabırsızlandı. Mutlak, mutlak görmek, anlamak istiyordu: “Cemile!” dedi, “Ne için kapıyı kilitledin, sanki? Seni oraya girerken görmedim mi zannediyorsun? Kapı açılmamakta devam ettikçe onun içinde bir şey eziliyor gibiydi. Nihal’de böyle birden tuğyan ediveren tecessüsler vardı ki derhal tatmin edilmezse onu ağlamaya, tepinmeye sevk ederdi. Eliyle kapının topuzunu kavrayarak sarsıyordu. Ve artık darılarak bağırıyordu: “Cemil! Cemile! A, ne için açmıyorsun?” Şimdi içeride birçok fısıltılarla istişare ediyorlar gibiydi. Bir şeyin kapandığı işitildi. Sonra birden Nihal, kapıya bir elin temasını hissetti, anahtar kilidin içinde yavaşça döndü ve kapı açıldı. Hep oradaydılar: Şakire Hanım’la Nesrin, Şayeste ile Beşir, Cemile... Büyük bir kabahat esnasında yakalanmış gibi perişan bir vaz ile ona bakıyorlardı. Nihal ilk önce anlamadı. Sonra odanın indirilmiş perdelerini, yerden çıkarılarak toplanmış keçesini, sökülmüş karyolayı, ortada yığılmış bohçaları, yerlerinden çekilmiş sandıkları görünce kendisinden saklanan bir şeyin hazırlanmak üzere olduğunu anladı. Dudaklarında çıkmaktan ihtiraz eden bir sual titreyerek, Nihal, hepsine ayrı ayrı bakıyor, sanki onun sormasına hacet bırakmadan birisinin izah etmesini bekliyordu. Nesrin duramadı, artık şimdiye kadar durdukları, bu çocuğu bütün o gizli konuşmaların haricinde tuttukları yetişmiyor muydu? Şakire Hanım’a bakarak dedi ki: “Söylemeyeceksiniz de ne olacak, sanki? Biraz sonra sizi burada görmeyince hepsini anlamayacak mı? Söyleyivereyin de bitsin...” Bir kere başladıktan sonra artık duramadı ve söylemek vazifesini başkalarına bırakmayarak Nihal’e döndü: “Gidiyorlar, artık bu evde oturamayacaklar. Sade onlar değil, bu evde hiçbir kimse oturamayacak. Biz şimdi hepimiz göze batıyoruz. Anlıyorsunuz a, kimin gözüne batıyoruz... Birer birer hep kolumuzdan tutularak, sokağa atılacağız. Bizden kurtulduktan sonra artık rahat etsinler...” Nihal ayakta duramamıştı. Ortada sandıklardan birinin üstüne oturdu. Ezilmiş gibiydi. Hiç beklenilmeyen bu vaka onun nazarında azim, müthiş bir musibet ehemmiyetini alıvermiş, onu şaşırtmıştı. Demek gidiyorlardı. Hep böyle gideceklerdi. İşte Bülent de gitmemiş miydi? Bütün bu etrafındakiler gidecekler de yalnız o mu kalacaktı? Bir kişi, dostsuz, refiksiz, hamisiz, yapyalnız... Lakin bu kadın, yarabbi! Ne yapıyordu ki onun, Nihal’in, sevdikleri hep böyle kollarından tutulup sokağa atılıyordu? Artık hep söylüyorlardı. Şakire Hanım, oraya, Nihal’in karşısına çömelmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Karışık bir lisanla, biri tarafından başlanıp diğeri tarafından ikmal edilen cümlelerle o güne kadar Nihal’den sıkı bir ihtiyatla saklanan küçük küçük şeyler, bütün hizmetçiler için hanımlardan şikâyete vesile olan bin türlü hiçler, beyden işitilen bir tekdirle hanımın bir gün tesadüfle fark olunmuş bir fısıltısı arasında kurulan münasebetler, sade bir nazardan çıkarılan fazla manalar, daha sonra bir göğüs geçirilmesiyle izahından vazgeçiliyor zannettirilen sanki daha mühim vakalar, bütün bu bir yığın şikâyet Nihal’in önüne dökülüyor, “İşte görüyor musunuz? Bunlarla bizi kaçırıyorlar, öldürüyorlar, hem bunlar sizin gözlerinizin önünde cereyan ediyor da siz bizi himaye etmiyorsunuz,” demek isteniyordu. Ona böyle dinletilen hiçler müfrit bir tesir kesbediyordu. Bu nakledilen şeyler hep insanı kaçırmak, öldürmek için kâfi bulunuyordu. Lakin o böyle durup aczinden ellerini kilitleyerek yalnız dinlemekle mi kanaat edecekti? Bir şeyler yapmayacak mıydı ki bunları kaçmaktan, ölmekten menetsin? Öyle bir şeyler bulup yapmak istiyordu ki her iş birden değişiversin, yine eski hayat, o eğlenceleriyle, neşveleriyle, Bülent’in kahkahalarıyla yine o eski hayat başlasın. Fakat ne?.. Evet, ne yapmak lazım geliyordu?.. Şakire Hanım’a dedi ki: “Hayır, gitmeyeceksin, anlıyor musun? Siz giderseniz ben ne yaparım?” Bunu söylerken Cemile’ye bakıyordu. Cemile de ağlamamak için gözlerini indiriyordu. Ona izah ettiler: Artık gitmemek mümkün değildi. Süleyman Efendi bir iş bulmuştu, Eyüp’te bir ev tutmuşlardı, hatta eşyayı almak için rıhtımda bir pazar kayığı bile bekliyordu. Şayeste, Nesrin, Şakire Hanım’ın gitmesini münasip buluyorlardı. Yalnız Beşir, ara sıra bir söz söylemek hevesiyle Nihal’e bakıyor, sonra, cesaret edemeyerek, yine susmaya karar veriyordu. Onlar, artık kalmak mümkün olmadığını izah ettikten sonra Nihal sustu, dalgın bir nazarla Şakire Hanım’a, Cemile’ye, bütün toplanan eşyaya baktı ve birden ayağa kalkarak: “Oh!.. Siz beni sevmiyorsunuz,” dedi, “sevseniz böyle gitmek istemezsiniz...” Başka bir kelime ilave etmeyerek, artık hiçbirinin yüzüne bakmayarak çıktı. Şimdi hepsine birden küsmüştü. Onu böyle bırakıp gitmek isteyişlerini affetmiyordu. Odadan çıktıktan sonra Bülent için yapılacak tatlı aklına geldi. Artık bu mutfak eğlenceleri de bitmiş olacaktı. Oraya Şakire Hanım’ın mutfağı denilmeyecekti; ihtimal orasının da anahtarı alınacak ve diğer anahtarların yanına, o Bihter’in belinde sallanan zincire takılacaktı. Babasının odasının önünden geçerken birden durdu. Oraya girse ve söylese?.. Lakin ne söyleyecekti? Söyleyecek bir şey, yüreğinin acısını ifade edebilecek bir kelime bulamıyordu. Kapı açıktı, başını uzatarak baktı. İşte odada yalnız, o, yalnız babası vardı; oraya girer ve onun kollarına atılarak: “Hayır! Ben istemiyorum, gitmesinler!..” diyebilirdi. Girmedi... “Nihal, ne için gelmiyorsun?” Cevap veremedi. Kaçmak istedi, kaçamadı, bir ihtiyaç onu babasına sevk ediyordu, odanın ortasına kadar ilerledi, sonra daha ziyade gidemeyerek durdu. Adnan Bey birden, mutat haricinde bir vaka olduğunu anlamıştı. Baba kız birbirine baktılar. Nihal, yavaş ve helecandan örtülü bir sesle: “Baba,” dedi; “Şakire Hanım’la Süleyman Efendi gidiyorlarmış...” “Evet, kızım!..” “Ne için gidiyorlar, babacığım?.. Hep böyle gidecekler mi? Geçen hafta Bülent gitti, bu hafta onlar, gelecek hafta kim bilir kimler... Ben, ben ne yapacağım, baba?.. Ben yapyalnız mı kalacağım?..” Sakin, mazlum bir sesle söylüyordu. Adnan Bey, bu suretle başlayan muhaverenin tehlikelerini anladı. Muhavereyi devam etmek istidadından tecrit etmek istedi. Biraz sert, biraz ciddi cevap vermiş olmak için: “Sen hiç yalnız kalmıyorsun. Şimdi senin bütün o çocukluk arkadaşlarına tercih olunmak icap eden bir dostun, bir refikin var. Hem, kızım, rica ederim, bu kabilden şeylerde biraz muhakemeye lüzum görmelisin. Süleyman Efendi ölünceye kadar bir uşak sıfatıyla kalamazdı, değil mi? Onu bir ev sahibi olmaktan, bir iş bulmaktan menedebilir miydim?..” Nihal şimdi oraya, bir yer iskemlesine oturmuş, babasına bakıyordu. Adnan Bey hafif bir tebessümle bu suallerin cevabını beklerken o, hissiyatını ifade edecek kelime bulamıyordu. Demin önüne dökülen şikâyetleri o da burada babasının önüne dökmek, “İşte görüyor musunuz? Onlar dediğiniz şeyler için değil bunlar için kaçıyorlar...” demek istiyordu; fakat şimdi dimağının bütün faaliyeti donmuş gibiydi. Başının içinde bir buz tabakası vardı ki tersine çevriliyordu, iskemlesinin üzerinden kayıyor, vücudunu zapt edemeyerek derin bir yere düşüyor zannetti. Birden, orada, daha ziyade kalırsa, bayılmaktan korktu; ayağa kalktı, bir kelime söylemeyerek çıktı. Mlle de Courton’un odası kapalıydı. Ona haber vermeyerek uzaklaşmayı daha münasip buldu, yavaşça geçti, odasına girdi. Sallanıyor gibiydi. Ne oluyordu? İki elleriyle başını tuttu. Şimdi, ta kulaklarının arkasında, iki tarafında birer nokta vardı ki bir burguyla deliniyor gibiydi. Soyunmadan yatağının üzerine, arkası üstü yattı.
***
Öğleyin oluyordu. Mlle de Courton, Nihal’in tatlısından bir haber almak üzere aşağıya inmek için hikâyesinden başlanmış bir babı bitirmeye çalışıyordu, birden odasının yanında birisinin geniş bir nefes aldığını hissetti: “Nihal, sen misin çocuğum?..” Kimse cevap vermiyordu. Yanılmış olduğuna hükmetti. Gözleri hikâyesinin satırlarını takip ederken kulakları hep öyle birisinin geniş geniş, uzun uzun nefesler aldığını zannediyordu. Kitabını elinden bırakarak kalktı, aralık kapıyı açtı. Nihal yatağında uyuyordu. İhtiyar kız şaşırdı. Çocuk ne vakit gelmiş, ne vakit yatağa yatmış, hususiyle ne için uyumuştu: “Nihal!.. Çocuğum niçin uyuyorsun?..” Yatağın yanındaydı, eğilmiş bakıyordu; o zaman birden, bu vakitsiz uykunun karşısında titredi. Nihal’in yumrukları sıkılmış, iki kolları dik ve düz uzanmış, dudakları bir öksürüğü zapt etmek için gibi çenesinde bir çekiklikle kısılmıştı. Birden Nihal’in eski hastalıkları aklına geldi, o ufak tefek teessürlerin, mariz sinirlerinde ifrat kesbederek bu nahif vücudu aylarca devam etmiş bir hastalık kadar ezen buhranları tahattur etti. Bunlardan bir tanesini, henüz Nihal sekiz yaşında iken şimdi artık tahattur bile edilmeyecek kadar adi bir sebeple başlayıp çocuğu bütün bir sene nekahete girmiş bir hasta halinde bırakan bir buhranı düşünüyordu. O vakit de böyle bir uykuyla başlamıştı. İhtiyar kız, yüreğinde bir azap düğümüyle yatağa eğiliyor, Nihal’in zayıf göğsünden sanki dâhili dalgalarla yuvarlanıp gelen ve ta boğazında, iki tarafından gerdanının cılız adalelerini sıkarak, tıkanan nefeslere bakıyordu. Nihal, böyle, yaşsız, sessiz, içinden ağlıyor gibiydi. “Nihal!.. Nihal!..” Şimdi kolonya şişesini almış, çocuğun bileklerini, ensesini oğuşturuyordu. Nihal gözlerini açtı; donuk, hâlâ uykuda bir nazarla ihtiyar kıza baktı. İhtiyar kız diyordu ki: “Ne oluyorsun, çocuğum? Ne için böyle uyuyordun?.. Bana cevap vermez misin? Bahsederim ki başına kömür vurdu. Ah! Benim küçük Nihal’im, senin öyle fikirlerin vardır ki...” Nihal hep bakıyor, tahattur edemeyerek duruyor, bileklerini kendine malik olmayan bir vücut teslimiyetiyle bırakıyordu. Sonra birden tahattur etti, ihtiyarsız bir hareketle ellerini çekti, gözlerinde bir titreme dolaştı ve ihtiyar kız iki damla yaşın, çocuğun solgun yanakları üzerinde yavaş yavaş, bir mecra tayin edemeyerek tereddütle akıp gittiğini gördü. Sonra bu yaşlardan birbirini kovalayarak ayrı ayrı katreler tevali etti ve yanaklarından kayarak, sanki mahrem bir derdin mahrem giryeleri kalmak hevesiyle, iki tarafında saçlarının arasında saklanacak yer arıyorlardı. Mlle de Courton bir kelime söylemeyerek, bir hareket etmeyerek onun serbest serbest ağlamasına müsaade ediyordu. Bu gözyaşları ona bir afiyet müjdesi getiriyor gibiydi. Nihal, böyle ta o Şakire Hanım’ın odasında, hırsından, hiddetinden çıkmaya vakit bulamayarak biriken yaşlarla uzun uzun ağladıktan sonra yatağında doğruldu. Hemen silinmekte acele eden bir tebessümle mürebbiyesine baktı: “Kim bilir beni ne kadar çocuk buluyorsunuz!.” dedi, sonra, birer birer Şakire Hanım’ın Cemile’yle beraber gittiğini, ona dinlettikleri şeyleri, büyük birer musibet vakası ehemmiyetiyle anlattı. Babasını kastetmek isteyerek ilave etti: “Oh! Artık beni sevmiyor, hep onu seviyor, o kadını... Bilir misiniz? Şimdi ben de onu sevmiyorum. Onu bugüne kadar ne için sevmişim, sanki?.. Artık buradan ben de kaçmak istiyorum. Mesela Şakire Hanım’la beraber gitmek... Onlar Eyüp’e gidiyorlarmış. Orası neresidir? Uzak, pek uzak bir yer değil mi? Ben de öyle uzak bir yer istiyorum ki... Sizinle bir kere oraya gitmiş miydik? Ne için o vakitten sonra tekrar gitmedik? Oraya yine gitsek, buradan uzak bulunsak.. Gidelim, olmaz mı, siz ve ben?..” Sonra, birden yatağından indi. Bacaklarının üzerinde kendisini o kadar zayıf bulmaktan taaccüp etti. Uzun bir hastalıktan kalkmış gibiydi. Bu zaafı tuhaf buluyordu. Gülerek dedi ki: “Yürümekte zorluk çekeceğim zannediyorum, Matmazel. Sizinle beraber sofaya çıkalım mı? Pencereden vapurlara bakardık. Bülent artık gelir, değil mi?” Beraber sofaya çıkarken yavaş sesle sordu: “Babama bir şey söylemeyeceğinizi vaat ediyor musunuz?” Bu akşam Bülent koca bir defterle geldi. Vaadini tutmuştu. Ablasına birçok mektuplar yazmıştı. Defterinin üzerinde bir güvercin, güvercinin gagasında bir zarf vardı. Bunun üzerine de Bülent ince bir yazıyla satır koymuştu: “Nihal Hanım’a mahsustur.” Bunları hep kendisi okumak istedi. Nihal, hafif bir tebessümle sakit dinliyordu. Sonra birden onu tevkif ederek haber verdi: “Bülent! Biliyor musun? Evin içinde yeni bir vaka var: Şakire Hanım’la Cemile gittiler.” Bülent omuzlarını kaldırarak: “Biliyorum,” dedi; “Beşir’den haber aldım: O da annemle uğraşmasaydı...” Nihal, ihtiyar haricinde bir hareketle Bülent’in defterini itti, bugünün en büyük yarasını Bülent’in bu sözü açmış oldu. Nasıl? Demek o kadını haklı buluyordu, öyle mi? Annesi!.. Lakin onu büyüten, ona bakan, ta doğduğu günden beri annelik eden Şakire Hanım’dı. Bunun mükâfatı işte bu sözdü, öyle mi? Annesi!.. O kadın... Bir kelime söylemeyerek çocuğun yüzüne bakıyordu. Tekrar defteri itti: “Artık istemem, yoruldum!..” Bülent anlamayarak soruyordu: “Sen, sen bana mektup yazmadın mı, abla?..” Nihal yalan söyledi: “Hayır, yazmadım. Bu o kadar gülünç bir şey ki…” dedi. Kalbinde bir damar kopmuş zannediyordu. Bülent’i şu dakikada daha ziyade görmek istemedi: “Bülent!” dedi; “Babanın yanına gitmez misin?” |
0% |