
1907 yılı 13 Haziran günü, söğüt ağaçlarının altında uyanan iki arkadaşın bakışlarından buraya nasıl geldiklerine dair bir fikirleri olmadığını anlayabilirdiniz. Ceketine düşen otları temizlemekle meşgul olan genç adam hırıltılı bir sesle konuşmaya başladı.
‘’ Ah Behlül ah! Başımıza ne geliyorsa hep bu meletin yüzünden…Dünyanın tüm renklerini toplamış, insan fikrini ve ruhunu hudutların ötesine götüren bir kapının yegane anahtarını tutuyorsun!’’
Şapkasını tekrar yüzüne kapatıp, kurumuş ağaca sırtını dayayan Behlül güldüğünü belli eder bir şekilde cevap verdi.
‘’ Bahsettiğin sadece şaraptır!’’
Konunun bu kadar kısa kapanmasına aldırmayan genç adam ellerini yüzüne doğru götürdü. Şakaklarını yarıp kafasının içinde büyüyen bir ağrıyla cebelleşmeye başlamıştı. Gözlerini ansızın arkadaşına dikti.
‘’ Biz hala neden duruyoruz!’’ diye bağırdı. Behlül şapkasını aşağı doğru indirip canhıraş bir şekilde bağıran arkadaşına baktığından neyi kast ettiğini anladı. Ellerinden destek alarak doğruldu ve üstünü başını çırptı. Kısa sürede toparlanan iki arkadaş koşar adım yürümeye başlamışlardı.
Moda ve Galatasaray arasında oynanacak futbol maçına, Behlül ve Hüsrev gibi diğer insanlarda tanıklık etmek için Papaz Çayırı’nın etrafında toplanmışlardı. Futbol ile yeni yeni tanışan halk bu oyunu oldukça sevmişti. Özellikle Ali Sami bey öncülüğünde, Türk olmayan takımları yenmek gayesi sloganıyla yüklesen Galata Sarayı efendileri gün geçtikçe yandaşlarını arttırıyordu. Toz bulutunun kalktığı bu yerde, mücadele kıran kırana başlamıştı. Galatasaray rahat oynuyor, peş peşe bulduğu gollerle müsabakayı önde götürüyordu. Akşam güneşi bakır renge bürünmeye başladığında skor neredeyse netleşmiş gibiydi. Farklı yenilmekte olan Moda’lı futbolcular, maçın son dakikalarında daha saldırgan oynamaya başladılar. Herkes gözlerini kırpmadan sahaya bakıyor, saha da yaşanan arbedeleri çözmeye çalışıyordu. Akşamın serin rüzgarı hissedilir olmuştu.
‘’ Geber bre, yeter!’’ diyen bir ses Hüsrev’in dikkatini çekti. Gerilerinde duran bir adam, yanı başlarında öksürük krizine girmiş olan göbekliyi omuzundan tutmuş, ileri geri sallamaktaydı. Adam hem korkudan hem de tutulduğu krizden kızarmış, titrer bir hal almıştı. Hüsrev daha fazla tahammül edemeyerek elini, omuzdaki kola doğru uzattı. Bileğinin kavranması ile irkilen adam çatık kaşların altında ki öfkeli bakışları görünce ürkmüştü.
‘’ Görmüyor musun adam belli ki hasta! Fazla debelenme!’’
Hüsrev’in sesinde tehditkar bir ton vardı. Behlül de ellerini beline dolamış, adamı boydan boya süzüyordu. Bileğini sıkan kuvvetli elin ve yanında duranın çetin ceviz olduğunu anlayan adam başını usulca öne eğdi. Hüsrev bir süre daha adama bakıp, gözlerini tekrar sahaya çevirdi. Galatasaray maçın son dakikalarında ataklarını hızlandırmış, Moda kalecisini nefes alamaz hale getirmişti. Maçın bitimine üç dakikadan az bir zaman kala, defans çizgisi üzerinden uzunca bir top orta sahanın berisinde duran Ali Sami beye doğru gönderildi. Tribündeki herkes, Ali Sami beyin top ile buluştuğu anda bir dansöz kıvraklığını valsın asaletiyle birleştirip, muazzam bir oyun kuracağının farkındaydı. Sönmeye yüz tutan güneşin son demleri havayı kaplamışken top büyük bir ivme kazanıp inişe geçti. Ali Sami bey de diğer herkes gibi gözünü topa dikmiş, ilk dokunuşu düşünüyordu. Sami beyin ayağına top eriştiğinde olabileceklerin en kötüsü oldu. Topa hareketlenen Moda’lı futbolculardan Mösyö Dikson ve Mösyö Haytong aynı anda Sami beyin ayaklarına doğru hamle yaptılar. İki Moda’lı futbolcunun yaptığı sert müdahale de ayakları yerden kesilen Sami bey acıyı iliklerine kadar hissettiğini belli eden bir haykırışla yüz üstü yere düştü. İki eliyle ayak bileğine doğru uzanmış, gözyaşıyla ıslanan toprağın ağzına-burnuna dolmasına aldırış etmeden çırpınmaktaydı. Tüm futbolcular hızlı bir şekilde Ali Sami beyin başına doğru koştular. Tribünde bu anları izleyenlerde bir heyecandan çok korku dalgası yayıldı. Bu duraksamada göbekli adam, az önce kendisini kurtardıkları için şükranlarını bildirmek istedi.
‘’ Size çok teşekkür ederim. Siz olmasaydınız suçsuz yere hırpalanacaktım!’’
Hüsrev sahada yaşananları anlamak istediği için gözlerini oraya dikmişti.
‘’ Önemli değil. ‘’
Bu kısa cevap, konuyu fazla uzatmak istemediğini gösterse de şişman adam konuşmasını sürdürmeyi seçmişti.
‘’ Önemli olmaz olur mu hiç! İnsanlar diğer insanlara hiç tahammül edemez hale geldi. Hele bir de kendilerinden biraz daha zayıf gördüler mi… İsa aşkına yaşadıklarımıza bir baksanıza…’’
Behlül, bakışlarını konuşan adama çevirdi. Bu adama karşı anlam veremediği bir sempati hissetmişti. Adamın görünüşü bir garipti. Kelleşmeye başlamış, pala bıyıklı ve koca gözlü bir adamdı. Burnu, büyük gözleri ve pala bıyıklarının arasında fındık kadar görünüyordu. Başı, gövdesine göre oldukça küçük ve elleri de boyuna göre irice durmaktaydı.
‘’ Doğru söylüyorsunuz beybaba.’’ dedi Behlül başını uzatıp.
‘’ Değil mi efendim? Sözlerimde bir noksanlık var mı?’’
‘’ Kati suretle yoktur.’’
‘’ Bendeniz Şattat.’’ dedi göbekli adam.
‘’ Şattat mı?’’
Adam bir anda Hüsrev’in de dikkatini çekmişti. Ona doğru dönerek baştan aşağı süzdü.
‘’ Evet efendim, Şattat.’’ dedi güleç bir yüzle.
‘’ Meyhanesi ile meşhur olan Şattat…Değil mi?’’ diye atıldı Hüsrev.
‘’ Evet efendim…’’
Kalabalıktan derin uğultular yükselmeye başlayınca tekrar sahaya doğru döndüler. Arkadaşlarının kolları arasında saha kenarına getirilen Ali Sami beyin çektiği acı yüzündeki çizgilerin belirginliğinden anlaşılıyordu. Futbolcular kalabalığın önüne gelene kadar bağrışmalar kesilmiş, sükûnet sağlanmıştı. Ali Sami beyi taşıyanlar kalabalığın açılması sonucu ileri de bekleyen faytona doğru koşmaya başladılar. Tam o sırada Behlül, geriden gelen futbolculardan birini kolundan kavradı.
‘’ Vaziyet nedir?’’
Arkadaşının yaşadığı talihsiz olaydan etkilendiği yüzünün atık renginden belli olan genç adam, titrek bir ses tonuyla cevap verdi.
‘’ Ayağı kırıldı..’’
Genç adamın sözleri bir anda coşkun kalabalığa tesir etti. Az önce neşeyle tezahürat yapanlar, sevinç çığlıkları atanlar sessizce sağa sola yürümeye başlamış, maçı çoktan unutmuşlardı. Hüsrev ve Behlül suskun bir şekilde faytonların olduğu kısma doğru yürümeye başlamıştı. Derin derin soluyan Şattat artlarından yetişti.
‘’ Yazık oldu…’’ dedi.
‘’Halbuki zamanı değiştirebilirdi… ‘’
Hüsrev’in gözlerinde beliren pırıltı sözlerde ki romantizmden etkilendiği içindi.
‘’ Misafirim olunuz, kederi tasayı unutalım.’’ dedi Şattat. İki arkadaş bakışlarıyla anlaştık dediler.
Sandal, içindeki yolcularla fener tutan bir çırağın dışında, dört hamlacının emrinde denizi yararak ilerliyordu. Karşıya geçmek için kayığa üşüşenler Sami beyin talihsizliğini unutmaya çalışıyor, konuşarak üzerlerine sinen hüznü dağıtmak istiyorlardı. Şattat, kim karşısındaki gençlerin kim olduğunu öğrendiğinde mutlu olmuştu.
Bu iki adam, bir tanesi Zalzade İsmail Hakkı’nın mahdumu Behlül, diğeri de Bedirhanzade Ahmed Sadi’nin oğlu Hüsrev’di. Çocukluktan beri süregelen arkadaşlıkları yıllar içerisinde perçinlenmiş, ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Tükenmeyen bir enerjiye ve durdurulamaz bir maceraperestliğe sahiptiler. Aileleri varlıklı olduğu için gelecek kaygısı gütmeyen ehli keyif adamlardı. Bununla beraber nüktedandılar ve kimse zekalarından şüphe etmezdi. Kıskanç yaratılışlı değildiler. Fakat Behlül tamamıyla realizmi savunurken Hüsrev biraz daha romantik bir yapıya sahipti. Başkentin köhne sokaklarında nam salmaları da birbirlerini bu şekilde tamamlamalarından geliyordu. Sadece yaşadıklarıyla değil, giyinişleri ile de halk arasında dikkat çekerlerdi. Behlül başında sürekli bir fötr şapka ile gezerken, Hüsrev’in de hiç çıkarmadığı külah kasketi meşhurdu. Boyları birbirine yakın sayılıp, uzundular. Güçlü, kuvvetli adamlardı ve ikisi de boksördü.
Şattat efendiye gelince, seneler boyu babasının yamağı olarak handa çalışmış, babası öldükten sonra işlerin başına geçmişti. Kıyı mahallelerden aldığı karısı genç yaşta hastalanıp, dünyadan elini eteğini çekince hayatında bir kızı kalmıştı. Çocukluğun o masum günlerinde edindiği acı tecrübeleri kızına yaşatma korkusundan evlenmemişti. Kızıyla beraber hanın işlerini yürütür, kimsenin de işine karışmazdı. Pera’nın renkli gece hayatında tanınmış bir simaydı. Paşalar, mirasyediler, beyzadeler Şattat’ın yerini mesken tutardı. Münferit hadiseler dışında bir taşkınlık da yaşanmazdı. Handa konaklamak yalnızca yetimlere mahsustu. Yetimler ise küçük yaşta çırak olarak yanına aldığı büyük ve cılızdı. Esasen Rum olsa da padişaha bağlılığı herkesçe bilinirdi. Güler yüzlü ve konuşkan bir adamdı.
Karşılıklı tanışma faslı bitmişti, gökte beliren ayın sureti denize yansımıştı. Şattat, alnında biriken terleri ipekli bir mendille silerken tatlı hikayeler anlatmaya devam ediyordu. Hamlacıların canlanmasından kıyıya yaklaştıkları belli oluyordu.
Koşuya konulmuş yağız atlar hanın kapısına geldiğinde biraz olsun soluklanma imkanı buldular. Hanın kapısından içeri girdiklerinde vakit gece yarısını gösteriyordu. Behlül, arkadaşının kolunu tuttu. Gözlerinde arsız bir parlamayla kendisine bakan arkadaşına aynı güleç yüzle baktı.
‘’ Şattat’ın meşhur şaraphanesi! Bugüne kadar nasıl gelmedik!’’
Hüsrev yüzündeki gülümsemeyi muhafaza edip hızla içeri daldı. Behlül’e de söylediği gibi Pera’nın uç noktasında bulunan bu yeri sık sık duysak da hiç gelmemişlerdi. Diğer gördüklerinden daha sade dekorları olmasına rağmen şehrin en ihtişamlı mekanlarından biri olduğu söylenebilirdi. Gözleri kamaştıran şamdanların altında ayaklı masalar, sol tarafta duran bir piyano üzerinde kıymetli olduğu çerçevesinden belli olan tablolar vardı. Girişin hemen yanında yukarı doğru çıkan bir merdiven gözükmekteydi. Merdiven bitince uzunca bir koridor göze çarpıyordu. Merdivenin takip ettiği duvar da raflara dizilen şaraplar tarihe göre sıralanmıştı. Raflar bittiğinde ise üst üste konulan fıçılar başlıyordu. Bütün bunların bulunan her boşlukta devletin bayrakları ve armalar asılmıştı. İki garson masalara hizmet ediyor, ileride ki tahta sandukanın berisinde baktıkça insanın bir daha bakası gelen bir dilber duruyordu.
‘’ O benim kızımdır, bunlar da benim yardımcılarım.’’ dedi Şattat yüzünde gururlu bir ifadeyle.
Hüsrev etrafa hayranlıkla bakınırken Behlül’ün gözlerini kızdan alamadığını, mahcup bakışlarını sürekli oraya çevirdiğini gördü.
‘’ Buyurun dostlar…’’ diyerek yer gösterdi Şattat.
Şattat’ın gösterdiği masaya oturduklarında, genç kız elinde bir tepsi ile yanlarına gelmişti.
‘’ Hoş geldiniz…’’ dedi sesi bülbül kadar güzel kız.
‘’ Sağolun…’’ diye karşılık verdi Hüsrev, kasketini düzeltirken. Behlül sadece tebessüm edebilmişti. Şattat, çok kısa bir süreliğine müsaade isteyerek yanlarından ayrıldı. Bu esnada masaya en kıymetli şaraplardan bir tanesini de göndermeyi unutmamıştı. İçtikçe keyiflenmiş, keyiflendikçe konuşmaya başlamışlar, Ali Sami beyin talihsizliği hafızalarından silinmişti.
İki arkadaş için günler her zamankinden daha renkli geçmeye başlamıştı. Artık vakitlerinin çoğu Şattat’ın orada geçiyordu. Yeni dostluklar kuruyor, başkentin önemli insanlarıyla tanışıyorlardı. Kısa zamanda aralarında kurulan sıkı bir bağ kurulmuştu. Çok yoğun olduğunda yardım bile eder hale geldiler. Hüsrev bunu yardım amaçlı yaparken Behlül’ün, Şattat’ın kızıyla daha fazla vakit geçirmek için yaptığını biliyordu. Amara’ya, bu arada Şattat’ın kızının ismidir, yaklaşım tarzı diğer kadınlara olduğu gibi değildi. Onu dinlemek, seyretmek, gülüşünü görmek Behlül’e yetiyordu. Ansızın başlayan bir sevdanın pençesine düştüğü aşikardı. Hayatı boyunca mantığı duygularının önünde yaşamış olan bu adamın değişimi Hüsrev’i şaşırtıyordu . Handa oturdukları bir akşam Behlül iyice dalmıştı. Hüsrev başından geçen bir olayı hararetle anlattığı halde Behlül pek önemsememişti. Arkadaşının haline üzülen Hüsrev, tartışması ve keyiflenmesi için hadiseyi şansa bağlamıştı. Biliyordu ki Behlül böyle konulara itibar etmez, şansa inanmazdı.
‘’ Talih meselesi hakkında fikirlerimin esaslı olduğuna itibar ettin mi?’’
Behlül, düşünceli bir şekilde arkadaşına bakıyordu. Hüsrev, ona doğru sokulup fısıltıyla sordu.
‘’ Ne oldu?’’
Sessizce içkisine uzanıp, ince dudaklarına götürdü. Gözlerine beklenmedik bir şekilde kaldırdı. Konuşulması gereken bir konunun zamanı geldiğini fark etmişti.
‘’ Ne olduğunu söylemeyecek misin ciğerparem?’’ diye üsteledi Hüsrev.
‘’ Azizim, kolay anlatılmıyor... Hele ki hayatı boyunca bu tür duygulardan uzak duran biri isen.’’
Hüsrev dudaklarını birleştirip tebessüm etti. Kasketini çıkarıp masaya koydu.
‘’ Behlül, bazı didarlar vardır ki insan onu görünce hem letafetine hem de zerafetine karşı meftun olur. Nice canlar mest-i nigah olur…Bu işin sonunda ya sefil olur yahut mesut olur.’’ dedi.
Behlül’ün hovardalığı vardı fakat bu sefer yaşadığı bir gönül eğlencesinden öteydi.
‘’ Hayatım boyunca ilmi ve fenni, duygularımın üzerinde tuttum. Varlığımın yegane sebebi olarak gördüğüm akla itibar ettim. Fakat…’’
Dirseğini masaya dayayıp ellerini dudaklarına götürdü. Gözlerini ileri dikmişti.
‘’ Ne yapmayı düşünüyorsun?’’
Derin bir nefes alarak kendini geriye itti. Hala düşünceli olduğunu belli eden bir tebessüm Hüsrev’e döndü.
‘’ Şimdilik sadece bekleyeceğim. Zaman bizi mutlak bir sonuca ulaştırır.’’
Hüsrev içinden esaslı bir söz diye geçirmişti. İsini gökyüzüne usulca bırakan mumların altında kadehlerini tokuşturdular.
O günlerde Hüsrev, babasında bir değişiklik olduğunu fark etmişti. Sık sık kardeşinin yanına gidiyor, döndüğünde kimseyle konuşmadan odasına çekiliyordu. Çalışma odasından yemek saatleri dışında neredeyse hiç çıkmamaya başlamıştı. Kardeşine gitmediği zamanda kahyalar vasıtasıyla sürekli bir mektuplaşma gerçekleşiyordu.
Dadı, Hüsrev’i uyandırdığında vakit öğlene geliyordu. Derin bir baş ağrısıyla yatan kalkan Hüsrev, dadının gözlerinde ki endişeyi görünce ürkmüştü. Alel acele hazırlanıp çalışma odasına geçti. Babası, odaya girmesine aldırış etmemiş, önünde ki kağıtlarla meşgul oluyordu. Çektiği baş ağrısı yetmiyormuş gibi dehşet verici bir sessizlik vardı. Babası mavi gözlerini bir anda Hüsrev’e çevirdi.
‘’ Eşref yarın burada olacak. Amcan seni bekliyor, konuşmanız gereken bazı hususlar var.’’
Babasının verdiği haberden hoşnut olmadığı gibi yaşananların sebebini de anlamıştı.
‘’ Nereden icap etmiş?’’ dedi canının sıkıldığını belli eden bir tonla.
‘’ Memleket hasretindenmiş.’’
Başka bir şey konuşmaya lüzum görmediler. Hüsrev, müsaade isteyerek konaktan ayrıldı. Sokaklarda öylesine dolaşıyor bir yandan da Eşref’i düşünüyordu. Eşref, amcasının oğluydu. Çocuklukları beraber geçmişti. Askeri okula gitmiş fakat fikirleri yüzünden burada tutunamamıştı. Ailesinin hatırına affedilse de babası Eşref’in rahat durmayacağını bildiğinden yurt dışına göndermişti. Uzun süredir Paris’te yaşıyordu. Hane içinde dile getirilmese de hakkında bir takım ithamlar vardı. Söylentilerin en fecisi Birinci Osmanlı Liberaller Kongresi’ne katıldığı yönünde olanıydı. Prens Sabahattin ile Paris’te sık sık bir araya geldiği dedikodusu cemiyet arasında fısıltıyla konuşuluyordu. Bu feci söylentiler hayatının geri kalanını mahvedebilirdi. Hüsrev’in derin düşünceler eşliğinde yürüdüğü sokaklar nihayet amcasının yalısına vardı. Demir kapı gıcırtılarla açılırken bir huzursuzluk huzursuz olduğunu hissetti. Bahçesinde hanımeli açan çiçekli yoldan geçerek büyük salona kadar hızla yürüdü. Amcası Cenap bey deniz manzarasına karşı nargilesini içiyordu. Cenap beyin karşısındaki koltuğa kendini bıraktığımda yorulduğunu fark etti. Büyük salonda sadece suyun höpürdemesi yankılanıyordu. Cenap bey marpucu kenara koyarak gözlerini Hüsrev’e çevirdi.
‘’ Eşref geliyor.’’
‘’ Muhterem babacım haberi verdiler.’’
‘’ Ala…’’
Amca bey bakışlarını tekrar denize doğru çevirdi.
‘’ İnsanoğlu topraktan yaratılmış olsa da ruhu deniz gibi.. ’
Marpucu tekrar eline aldı. Tömbekinin ağır kokusu odanın beyaz duvarlarına sinerken bir iki öksürerek sözlerine devam etti.
‘’ Eşref’in ruhu da çalkantılıdır. Bir kere coşmaya görsün, durdurulamaz. Kavga etmekten kaçmaz. Geldiği andan itibaren korkarım ki belayı çekecek… Bela onu bulursa yaman bir dövüş olur. Fakat yine de Eşref’e zarar verir.. Aside olsa evladım! Seni bunun için çağırdım.''
Ürkmesine sebep olan konu açılmıştı. Düşüncelerinde yanılmadığını biliyordu.
‘’ Ona göz kulak olmanı istiyorum…’’
Nargile tekrar harlanmaya başlamıştı.
‘’ Ben ne yapabilirim ki…’’ diye karşılık verdi.
‘’ Onu kollamanı istiyorum. Gittiğin yerlere götür, yanından bir dakika ayırma. Gözetim altında tutulacaktır. Haddi olmayan bir takım işlere giriştiğini biliyorum. Benim bildiğimi efendimiz de biliyordur. Eşref’in, Sebahattin gibi hayalperest bir adamın peşinde ömrünü sürgünde geçirmesini istemiyorum…’’
Amcanın sözleri bir rica değil, emirdi. Hüsrev dayatılan taleplerin karşısında hayır diyemeyeceğini de biliyordu. Düşünceleri daha karanlık bir hal almış bir şekilde konaktan çıktı. Seneler sonra bu ansızın gelişin altında yatan sebebi de merak ediyordu. Karanlık çökerken Şattat’ın meyhanesine giriyordu. Kimseyle konuşmadan arka tarafta ki masalardan birine oturdu. O sırada Behlül sandukanın ön tarafındaydı. Amara’nın bakışlarını takip ederek Hüsrev’i görmüş, görünce hızla yanına gelmişti.
‘’ Demek o kadar canın sıkkın ki, yarenine selam vermiyorsun!’’
Hüsrev tabakasını açmış bir sigara sarmaktaydı.
‘’ Seni pek mesut görüyorum…’’
Behlül utangaç bir tebessümle başını çevirdi.
‘’ Haklısın elbette azizim Behlül! Ruh-u revanının yanındasın…İnkar edemezsin! Tüm benliğiyle seni saran sarmalayan, kalbinin efendisinin…Bakışlarından anlaşılıyor! Bütün kadınlar bir yana Amara bir yana…Mutlak bir zafer kazanmıştır o şimdi. Her zerreni, her taneni bakışlarıyla fethedip, sineni zapt etti. Bu aşktan da dönülmez ki artık. Hayatın boyunca mantığa kulak vermiş biri olarak daha evvel hissetmediğin duyguları tadıyorsun. Anlamışsındır…Demek aşk böyle bir iş imiş…Hem mutlu olmak suç mudur?’’
Behlül büsbütün bir utangaçlık içinde Hüsrev’in sardığı sigarayı elinden aldı. Dudağının kenarına koyduğu sigarayı yakmadan cevap verdi.
‘’ Elbette değildir..’’
Etrafına bakınıp sigarayı yaktı.
‘’ Fakat senin halin, aklını meşgul eden ve bana anlatmadığın bir konunun olduğunu düşünmeme sebep oluyor. Bu kadar methiyenin altında da karmaşık düşünceleri dağıtma isteği olduğunu hissediyorum. Bununla beraber sigarayı sarışın da bunun kanıtı. Eşit bir şekilde yuvarlaman gerekirken bir külah gibi sardın ve farkında değilsin…Ne olduğunu söylemeyecek misin?’’
Konunun açıldığı anda Behlül’ün de bir rahatsız hissedeceğini biliyordu. Ama zaten kısa süre içerisinde Behlül de Eşref’in gelişini öğrenecekti.
‘’ Eşref geliyormuş. ‘’
Behlül’ün yüzünde ki gülümseme silinmişti. Oldum olası Eşref’ten hazmetmezdi ama düşman da değildi. Hayatı fazla ciddiye aldığını, gereksiz tasalanmalarla, anlamsız dövünmelerle yaşamın sunduklarını göz ardı ettiğini düşünürdü. O gece neşeleri kaçmış olarak birkaç kadeh içtiler. Şattat’ın ısrar etmesine rağmen handan erken çıktılar. Sabah buluşmak üzere sözleşerek gecenin karanlığında gölgeleri silindi.
Orient Express’i siyahımsı dumanlarını mavi gökyüzüne salarak ilerlerken, yüreğinde memleket hasreti taşıyan genç bir adam kompartımanında çayını yudumluyordu. Sonbaharın insanı huzura kavuşturan manzarasını izlemek yerine bakışlarını kompartımanın yalın ve soğuk duvarlarına dikmişti. Sıkılgan bir ruh hali içerisinde, düşünceliydi. Yüreğinde ki sırların altında ezilse de, taze heyecanlara ve yeni maceralara hayır demeyecek bir mizacı vardı. Soğumaya yüz tutan çayını yudumlayama başladığında ürperdi. Bu ürperiş, bir hakikati fark etmesinden olmuştu. Davam, diye mırıldandı. Kutsi bir dava..! Haklı olduğunu düşünüyor, serçe yürekli kadınları ve güzel adamları mahpus edenlere karşı yalnızca cesurların yürümeyi göze aldığı yolda isimsiz bir nefer olduğuna inanıyordu. Sonucu ne olursa olsun hatta ölüm dahi olsa inandığı davadan vazgeçmeyecekti. Aklını meşgul eden düşüncelerde tümüyle bu meseleler ile alakalıydı. Kimsenin bilmediği bir vazifeyle ülkesine geri dönüyordu. Mimlendiğinden emindi. Bundan dolayı ata topraklarına adımını attığı ilk andan itibaren sakıncalı bir adam olarak görülüp, rejimin gözetimi altında olacaktı. Fakat rejimden korkmuyordu. Üstlendiği vazifeyi yerine getirememe korkusu, diğer korkularının üstüne çıkmıştı. Pencereye doğru yürüyüp kurak topraklara bakmaya başladı. Kompartımanın kapısı çalınırken dudaklarında bir dize vardı.
‘’ Gönülde ârzûdur vuslat-i heyhât-i Istanbûl .Bir âteşdir ciğerde hasret-i mâfât-i Istanbûl.’’ dizelerini söylerken buldu kendini.’’
İki arkadaş geceden sözleştikleri gibi sabah garın önünde buluşmuştu. İki saate yakın beklemenin ardından tren göründü. Express, tekerlerin aşındırdığı raylar üzerinde yavaşlarken iç gıcıklayıcı bir ses duyuluyor, acı acı çalan düdük trenin şehre vardığını dört bir yana ilan ediyordu. Bir anda hamallar, akrabalarını bekleyen insanlar perona hücum ettiler. Sağa sola koşuşanlar, açılan kapılardan inenler arasında akrabalarını seçmeye çalışanlar bir kargaşanın yaşanmasına sebep oldu.
‘’ Hep diyorum sana, nizam olması elzemdir!’’
Hüsrev bunu asık bir suratla kendisine bakan Behlül’e söylediğinde gözleriyle de Eşref’i aranıyordu. Behlül şapkasını düzelttiği sırada uzun boylu bir adamla çarpıştı. Adam, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi sağlam dururken, Behlül sendelemişti. Eğer Hüsrev kolunu tutmasa devrilebilirdi de. Beklenmedik bir şekilde gerçekleşen bu çarpışmanın ardından başını kaldırıp adama baktı. Uzamış sakallarından dahi seçilebilen ve yanağını boylu boyunca kaplayan yara izine yaraşır duygusuz bir yüzle karşılaştı. Adam öylece durmuş, ona bakıyordu. Normalden farklı olan siyah uzun şapkasını düzelterek yürümeye başladı.
‘’ Sıradan bir tesadüf, önemsiz bir çarpışma. Eşref’i bulmamız lazım.’’
Behlül bunu söyleyerek yürümeye başlamıştı. Hüsrev ise sinirli bir şekilde etrafa bakınıyordu. Yüzü, güneşin ışıltısından daha parlak, taze toprakta filizlenen çiçekler kadar zarif bir kadının naif adımlarla vagondan indiğini gördü. Hüsrev’in tüm siniri bir anda geçmişti. İçinde kadının peşinden gitme ve tanışma arzusu doğmuştu . Yakasını düzeltip o yöne doğru bir adım attığı sırada esnada, omuzundan tutan bir el kendine doğru çekti.
‘’ İlla bir bela çatacak!’’ dediği esnada Eşref’i yanında iki hamal ile karşısında gördü. Birkaç saniye konuşmadan birbirlerine baktılar. Eşref yüzünde bir tebessüm ile elini uzattı.
‘’ Merhaba Hüsrev..’’
Hüsrev, kendisine doğru uzatılmış eli önce güçlü bir şekilde sıktı. Çok kısa bir süre bekleyip Eşref’i kendine doğru çekti. Yüzündeki ifadeden ve davranışlarından Eşref’i gördüğü için memnun olduğu anlaşılıyordu. Fakat Eşref de bir durgunluk vardı. Behlül bunu fark etmiş, sessiz bir şekilde yürümeye başlamıştı. Hüsrev bir ikilem içerisinde kalmıştı. Eşref de umursamaz bir şekilde yürümeye başlayınca yapacak bir şey yok diye geçirdi içinden. Gözleri az önce gördüğü kadını aranarak arkadaşlarına uydu. Behlül, Eşref’in durgun halini düşünüyor, derin sessizliğine gizlediği gerçeği merak ediyordu. Eşref’i tanırlardı. Suçlu bir çocuk gibi başını öne eğmiş, hiç kimse ve hiçbir şeyle ilgilenmeden yürüyorsa kafası bir takım hesaplarla meşgul demekti. Faytonların olduğu ön kapıya geldiklerinde Hüsrev son bir umut etrafa bakındı. Vagondan inen yabancı kadına dair bir emare yoktu. Yalnız ileride az evvel Behlül’ün çarpıştığı adamı gördü. Adam durmuş, elinde ki kağıdı okuyordu. İki metreye yakın boyu, iri gövdesiyle kocamışların anlattığı eski savaşçılara anımsatıyordu.
‘’ Haydi Hüsrev, yolumuz uzun.’’ diye bağırdı Behlül. Hüsrev, ceketini aşağı doğru çekerek basamağa bastı.
Fayton demir kapının önünde durduğunda Eşref’in adını koyamadığı bir duyguyu hissediyordu. Uzun süredir konuşmadığı ve artık birer yabancı olan insanlarla karşılaşmanın getirdiği garip bir histi bu. Yılgın değildi fakat kendini mutlu da hissetmiyordu. Ötelerden beliren kahya, faytonun dibine kadar koşarak geldi.
‘’ Hoş geldiniz.’’ dedi hırıltılı bir sesle.
Eşref, ihtiyara sadece tebessüm etmişti. Hüsrev çevik bir hareketle faytondan inmiş, arka selede ki bavulları çıkarıyordu. Kapıcı gözlerinde beliren parlamayla Eşref’e bakıp, Hüsrev’in yanına doğru geçti. Eşref, sakin bir tavırla faytondan indi. Mavimsi gökyüzü altında konak muazzam bir tablo gibi görünüyordu. Yıllar önce çıkıp gittiği fakat bir zamanlar hayatının en değerli anılarına tanıklık eden bu taş yapının, yabancı bir beldede sadece uyumak için kalacağı bir yer gibi gelmesi onu hüzünlendirmişti.
Faytondan inip ağır adımlarla demir kapının önüne geldiğinde büyük bahçe boştu. Hatırasında yer edinmiş bu bahçenin içinde bir zamanlar atılan kahkahalar bir tokat gibi beyninde patlarken, kalbi hafızasında canlanan hatıraların ağırlığı altında kalıyordu. O esnada kişneyen atlar gözlerinin önünde koşturmaya başlayan bir çocuğun suretini silip attı. Eşref’in tutkuları ve inandıkları, sürgünlere ve çilelere, hayatının baharında ıstıraplar yaşamasına sebep oluyordu. Burada hiçbir belaya bulaşmadan konforlu bir yaşam sürdürebilirdi. Neden bunu yapıyorum, diye sorduğu sırada öncüsünün söylediklerini hatırladı.
‘’ Hayat ikiye ayrılır! Yaşayanlar ve yaşatanlar…Sizler yaşatansınız! Neden bunca cefa diye sorabilirsiniz. Tüm heba ve heveslerden uzak, acılar içerisinde kalmayı kavramak istersiniz. Tarih boyunca bu çatışma olmuştur, olacaktır. Yegane hakikat milletin varlığıdır. Ve ırkımız hala yeryüzünde varlığını sürdürüyor ise nice isimsiz yaşatan sayesindedir. Korkmayın evlatlarım! Şairin dediği gibi…Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar. Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar. Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık! Zordur ihtilalci olmak, yürek ister! Canavarca hisli bin bir düşmanla baş edersiniz de kendinize yenilirsiniz! ‘’
‘’ Gelmiyorum deme sakın!’’ diye bağırdı Hüsrev.
Eşref arkasına doğru döndüğünde, faytonun kenarlıklarına dayalı bir halde, içinde oturan Behlül’ü çekiştiren Hüsrev’i gördü.
‘’ Azizim…’’
‘’ Azizim tanımam ben! Haydi gel bakalım.’’
Emri vakiye canı sıkılan Behlül istemsiz bir şekilde faytondan indi.
Büyük salonun ortasında durduklarında konakta bir terk edilmişlik havası hissediliyordu. Derin bir sessizliğin içinde kalan üç adam birbirlerine bakmadan öylece duruyordu. Bu tür gerginliklere alışık olmadığı için boğuluyormuş gibi hisseden Hüsrev yakasını gevşetti. Boğazını sıkan fakat gözle görülmeyen bir çift el nefes alış verişlerinde ciğerlerinin yanmasına sebep oluyordu. Bir yandan Eşref ve amca beyin ilk karşılaşmasında neler yaşanacağını da merak ediyordu.
‘’ Şu denize bakınız…’’ dedi Eşref ve ekledi.
‘’ Pek de güzel değil mi?’’
‘’ Paris’te böylesi yok mu?’’
Eşref gözlerini direkt Behlül’e çevirerek cevap verdi.
‘’ Mesela onların bir Loire Nehri vardır. Epeyce de uzundur. Fakat gel gelelim…’’
Eşref yüzünü tekrar denize doğru çevirmişti. Konuşmasına devam ederken kapıdan içeri giren adamı fark etmemişlerdi.
‘’ Evet, gel gelelim ki Türk’ün değildir. Türk’e ait olmayan hiçbir varlık sonsuz güzellikte değildir!’’
Eşref’in babası elindeki bastonu, duyduğu sözlerden rahatsızlık hissettiğini belli edercesine sertçe yere vurdu.
‘’ Demek öyle düşünüyorsunuz?’’
Üçü aynı anda kapıya doğru döndü. Hüsrev uzun bacaklarını olabildiğince açıp birkaç adımda kapının önünde durdu. Amcasının eline uzanıp, saygıyla öpmüş geri çekilirken Behlül’de aynısını yapıyordu. Eşref ise olduğu yerde kıpırdamadan durmuştu. Babası da gözlerini oğluna yöneltmişti. Bu bakışma bir dakikaya yakın sürdü.
‘’ Hoş geldin.’’ dedi soğuk bir şekilde yaşlı adam.
Eşref vakur bir şekilde babasına doğru ilerledi. Yanı başına geldiğinde tokalaşmak için elini uzattı. Hüsrev’in şaşırdığı her halinden belli oluyordu. Kendisine uzatılan eli havada bırakan yaşlı adam, bir eli göbeğinin üzerinde pencere önüne kadar yürüdü.
‘’ Biz müsaade isteyelim amcacım.’’ dedi Hüsrev.
‘’ Lüzumsuz. Siz yabancı mısınız? Behlül senin kader arkadaşın değil mi? Sahi bu ara yeni bir hadiseniz yok mu?’’
Behlül ileri atılarak söze girdi.
‘’ Hayır efendim. Kaldı ki anlatılanlar da tevatür, abartıdır.’’
Hüsrev gözlerini Eşref’ten alamıyordu. Elinin havada kalmasına sinirlenen Eşref’in göğsü bir inip bir kalkmaktaydı. Boz rengi kızarmaya başlamış, şakaklarında ki damarlar kabarıyordu.
‘’ Seyahatin nasıl geçti?’’
‘’ Yorucu.’’ dedi Eşref sert bir ses tonuyla. Eli hava havada, baş ve işaret parmağı birbirini okşuyordu.
‘’ Paris nasıldır?’’
Yaşlı adam pencere kenarındaki köşesine kendini bıraktı. Eliyle diğerlerine yer gösterse de, ayakta durmayı tercih etmişlerdi.
‘’ Paris…Her zaman ki gibi. Son geldiğinizden beri pek bir şey değişmedi, beş senedir aynı.’’
Eşref’in sözlerinde sitem, sesinde öfke belirgindi. Tek gözü kısık şekilde bakışlarını babasının üzerinde gezdiriyordu. Biraz dikkatli bakıldığında dudağında bir titreme olduğu da görülebilirdi. Hüsrev, amcası ile böyle konuşulmasından rahatsızlık duymuştu. Her ne yaşanırsa yaşansın insanın babasına karşı daha yumuşak başlı olması gerektiğini düşünüyordu. Fakat şu an yapılacak en doğru iş beklemek olacaktı.
‘’ Ala…Seninle yekten konuşacağım…Bir takım dedikodular kulağıma çalındı…’’
Hüsrev ile Behlül bakıştılar. Fırtınanın patlak vermek üzere olduğunu anlamışlardı.
‘’ Sual etmek istediğinizi açıkça sorabilirsiniz!’’
‘’ Açıkça…Öyle mi?’’
Eşref soğukkanlı bir şekilde başını salladı. Yaşlı adam yüzünü denize doğru çevirmiş, bastonu çenesinin altına dayamıştı. Konuşmak ve susmak arasında bir tercih yapmalıydı. Tecrübeleri susmanın daha iyi olacağını söylese de, evladına karşı hissettiği duygular nihayetinde yüzleşecekleri gerçeklerin, telafisi güç olacak hadiselere dönmeden konuşulması gerektiğini söylüyordu.
‘’ Pekala!’’ dedi yaşlı adam. Bastonunu yere bir kere daha vurup konuşmayı seçti.
‘’ Madem ki oğlumuz büyümüş erkek olmuş o vakit hakikatleri konuşmaktan geri kalmayacağım.’’
‘’ Sizin gerçeklerinizi dinliyorum.’’ dedi Eşref.
Behlül şapkasını geriye doğru attı. Havanın gerildiğini hissetmiş, etrafa daha dikkatli bakıyordu.
‘’ Bizim bugünlere nasıl geldiğimizi sana anlatacak değilim! Soyumuzu, geçmişimizi, şerefimizi…’’
Ovuşturduğu parmaklara gözlerini dikmiş olan Eşref duyduğu son kelimeden sonra bakışlarını hışımla babasına çevirdi. Parmaklarını aralayıp ileri doğru uzattı.
‘’ Ben bu ailenin şerefine, geçmişine zarar verecek hiçbir şey yapmadım!’’
Hüsrev parmak uçlarında Behlül’e doğru yanaştı.
‘’ Kılıçlar çekildi değil mi?’’ diye fısıldadığında Behlül susması için kolunu sıktı. Gözleriyle Eşref’i takip ediyor, her hareketini hatmediyordu.
‘’ Şimdilik..’’ dedi ihtiyar adam.
‘’Ama bir hayalperestin peşinden gidip her şeyi mahvetmene izin vermeyeceğim! Ben bunu; sululuğun, bir gönül eğlencen, maceran olarak görüyorum! ‘’
Behlül çatık kaşlarla başını yere eğdi. Söylenmemesi gereken bir sözü neden söyledi ki bu adam, diye geçiriyordu içinden. Resmen felakete bir çağrıydı bu. Hüsrev ise üzgün bir haldeydi. İnandığı aile tanımı, çatısında bu tür çatışmalara yer vermeyen bir kurumuydu. Bakışlarını amcasından çekip Eşref’e çevirdiğinde gözlerinde ki öfke yangınına şahit oldu. Artık ok yaydan çıkmıştı.
‘’ Sizin macera dediğiniz bizim hürriyet davamızdır! Devletimizi kendi çıkarları için kurduğu teşkilatlara harcatan kızıl sultana yaltaklanma yerine hür ve bağımsız günlerimize dönme harekatıdır! ’’ diye çıkıştı Eşref.
‘’ Haddiniz midir tahlil, tenkit! Siz kimsiniz!’’
Babası ayağa kalkmış, iki eliyle tuttuğu bastonu sert bir şekilde yere vuruyordu. Sinirlerin ne kadar gerildiğinin göstergesi iki adamın da kıpkırmızı kesilen yüzü ve yükselen sesleriydi.
‘’ Nankörler!’’ diye bağırdı amca. Sarıldığı bastonu bir anda Hüsrev’e doğru çevirmişti.
‘’ Götürün onu buradan! Alın götürün! ‘’
İkisi de bu emri bekliyormuş gibi Eşref’in üzerine doğru yürüdüler. Eşref, iki arkadaşa aşağılayıcı bir bakış atarak kapıya yöneldi. Hüsrev’in bakışlarından söylemek istediğini anlayan Behlül, Eşref’in peşinden gitmişti. Hüsrev başım önde amcanın karşısında duruyordu. İhtiyar adam öfkeyle soluyordu. Bir elini gövdesine kadar inen beyaz sakallarına götürdü. Bir tutam sakal eline gelmiş, çekiştiriyordu.
‘’ Görüyorsun değil mi?’’ diye sordu öfkeli bir sesle.
‘’ Evladım isyankar olmuş... Sapkın fikirler peşinde devlete kafa tutmaya kalkıyor. Lakin evlat, evlattır. Onun yapacağı her işten ben mesulüm. Şimdi senden istediğimin kıymetini anladığın gibi bana hak veriyor musun?’’
Hüsrev merdivenlerden inerken oldukça düşünceliydi. Eşref kendi diliyle söylentilerin doğruluğunu tescillemişti. Dalgın bir şekilde bahçeye indiğinde Behlül ve Eşref’i rıhtım tarafında gördü. Behlül kollarını kavuşturmuş ana kapıya doğru bakıyordu. Eşref ise bir elini koruluğa dayamış, sigara içmekteydi. Yanlarına doğru yürümeye başladığı sırada yüzünü, Behlül’ün baktığı yöne çevirdi. Demir kapının ötesinde duran bir adam dikkatini çekmişti. Adımlarını hızlandırarak rıhtımda bekleyenlerin yanına gitti.
‘’ Şu adamı garda gördüğümü zannediyorum.’’
Eşref umursamamıştı.
‘’ Haklısın.’’ dedi Behlül.
‘’ Normaldir, kızıl sultanın işleri… Baskı, zulüm, göz hapsi…’’
‘’ Politika ile uğraşmak istemem.’’ dedi Behlül ona doğru dönerek.
‘’ Neden?’’
Behlül, tabakasını çıkarmış, Hüsrev’e doğru uzatırken soruya cevap verdi.
‘’ Neden mi? Hayatı yaşamak gayesidir benimkisi. Fakat kastettiğim öyle sade bir nefes almak değil. Ayrıca beni heyecanlandıran olgular başkadır. Bizzat matematiği severim. Gizemli işler, sırlı olaylar…Öyle koca karı uydurması değil. Beni zorlayacak lakin temelinde hurafeler değil, gerçekler yatan olaylar... ’’
Eşref, filtresiz sigara izmaritini ezerken ciğerlerini dolduran havayı dışarı doğru sertçe üfledi.
‘’ Her beşerin tabiatında bir farklılık vardır. Herkes için yaşamak aynı anlamı taşımıyor…Evvela yaşamak için insanın özgür olması şarttır. Halbuki senelerdir üzerimize çöken bir karanlık var. Bu karanlık bizi boylu boyunca sarmaladığı gibi şanlı mazimizi de gölgeliyor.’’
Hüsrev de sigarasını yere atarak üstüne bastı.
‘’ Bir de size anlaşamaz derler. En güzeli sohbetinizin yanında iki duble atmak. Şattat’ı tanımalısın Eşref. Şehrin en iyi şarapları onun mahzenindedir. Hem sende Amara’yı görürsün.’’
Behlül bunun iyi bir fikir olmadığını arkadaşına fısıldadığında yolu yarılamışlardı. Hüsrev geriye doğru yaslanıp düşünmeye başladı. Behlül bu konuda haklıydı. Amcası ile Şattat arasında bir fark olmadığı gibi, içkinin insana ne yaptıracağı da bilinmezdi. Hüsrev’i rahatlatansa kapının önünde ki adamın gözden kaybolmasıydı.
Behlül sandukanın önüne doğru yürürken, Eşref kapıda durmuş içeriye bakıyordu. Hüsrev, Eşref’in koluna girerek yürümeye başladı. Han her zamankinden daha kalabalıktı. Şattat eline aldığı bir tepsi ile sağa sola yetişmeye çalışıyordu. Behlül, Amara’ya doğru eğildi.
‘’ Hareketli bir gün. Cılız ortalarda yok! Babamda ona buna yetişmeye çalışıyor.’’
Behlül önündeki kadehi bir dikişte bitirdi.
‘’ Elime yapışmaz ki. Ver bakalım tepsiyi.’’
Amara’nın gülüşü, şaraptan daha çok tesir ediyordu Behlül’e. Amara’nın yanındayken değişimini gizleyemiyordu. Behlül elinde ki tepsi ile masalara yönelince, Hüsrev söze girdi.
‘’ Baban ile öyle tartışmaman gerekirdi.’’ dediğinde ilk kadehleri içmişlerdi.
‘’ Tartışma değildi. Onun yaptığı köhne bir zihniyet dayatmasından öte değildir.’’
‘’ Seni anlayamıyorum.’’
Eşref babasından değil de bir yabancıdan bahseder gibi konuşuyordu. Ve bu tutumu Hüsrev’i içten içe öfkelendirmekteydi.
‘’ Gayet normaldir. Beni anlaman için en az benim kadar hürriyeti sevmen ve istemen lazım. Bunu kavradığında bir dava uğrunda babanla bile kavga etmekten geri kalmazsın!’’
Hüsrev parmaklarını kadehin üzerinde gezdirirken, düşünceli bir haldeydi.
‘’ Diline pelesenk olan hürriyet…Tam olarak istediğiniz nedir?’’
Duyduğu sorunun karşısında vereceği cevap ile bir taraftar daha kazanma ihtimali Eşref’i bir anda keyiflendirmiş, gözlerinde bir parlaklık canlanmıştı. Önce Hüsrev’in ardından kendi kadehini doldururken tane tane fikirlerini anlatmaya başlamıştı.
‘’ Avrupa’nın ortaçağ karanlığında boğulduğu bir zaman bizim refahımız ve aydınlığımız tebaaya güven veriyordu. Fakat bir süre sonra bu durum değişti. Özellikle Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u aldığında dünya da yeni bir çağ başladı. Bu çağ da gelişim ve değişim çağıydı. Avrupa hızla ilerlerken biz bir takım adi sebeplerden geriledik. Dünyayı geç okuduk. Bu geç okumanın bedelini de kılıç hakkı ile aldıklarımızı kaybetmekle ödüyoruz. Bugün dahi aynı kalıplara tabi kendini tekrar eden bir döngünün içinde kaldık. Batı medeniyeti ile tanışan insanlar, Devlet-i Aliye’nin bitap halini görünce yenilik isteği kendiliğinden ortaya çıktı.’’
Eşref içkisinden bir yudum aldı. Hüsrev pür dikkat onu dinliyordu.
‘’ Evet bazı dönemlerde aydın sayılabilecek devlet adamlarımız çıkmadı değil. Fakat gelenekçi yapıda ya gavur denildi yahut canları alındı. İhtilal değişim çağının mührü oldu. Fransa da yanan ateş tüm dünyayı sararken bunu yine en geç anlayan maalesef biz olduk. Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, İbrahim Şinasi efendinin çabaları bir nebze de olsa bizlere bir kapı araladı. Türk aydınları muhalif olunca gerçekle yüz yüze gelen devlet adamları karşı saldırı başlattı. Baskılar, sürgünler, tehditler…’’
Hüsrev yaşadığı çağın ne kadar çetin olduğunu biliyordu. Fırtınalı yılları, büyük harpleri dedesinden-babasından dinleyerek büyümüştü. Eğer kırsalda yaşayan biri olsaydı söylenen isimlerden bihaber olabilirdi. Başını, sağa sola hızla çevirip bakışlarını tekrar Eşref’e dikti.
‘’Fakat bölük pörçük bir mücadelenin, yek bir oluşumu yıkamayacağını anlamışlardı. Nihayetinde cemiyetin ileri gelenleri uğradıkları baskı ve çeşitli zorbalıklar karşısında bir arada kalabilmek için Mustafa Fazıl Paşa liderliğinde Paris’te toplandılar.’’
Erimekte olan mumun titrek ışıkları altında Hüsrev’in yüzünü gölgeleyen bir karartı belirdi. Korkuyu iliklerinde hissettiğini belli eden endişeli bakışlarla başını kaldırarak gölgeye baktı. Hüsrev göbeğine dayadığı boş tepsiyle duran Şattat’ı görünce rahatlatmıştı.
‘’ Bu bey kimdir?’’ diye sordu Eşref, şüpheli bir ses tonuyla. Hüsrev, Şattat’tan önce cevap verdi.
‘’ Şattat efendi! Bu içtiğimiz enfes şarapların sahibi!’’
Sözünü bitirir bitirmez önünde duran kadehi bir dikişte bitirdi. Boğazını yakarak midesine inen şarabın ekşiliği yüzünün garip bir hal almasına sebep olmuştu. Fakat ne Şattat ne de Eşref bunu önemsemedi.
‘’ Peki siz kimsiniz, kimlerdensiniz?’’ diye sordu Şattat.
‘’ Eşref’tir.’’
Kendinden değil de bir başkasından bahsediyormuş havasında verilmiş, soğuk, yalın bir cevaptı. Şattat tepsiyi göbeğine paralel şekilde tutup hafif bir tebessümle sordu.
‘’ Zübde-i alemcisiniz sanırım?’’
Hüsrev, Eşref’i geldiğinden beri ilk kez gülerken görüyordu. Fakat bu gülüş öyle korkunçtu ki, çıldırmış bir adamdan beklenirdi. Halbuki ortada bu denli gülünecek ne var ki diye içinden geçirdi Hüsrev.
‘’ Elbette ki kainatta ne varsa benim özümde de mutlak mevcudiyeti vardır. Bunu inkar etmediğim gibi kendimi tanıtırken hak edilmiş bir sıfatım olmadığı için salt Eşref demeyi makbul görüyorum. Filancanın oğlu olma meselesine gelince, ben bir adamım. Fikirleri olan, etten kemikten…’’
Eşref önünde ki bardağa uzanarak kalan şarabı içti.
‘’ Sözlerinize istemeden kulak misafiri oldum. Belki haddim değil ama bir hususta fikirlerinizi merak ediyorum.’’
Hüsrev meraklı bir çocuk gibi dirseklerini masaya dayamış, sivri çenesinin altında dinliyordu.
‘’ Elbette buyurun.’’
‘’ Mustafa Fazıl Paşa’nın kendi çıkarları için diğerlerini kullandığını düşünmüyor musunuz?’’
‘’ Hayır.’’
Eşref’in cevabı oldukça keskindi. Şattat elinde ki tepsiyi sandukanın üzerine koyarak Amara’dan bir bardak istedi. Önce bize ardından kendine şarap doldurdu.
‘’ Bundan pek eminsiniz…’’
‘’ Adım kadar!’’
Hüsrev, içten içe Eşref’e hayranlık duyuyordu. Her ne şartta olursa olsun keskin çizgisi karakterinin en büyük göstergesiydi. Doğruyu da yanlışı da sonuna kadar savunabiliyordu.
‘’ Dava arkadaşlarının salladığı kılıç ile servet kazandığını kabullenmiyorsunuz yani…’’
Eşref acıklı bir gülümsemeyle Şattat’a baktı.
‘’ Bizim noksanlığımız fikirleri tartışmak yerine insanları tartışmak oluyor. Zaten en büyük sorunda bu. Fikirleri kimse önemsemiyor. Küçük insanlar insanları, orta insanlar olayları, büyük insanlar ise fikirleri tartışırlar. Size bir hakarette bulunmuyorum. Sizin cephenizden bakarsak…’’
Son sözlerini oldukça dikkatli bir şekilde ve vurgulayarak söylemişti. Bu sırada Şattat elini kaldırdı.
‘’ Benim sorumun cevabı bu değil.’’
Eşref garip bir tebessüm ile başını öne eğdi.
‘’ Onları kalkındırmadı mı?’’ diye sordu. Şattat’ın cevap vermesini beklemeden de karşı bir saldırıya geçti.
‘’ Abdülhamid tahtta çıktığı ilk günlerden bugüne kadar ne Kanun-i Esasi’yi ne de meşrutiyeti destekledi. Anlaşma yaparak saltanatı aldığı halde sözünde de durmadı. Ayrıca Mithat Paşa’yı da kandırdı. Varsayalım ki kandırmış olmasın, Mithat Paşa lüzum gördüğü bir antlaşma yaptı, doğru mu?’’
Şattat gözlerini kırpmadan karşısında ki genci dinliyordu.
‘’ İşte Mithat Paşa’nın yaptığı da, Mustafa Fazıl Paşa’nın yaptığı aynı politikayı izlemektir. Kaldı ki Mithat Paşa Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesinde en büyük paydaya sahiptir.’’
Eşref sözlerini bitirdikten sonra kadehinden bir yudum aldı.
‘’Sözlerinizi sükunet içerisinde dinledim. Müsaadeniz olursa konuşma sırası bana geçmiştir.’’
Eşref elinde tuttuğu kadehi ileri doğru sallayarak başını salladı. Şattat ellerini uzatmış çerez tabağında ki leblebilerle oynamaya başlamıştı.
‘’ Mithat Paşa’nın valilik dönemleri oldukça şaşalı ve başarılıdır. O süreçler içerisinde büyük hizmetler verdiğini inkar edemeyiz. Fakat İngilizlerin desteği ile önce Abdülaziz’i tahttan indirip, daha sonra katledilmesinde ki elzem rolü unutmayınız. Abdülaziz padişah olmasıyla beraber pehlivan bir kişiydi ve halifeydi. Müslüman tebaasının mutlak hakimi kör bir makas ile nasıl olur da iki bileğini keser? Bunu yapabileceğini tasvir edebiliyor musunuz?’’
Hüsrev konuların çok fazla derinleştiğini fark etti. Eşref ne kadar sultana karşı ateşli bir muhalifse, Şattat da onun kadar iktidara sadıktı.
‘’ Sultan Abdülaziz’i tahttan indirenler yine İngilizlerin desteğiyle ve fikirleri ile iktidarı ele geçirmek istediler. Sultan Murat delirince kendilerine bir aracı lazım oldu. Ulu hakanı o kadar kolay lokma gördüler ki, istediklerini rahatça elde edebileceklerini düşündüler. Fakat Sultan Abdülhamid Han, kendisi ile oynanacak bir padişah değildir. Çünkü muhakkaktır ki onun zamanında bütün Avrupa'da onun kadar siyaseti hariciyyeye aşina bir diplomat yoktur.. Diplomasisi büyük bir feraset içerir!’’
Eşref sinirli bir şekilde sigara tabakasına uzandı. Alel acele bir sigara yakarak Şattat’ın sözünü kesti.
‘’ Pek tabi, içten pazarlıkta sınır tanımayan bir diplomasi!’’
Hüsrev, Eşref’in sözlerinden ürpermişti. Padişahın her yerde gözü kulağı olduğunu hatta bunu bizzat halkın kendisini sağladığını biliyordu. Daha geçenler de Şevket isminde bir serseri, ağabeyini İngiliz elçiliğine fazla gidip gelmekle itham etmiş, bununla da yetinmeyip taht için bir tehlike olduğunu ileri sürmüştü. Hafiye teşkilatı apar topar harekete geçmiş, uzun bir süredir Şevket’in ağabeyinden haber alınamıyordu. Bu tür bir durumun Eşref’in başına gelmesinden korkuyordu.
‘’ Mithat Paşa, sultana bağlı bir vezir olmak yerine halka hizmet eden bir baş olmak istedi.’’
Eşref ileri doğru uzanmıştı.
‘’ Bunda bir kötülük mü vardır?’’
Şattat bakışlarını şamdanlara çevirmişti. Hüsrev’in içinde bir kıpırtı meydana gelmiş, vereceği cevabı bekliyordu.
‘’ Eğer kendi çıkarlarını tebaanın çıkarlarından üstün görüyorsa vardır! Bütün mesele de tamamıyla bunla alakalıdır. Kanun-i Esasi meselesi..’’
Gece tüm ihtişamıyla sirayet etmişti. Hüsrev tedirgin olmakla beraber her zaman böyle bir gece geçirmediği için her anını dikkatle takip ediyordu. Biraz da bu yüzden diğer adamlar kadehlerini belli aralıkta tazelese de Hüsrev pek içmiyordu.
‘’ Siz Türk değilsiniz ki, monarşiyi savunasınız!’’
Şattat gür bir kahkaha attı.
‘’ Varlığını Türk’e atfeden herkes Türk milletinin bir parçasıdır!’’
Hüsrev’in tedirginliği geçen dakikalarca artsa da keyifleniyordu. Bu sefer Şattat, Eşref’ten önce konuşmaya başlamıştı.
‘’ Ulu Hakan çoğunlukla savaş karşıtı bir idarecidir. Devlet-i Aliye’nin yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının farkında, milletinin daha fazla bozguna uğramaması için savaşmadan toprakları bir süreğine verebilir. Bre bu da oldukça normaldir. Halbuki Mithat Paşa, sultanın verdiği iradeyi kendinden bilip, bizi Ruslar’la karşı karşıya getirdi! Tersane Konferansında gösterdiği tutum neticesinde koca devleti uçurumun kenarına getirmedi mi?’’
Hüsrev gözlerini Eşref’e çevirdiğinde asık bir suratla önüne baktığını gördü. Yanakları çökmüş, gözleri küçülmüştü.
‘’ Aklım almıyor!’’
Hüsrev daha da meraklanmıştı.
‘’ Neyi?’’ diye sordu Şattat.
‘’ İnsanların en tabii hakkı olan meclisin kapatılmasını sıradan bir hadise gibi görüp, başlayan istibdadı nasıl olur da hala bir kurtarıcı olarak görür insanlar! ‘’
Şattat, masanın üstünde duran tabakaya uzandığında Hüsrev şaşırmıştı. Aylardır tanıdığı adamın ilk defa sigara içtiğini görüyordu.
‘’ Bre sende! Hakikatler…!’’
Eşref, küçülmüş gözlerini Şattat’a doğru dikti.
‘’ Gerçeklere yönelseydi! Efgani’nin peşinde Panislamizm türküsünü tutturan o değil mi? İttihad-ı İslam yerine İttihad-ı Osmanlı’ya güvenseydi zorba da olmazdı.’’ dedi sinirli bir sesle.
Şattat’ın ciğerlerine inmeden boğazında biriken dumanların yarısını boşluğa savuşturması Eşref için fırsat olmuştu. Konuşmasını duraksamadan sürdürüyordu.
‘’ Ayrıca şunu da unutmamak lazım gelir ki, daha çok kısa önce Japonların, Rus’ları yenmesi geleneksel değerlerine sahip çıkmalarındandır. O zaman muasır medeniyetçilik içinde köklerimizi yaşatabilir hatta ilhamı da buradan alabiliriz. ‘’
Eşref, doldurduğu kadehi bir kez daha tek dikişte bitirdi.
‘’ İşte ulu hakanımız da sizin bu söylediğinizi görmüş; mülkiye de, askeriye de, tıbbiye de yenilikçi bir eğitim sistemi kurmamış mıdır?’’
‘’ Farazi efendim.’’ dedi Eşref.
‘’ Yaptığı yenilik harekatı adı altında kendi rejimini güçlendirmekten öteye gitmiyor. İnkılaplarının altında yaptığı tek iş sürgünler! Herkesçe malum. Sarayın burcuna tünemiş o haris, o baykuş..!’’
Şattat sinirlenmiş, önünde ki kadehi tek yudumda bitirmişti. Titrek ellerle doldururken hınç dolu bir şekilde Eşref’e bakıyordu.
‘’ Bizim mefkuremiz bellidir! Demokrat bir zihniyetle istibdadı bitirmek ve hürriyete kavuşmak. Sansürü yenip gerçekleri milletimize anlatmak.’’
‘’ Yirmi senede kırk beş matbaa daha açılmadı mı? Baskı olsa bunlar nasıl açılır?’’
Eşref mırıldanır gibi cevap vermişti.
‘’ Edebi cinsi basımlardır. Faydası da yoktur.’’
Kısa bir müddet sessizlik olmuştu. Ayak sesleri, yan tarafta gülüşenlerden başka bir ses işitilmiyordu. Eşref bir anda gözlerini tekrar Şattat’a dikti. Küçülen gözleri büyümeye başlarken göz bebekleri irileşiyordu.
‘’ Hadi dediğiniz gibi olsun! Peki hürriyet, yıldız, inkılap neden yasaklı kelimelerdir? Avrupa’da ki yazarlara dahi tahsisat verip, nişanlar takdir edip; doğum gününü, tahtta çıkışını her sene yazdıran bizler miyiz? Peki ya uydurma haberler? Kraliçe zatürreeden ölmüş. Hani insanın ağız dolusu küfür edesi geliyor da fakat asıl olan sebat edeptendir. Tahta kurusunu dahi tahtın kurusun sanıp yasaklayan kocamış bir ihtiyardan ne umulur!’’
Eşref’in sözü biter bitmez Şattat sert bir şekilde kadehini masaya vurdu.
‘’ Eşref bey! Ben veliaht değilim! Burası da kurbalığderede ki köşk değil!’’
Eşref dudaklarına götürdüğü kadehi bir süre havada tuttu. Hüsrev bir yandan onun düşüncelerini anlamaya çalışıyor öte taraftan da pişmanlık hissiyle boğuşuyordu. Kaçındığı bir olay meydana gelmişti. Eşref, öfkelense de ilk günden bir bela açmanın doğru olmayacağı kanaatinde olduğu için kapıya yöneldi. Behlül de sandukanın yanına gelmişti. Hüsrev bir eliyle Şattat’ın omuzunu tuttu.
‘’ Sen onun kusuruna bakma, yol yorgunu.’’
Şattat’ın hanından çıktıklarında vakit gece yarısına geliyordu. Eşref o gece Hüsrev’ler de kalmayı tercih etmişti. Beklenmeyen bir misafir olarak Eşref’in gelişi konakta yaşayanları hem sevindirmiş hem de şaşırtmıştı. Hüsrev’in babası, Avrupa ahalisi ve havadisleriyle yakından ilgilendiği için sabahın ilk ışıkları doğana dek Eşref ile sohbet etti. Ancak gün ışırken herkes odasına çekilebilmişti. Bütün gün koşturmanın getirdiği yorgunluk yüzünden Hüsrev olduğu yatağa atladı. Arkasını dönmüş, uyumaya çalışıyordu. Eşref ise bir türlü uyuyamamış, sağa sola dönüp duruyordu. Hüsrev’in uyuduğunu düşününce göğsünden bir kağıt çıkardı. Farkında değildi fakat Hüsrev yarı aralık gözlerle onu izliyordu. Katlanmış kağıdı, kutsal bir kitabın kapağını açar gibi bir saygıyla araladı. Birkaç kez baştan sona yazılanları okudu. Aynı saygıyla katladığı kağıdı göğsüne koyup kendini uykunun tatlı kollarına bıraktı. Hüsrev arkasını dönmüş, öfkesine hakim olmak için dudaklarını ısırıyordu. Daha fazla direnemeyerek uyudu.
Hüsrev gözlerini açar açmaz Eşref’e bakındı. Yatak boş ve etraf toplanmıştı. Endişeli bir şekilde hızla yataktan fırladı. Elbiselerini ararken dışarıdan gelen gülüşmeler dikkatini çekmişti. Pencere kenarına geldiğinde çardak altında oturanları gördü. Yüreğinde ki endişeler bir toz bulutunun dağılması gibi yok olmuştu. Babası, Behlül ve Eşref ile oturmuş, kahve içiyordu. Alelacele giyinerek bahçeye indiğinde vakit öğlene geliyordu.
‘’ Diyorum ben size efendim, oğlumuz uykuculuğu yüzünden bekar kalıyor.’’
Behlül her zaman ki gibi neşeliydi.
‘’ Gününüz aydın olsun.’’
Hüsrev bunu bakışlarını Eşref’e çevirmiş bir şekilde söyledi. Gece yaşananlara canının sıkıldığı belli oluyordu. Behlül yaşananları unutturmak istediği için, atıldı.
‘’ Gün mü kaldı azizim! Birazdan akşam olacak. Keşke yataktan çıkma zahmet göstermeseydin, nasılsa birazdan yine gireceğiz.’’
Hüsrev gülüşmelere aldırmadan, ciddi bir yüz ifadesiyle cevap verdi.
‘’ Sana benden mi göründüler?’’
Sandalyelerden birine oturdu.
‘’ Bana senden görünmeyen bir an olabilir mi? Kavlü beladan beri sensiz ben yarım bir adamım.’’
Deniz kokusu ciğerlerine dolarken, havadaki tatlı esinti çardak altındaki muhabbeti güzelleştirmeye yetmiyordu. Bir müddet daha öylesine konuştular.
‘’ Amca bey izniniz olursa Kalender’e gitmek istiyorum.’’ dedi Eşref.
Bakışlarını sıklıkla Eşref’in üzerinde tutan Hüsrev bu teklifi ilginç bulmuştu. Eşref çocukluğundan beri Kalender’i sevmezdi.
‘’ Elbette.’’ dedi amca bey ve üç arkadaş ayağa kalktı.
Bakırımsı bir renge bürünen gökyüzü, ufuktaki maviliklerle birleşince insana huzur veren bir manzara ortaya çıkıyordu. Beyzadeler, hanımefendiler Kalender’i yine cümbüş alanına çevirmiş, başkentin modasına yön verenler Kalender’in eteklerinde şıklık yarışına girişmişlerdi. Kalender’i meşhur kılan bir başka özelliği ise dilden dile dolaşan aşkların burada başlamasıydı. Behlül’ün keyfi gayet yerindeydi. Üstlendiği bekçilik görevi olmasa Hüsrev de mutlu olurdu. Konaktan çıkmalarından itibaren Hüsrev’in duyduğu kuşku yol boyunca artmış, göğüs kafesine baskı yapan bir karabasan gibi üzerine çökmüştü. Faytona binip rıhtıma gittikleri sırada Eşref de göze çarpan bir değişiklik baş göstermişti. Çardak altında ki o sohbet eden adamın yerine düşünceli ve bir ölü sessizliğine sahip biri gelmişti. Tepeye çıkan merdivenlerin sonuna vardıklarında Eşref’in gözleri endişeyle etrafa bakıyordu.
‘’ Biz şöyle yukarı doğru yürüyelim.’’ dedi Behlül. Eşref olduğu yerde duruyordu.
Hüsrev, nereye diye sorduğu sırada sürüklenmeye başlanmıştı. Behlül, onu bir yandan çekiyor, bir yandan konuşuyordu.
‘’ Eğer biri sürekli izlendiğini bilirse, gerçeği her zaman gizli tutar.’’
Hüsrev bir an duraksadı. Şaşkın bakışlarını arkadaşına çevirdiğinde, yalnızca yaptığı şeyden keyif alan bir çift göz gördü. Behlül, ona biraz daha sokularak yürümeye devam etti.
‘’ Kapıdan çıktığımızdan beri Eşref de bir değişiklik olduğunu gözlemlemişsindir. Burayı normalde sevmediğini de biliyoruz. Geldiğinden de mutlu değil. Onu buraya getirten bir sebep olmalı. Gözlerimizi başka yöne çevirdiğimizi düşünmeli ki rahatlasın. Böylelikle azizim bizi buraya getirten sebebi de öğrenmiş oluruz.’’
Behlül’e hak veriyordu.
‘’ Suyun yolunu kesersen; köpürecek, taşacaktır. Ardına ne varsa sürükleyip sadece yok eder. Oysa su akışına bırakılsa…O zaman azizim her şey yerli yerinde duracak ve tüm taşlar zamanla gediğine oturacaktır. Tıpkı şu anda olduğu gibi…’’
Behlül ceplerini kurcalama bahanesiyle durmuş, gözleriyle Eşref’i işaret ediyordu. Hüsrev kasketini düzeltir gibi yaparak o yana doğru döndü. Eşref yolun solundaki çiçeklerin ortasında bir şeyler aranıyor gibiydi.
‘’ Ne aranıyor acaba?’’
’ Bekleyelim, göreceğiz.’’ diye fısıldadı Behlül.
Eşref etrafa bakınarak dizlerinin üzerine eğildi. Elleri çiçeklerin üzerinde biraz dolandıktan sonra hızla ayağa kalktı. Bakışlarını çevresinde gezdirip, patikaya doğru yürüdü.
‘’ Belki de evham yapıyoruz. Sadece çiçekleri okşamak istemiştir. Hem oradakiler sıradan birer çiçek de değil. Akçabardaklar açmış. Biliyor musun azizim, ne vakit bir akçabardak görsem hüzünlenirim. Onlar toprakta eliftir... Baharın cenanıdır! Hem insanların, diğerleri tarafından garipsenen tavırları da yok mudur? ’’
Behlül’e bunları söylerken yukarı doğru yürümeye başlamıştı. O ise düşünceli bir şekilde eliyle çenesini sıvazlıyordu. Behlül’e seslenmek için döndüğün de Eşref’e doğru yürümekte olan şemsiyeli bir kadın gözüne çarptı. Hakikaten insanların bazı huylarına akıl ermiyor diye geçirdi içinden. Hava, bir insanın yanına şemsiye almasını gerektirmeyecek kadar güzeldi. Kadın, Eşref’e doğru yaklaşırken şemsiyesi ile oynamaya başlamıştı. Hüsrev tüm dikkatini vermiş, kadının yapmaya çalıştığı şeyi anlamaya çalışıyordu. Biraz daha yürüdükten sonra şemsiyeyi yere doğru açtı. Eşref, kadının yanından geçerken açık şemsiyeye bir pusula bıraktı. Hüsrev, o anın hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlayamamıştı. Kadın açık şemsiyeyi sert bir şekilde kapatıp hızlı adımlarla patikanın aşağısına doğru yürüyordu. Hüsrev ve Behlül biraz daha yukarıda olduğu için Eşref izlediğini fark etmemiş, ara ara arkasına bakarak yürümeye devam ediyordu.
‘’ Gördün değil mi?’’ diye sordu heyecanla Hüsrev.
‘’ Evet, gördüm.’’
Behlül’ün canının sıkıldığı sesinin tonundan belliydi.
‘’ Kendi halimizdeymiş gibi davranmalıyız.’’ diye ekledi.
Tümseğe uzanan yolda Eşref adımlarını sıklaştırmıştı. Hüsrev ve Behlül’ün yanına geldiğinde yüzünde garip bir tebessüm vardı.
‘’ Pek leziz bir gün, değil mi? Hava da hoş.’’
‘’ Öyle.’’ diye karşılık verdi Behlül zoraki bir gülümsemeyle.
‘’ İkramınız yok mu?’’
Behlül şapkasını düzeltirken cevap verdi.
‘’ Burada ikram olmaz. ’’ dedi soğuk bir şekilde.
‘’ Yerinize gidelim o zaman!’’
Kastettiğinin, Şattat’ın hanı olduğunu biliyorlardı. Fakat dün gece yaşanan olaylar hala sıcaklığını koruyordu. İnatlaşırcasına oraya gitmek Şattat’ın dostluğunu kaybetmek olabilirdi. İki arkadaş emin olmadıklarını belli eder şekilde başlarını öne eğdiler. Eşref, onların rahatsızlığını anlayınca ellerini omuzlarına doğru uzatıp, tuttu.
‘’ Dün yaşanan olaylar bugün yaşanmayacak. Behlül haklı, yaşadığımızı hissetmemiz lazım.’’
Zıtlaşmanın bir manası yok diye düşündü Behlül. Arkadaşından önce Eşref’e döndü.
‘’ O zaman gidelim…Daha fazla vakit kaybetmeyelim.’’
Hana geldiklerinde içerisi henüz dolmamıştı. Selam vererek, arka sırada bir yere geçtiler. Şattat, sandukanın arkasında yetimliği büyük ile hararetli bir şekilde konuşuyordu. Onları görünce uzaktan el sallayıp konuşmaya devam etti.
‘’ Bugün siyasette de politika da yok! Yalnız keyiflenmeye, enfes şaraptan içmeye ve muhabbete geldik.’’ dedi Eşref.
Eşref’in tutumu ortamı bir nebze olsa rahatlatmıştı. Kadehler tokuşturuluyor, musikiden, edebiyattan konuşuluyordu. Bir aralık Eşref tuvalete gitmek için masadan ayrıldı. Biraz uzaklaşmasını bekleyen Hüsrev, büyük bir heyecanla Behlül’e doğru döndü.
‘’ Senin bu olanları benden daha mantıklı açıklayacağına eminim.’’
Behlül elinde tuttuğu birkaç leblebiyi parmaklarının arasında ezdi. Konuşmaya başladığında toz haline getirdiği leblebileri kase içerisine serpiyordu.
‘’Yol boyunca kafamı şemsiyeli kadın ve pusula meşgul etti. Kadının kim olduğunu elbette seçemedim. Yalnızca Kalender’e gelmesinden ve giyinişinden önemli biri olduğunu varsayıyorum. Ayrıca telaşından korktuğunu da çıkarabiliriz.’’
‘’ Bir delilik değil mi? Biri pusulayı attığını görseydi…’’
‘’ Çeşitli bahaneler bulunabilir…Biri görseydi mesela, arkadaşlığına talip olduğunu düşünür, bir iş çıkmazdı.’’ diye cevap verdi Behlül.
‘’ Yurda dönmesinin salt hasretten olmadığını biliyordum.’’
‘’ Muhakkak. Fakat önemli olan bir hata yapmasını engellemeli...’’
Hüsrev düşünceli bir şekilde gözlerini duvara çevirdi. Duvarlarda asılı flamalara, bayraklara bakıyordu. Asırlardır bu sancakların altında, devlete yararlı ya da zararlı mücadele veren insanlar olmuştu. Eşref de kendine göre bir mücadele içerisindeydi. Fakat sonunun ne olduğu belli olmayan bir mücadele…
‘’ Azizim Hüsrev, bir müddet daha takip etmeliyiz. Madem ki senin akraban, benim de arkadaşımdır eğer bir hata yapacaksa döndürmemiz lazım. Fakat onun laftan sözden anlayacağı yok. Bizi de aldatmaya çalışıyor. ‘’ dedi Behlül.
Hüsrev gözlerini arkadaşına çevirdi. Behlül, sözlerinin nasıl tesir ettiğini merak eder bir şekilde yüzüne bakıyordu.
‘’ Haklısın.’’ dedi durgun bir şekilde. Behlül başını sallayarak, mırıldandı.
‘’ İnatçıdır vesselam. Keçi ölse de kuyruğunu indirmezmiş.’’
Günler artık Eşref’i kolaçan etmekle geçiyordu. Aralarında fikir ayrılığı olsa da beraber hareket ediyorlardı. Hüsrev ısrarla Eşref’i nefes aldırmaksızın yanlarından ayırmamaları gerektiğini savunuyordu. Behlül ise buna şiddetle karşı çıkıyor, Eşref’i tutmanın bir fayda getirmeyeceğini savunuyordu. Hüsrev gereksiz bir dayatma içerisinde olduğunu birkaç gün içerisinde anladı. Eşref’in yanlarında olması, yakınlaşmalarından ziyade içine kapanmasına sebep oluyordu. Bununla beraber gözle görülür bir sinir harbi yaşanmaktaydı. Nihayetinde Hüsrev ısrarından vazgeçerek olayları akışına bırakmaya karar verdi.
Bir müddet sonra yalnızca arkadaşlarının değil rejiminde kendisini izlemediği kanaatine kapılan Eşref oldukça rahat davranmaya başlamıştı. Başkentte yaşayan sıradan bir adam olduğuna inanıyordu. Sıradan bir adamın üzerinde kimsenin gözleri olmaz diye düşünmüş, tedbiri elden bırakmıştı.
‘’ Fikirlerim de haklı olduğumu umarım anlamışsındır.’’ dedi Behlül.
Hüsrev eğilmiş, önünde ki haritaya bakıyordu. Bir takım oklarla yön verilmiş, kenarlarına tarihler atılmıştı. Behlül, bir sigara çıkarıp yakmıştı. Hüsrev bakışlarını haritadan çekip kendisine yönelttiğinde konuşmaya başladı.
‘’ İlk önce gayet sıradan bir durum gibi geldi bana da. Sonuçta herkes Krepen pasajına gidebilir. İki gün sonra tekrar gittiğinde yine önemsemedim . Önemsemediğim için de seninle paylaşmadım. Ama hemen akabinde tekrar gidince dikkat etmeye başladım. Aslında her şey gözümüzün önünde olduğu halde, görememişiz.’’
Hüsrev hala bir sonuca varamamıştı. Behlül, kollarını dik bir şekilde masaya dayamış hafif eğrimsi durarak ileri geri sallanıyordu.
‘’ Peki gözümüzün önünde olan neymiş?’’
Behlül yaptığı işten keyif aldığını belli edercesine kendini geriye attı.
‘’ Ayakkabılar, ayakkabılar azizim!’’
Hüsrev şaşırmıştı. Behlül tane tane anlatmaya başladı.
‘’ Giderken giydiği ayakkabı ile pasajdan çıkarken ayağında olan farklı. Bir sonra ki gidişinde de farklı bir kundura giyip, oradan bir önce giydiği ayakkabı ile çıkıyor. ‘’
Hüsrev gözleri boşlukta, düşünüyordu. Bir aralık başını kaldırıp Behlül’e baktı.
‘’ Bundan ne çıkar?’’
Behlül şapkasını indirmiş, saçlarını geriye doğru atarken cevap verdi.
‘’ En son Krepen pasajına beş gün önce gitti. Sen onunla beraberken Krepen’e gittim. Soldan ikinci dükkanda giydiği ayakkabı duruyordu. Dükkan sahibine, şunun bunun fiyatını sorarak dikkatini dağıttım. O sırada başka biri daha dükkana girdi. Bende sandukadaki ayakkabıyı alıp göz attım. Ayakkabının topuk kısmında birden çok çivi izi var.. Yani topuk kısmı çok kez sökülüp takılmış!’’
Hüsrev dudağının kenarına bir sigara koyarak yaktı. İs tavana doğru yükselirken, genzine kaçan duman şiddetle öksürmesine sebep olmuştu. Kızaran gözlerinden akan yaşları silip derin derin soludu.
‘’ Bundan dişe dokunur bir şey çıkmaz..’’ dedi yutkunurken.
‘’ Doğru fakat tümüyle dikkate alınmayacak bir durum değil. Eksikleri de diğer kısımlar tamamlıyor.’’ diye cevap verdi Behlül.
‘’ Krepen pasajından sonra nihai varış noktası Kalender oluyor. Her defasında farklı yollardan gidiyor. Kalender’e geldiğinde ise kır çiçeklerinin olduğu yere gidip etrafı izliyor. Yarım saate yakın öylece duruyor ve geldiği yoldan geri dönüyor. ‘’
Hüsrev hala hırıltılı nefes alıyordu. Yeni bir konu açılmış gibi sakince sordu.
‘’ Gidip bakmadın mı?’’
‘’ Elbette baktım. Toprak olduğu gibi.’’
Göz çeperlerini tutan elini indirip, dışı ile diğerinin içerisine sertçe vurdu.
‘’ Buradan bir şey çıkmaz dedim sana!’’
Behlül başını sağa sola sallayarak cevap verdi.
‘’ Hayatta insana zarar veren olgulardan bir tanesi de peşinen karar vermesidir…Düşün… Eşref geldiği günden itibaren bir sırrı korumaya çalışıyor. Aşikar olmasa da bir teşkilata mensup! Attığı adımlar yakalanmaması için… Kapının önünde gördüğün adamı hatırla! Takip edildiğini de biliyor. Dikkatleri başka bir yöne çekmeli ki, plana sadık kalsın. Bir noktaya kadar başardı. Tepedeyken belli bir alan içerisinde sadece çiçeklerle alakadar görünüyor. Onu izleyen bütün bir sırrı orada arayacaktır. Bende aldandım. Bu yüzden tüm dikkatimi çiçeklere yöneltmiştim. Halbuki esas aldatmaca o! Eşref bunu bilerek yapıyor. Çiçeklik alanda aradığımı bulamayınca derin bir düşünce hali ile patikaya çıktım. ‘’
Behlül tabakasından bir sigara çıkararak yaktı.
‘’ Yolun bazı kısımlarında toprağın derin oyuklara sahip olduğuna dikkat ettim. ’
Konuşurken bir yandan çenesini kaşıyordu. Ne zaman düşünse böyle yapardı.
‘’ Azizim anla yani. Bunların hepsi bir paravan! Tamamen bir aldatmaca! Kunduracı haber aldığı yer. Pusula ayakkabının topuğuna koyuluyor. Çiçeklerin olduğu alanda ileri geri sallanarak topuğu açıyor, oyuklara da sert basarak içine bırakıyor.’’
‘’ Sen çıldırmışsın Behlül!’’ diye bağırmaktan kendini alamadı Hüsrev.
‘’ Aklının oynadığı oyunlar, sanrılar görmene sebep olmasın!’’
Behlül, Hüsrev’in yüzüne kaşları çatılmış bir şekilde bakıyordu.
‘’ Çıldırmadım!’’ dedi sakince.
‘’ Ve haklı olduğumu ispatlayacağım sana! Ayakkabıcıya gitmesini bekleyelim!’’
Son sözü emreder gibi söylenmişti. Hüsrev, onunla tartışmanın bir yarar getirmeyeceğini biliyordu. Ayrıca Behlül yardımcı olmak istediği için yanındaydı. Behlül ellerini arkasına bağlayarak yürümeye başladı. Perdenin önünde durup denize bakarken mırıldanıyordu.
‘’ Evet, bekleyelim ve görelim…’’
Hüsrev arkadaşı için endişeleniyordu. Behlül’ün ansızın üstlendiği bir vazifenin baskısı altında uçuk fikirlere kapıldığı düşüncesi canını sıkmıştı. Behlül ise haklı olduğunu ispatlayacağı gün için beklemeye başlamıştı.
Eşref’in peşinde koşturdukları günlerde Şattat’ta da bir takım değişiklikler olduğunu fark ettiler. Eskisinden daha az konuşuyor, daha az içiyor ve ansızın sinirleniyordu. Sebebini anlamaya çalışıyorlar fakat bir sonuca varamıyorlardı.
‘’ Amara da mutsuz.’’ dedi önündeki kadehi doldururken.
‘’ Belli…İhtiyarı biraz sıkıştırdım ama renk vermiyor.’’
‘’ İnsanlar belli bir yaştan sonra mecburi bir değişim yaşıyor.’’
Hüsrev, kadehinden bir yudum alıp gülümsedi.
‘’ Bu çok açık bir haldir Behlül. Bizim haberimiz olmayan bir hadise cereyan edip de ölüm ile yüzleştiyse canının sıkılması normaldir. Bu da değişmesine sebeptir.’’
‘’ Laf…’’ dedi kadehi tokuştururken Behlül.
‘’ Esaslı bir laf! Sözlerimde bir romantizm yok. Düşünsene, biz ölüme ne kadar yakın hissediyoruz? Bir cenaze görmediğim zaman yahut mezarlığın kenarından geçmediğim sürece aklıma dahi gelmiyor. Bunun sebebi de gençliğimin kudretindedir. Oysa o artık ölüme yakındır. Sıkılmışlığı da bundandır.’’
Behlül leblebilerden bir tanesi eline alıp havaya attı. Hüsrev, onun ağzıyla bir numara yapacağını düşünürken Behlül avucunu uzatıp düşen leblebiyi tuttu. Birkaç kez bu hareketi yapıp Hüsrev’e döndü.
‘’ İspatı olmayan bir fikir…’’
‘’ Kanıt olmadığı için öylesine söylenmiş sözler olarak gelebilir. Fakat yaşananı öğrenirsek o zaman bende haklı çıkabilirim.’’
Leblebiyi son kez havaya atıp, avuçları masaya paralel olacak şekilde elini uzattı. Leblebi düz bir çizgiyle iki parmağının arasında kalmıştı. Parmaklarını hafifçe yana çevirip, elini biraz daha yukarı kaldırdı.
‘’ Müspet ilimin kaynağı gerçeklerdir. Misal bu leblebi! Gerçekliği, maddenin varlığının ispatlanmasından gelir. Halbuki senin söylediklerin farazi, bir yorumdan ibaret…Bana kırılmanı istemem.’’
Hüsrev kadehi dudaklarına doğru kaldırdı. İşaret parmağıyla köşede duran Şattat’ı gösterdi.
‘’ Peki bu adama ne olacak?’’
‘’ Zamanı geldiğinde olanı öğreniriz…’’
Sinsi bir gülümsemeyle bakan Behlül leblebiyi havaya attı. Dudaklarını ince aralayıp düşen leblebiyi çiğnemeye başlamıştı.
Faytoncu kırbacı bir kez daha indirdiğinde atların acı kişneyişleri sokakta yankılanıyordu. Hüsrev sanki kırbacı kendi yemiş gibi, sinirli bir şekilde faytoncuya bakmaya başlamıştı. Neredeyse bir deri bir kemikten ibaret kalmış atlar bu kadar kamçılanmamalı diye geçirdi içinden. Yan gözle Behlül’e baktığında oturduğu yerde gayet keyifli, sigarasını yaktığını gördü.
‘’ Ben sana demiştim. Şimdi sözüme geldin mi?’’ dedi Behlül, ona bakmadan.
‘’ Zekice…’’ diye mırıldandı Hüsrev. Başını öne eğip sırasıyla olanları düşünmeye başladı.
O gün diğer günler gibi başlamıştı. Behlül konağa gelmiş, beraber kahvaltı yapmışlardı. Kahvaltının ardından birer bahane bularak konaktan ayrıldılar. Hüsrev gizli geçitten geçip arka bahçeye çıktığında Behlül’ün beklediğini gördü. Durdukları yer bahçe içerisinde bodur ağaçlarla kaplı çok nadir kullanılan bir alandı. Bir müddet sonra Eşref demir kapının önündeydi. Etrafa bakınıp ağır kapıyı yavaşça aralayarak, çıktı.
Eşref Cadde-i Kebir’de bir süre oyalanmış ardından Krespen Pasajına gelmişti. O kapıda belirdiğinde Hüsrev heyecanlanmıştı. Eşref’in pasajda geçirdiği saniyeler saatlere dönmüş gibiydi. Hüsrev beklemekten sıkıldığını belli eden tavırlarla etrafa bakınıyordu. Eşref’in sureti kapıda belirdiğinde Hüsrev gözlerini ayakkabılara çevirdi. Behlül yanılmamıştı. Eşref farklı bir ayakkabı ile pasajdan çıkıp, yürümeye başlamıştı. Behlül ise manzaradan memnun, şaşırdığı her halinden belli olan Hüsrev’i dirseğiyle dürttü. İzlendiğini fark etmeyen Eşref büyük meydana doğru yürürken diğerleri de ara sokaklardan hızlıca geçip rıhtıma indiler. Eşref’in varacağı yer ne de olsa Kalender’di…
Eşref’ten önce Kalender’e gelen iki arkadaş uygun bir yer bularak kendilerini gizledi. Hava oldukça serin, insan sayısı azdı. Yaklaşan sandalın içerisinde oturan Eşref’i göründüğünde kovuklarına tüneyen kuşların cıyaklamaları duyuluyordu. Kayık kıyıya yavaş yavaş yaklaştı. Behlül daha önce bu tabloyu gördüğü için umursamamıştı.
‘’ İşte başlıyoruz.’’ dedi heyecanla Hüsrev. Behlül yüzünde hırslı bir tebessüme ona bakıyordu.
Tek bir seferde kayıktan inen Eşref merdivenleri hızla çıkarak tepeye vardı. Çiçeklerin ortasında durmuş, yüzü denize dönük etrafı izliyordu. Uzunca bir süre öylece durdu. Etrafa son kez bakınıp, ağır adımlarla patikada yürümeye başladı. Hüsrev, Eşref’in durduğu müddet boyunca gözünü kırpmadan bacaklarına bakmıştı. Belli aralıklarla ayaklarını kaldırmadan bir tekrar içerisinde sağa sola oynattığını fark etmişti. Ağır adımlarla yürüyen Eşref bir yerde dizlerini normalden daha yukarı çekip, sert bir şekilde toprağa vurdu. Yakalarını düzelterek adımlarını sıklaştırdı ve merdivenlere yöneldi.
Eşref’in gözden kaybolmasını bekleyen Hüsrev ve Behlül gizlendiği koruluktan çıkıp patikaya doğru yürümeye başladı. Bir yandan da olanı konuşuyorlardı. Patikaya az bir mesafe kala koşar adım gelen bir kadın göründü. Behlül kadını fark edince Hüsrev’i kolundan tutup merdivenlere doğru çekti. Hüsrev’in canı sıkılsa da bir cengaver gibi ileri atılamayacağını biliyordu. Kadın oyuğun önüne kadar gelip, ürkek bir şekilde etrafa bakındı. Kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle eğilip, oyuktan bir topaklık almıştı. Keseye benzeyen çantasını parmaklarının ucunda tutup geldiği yere doğru yürümeye başladığında Hüsrev sinirli bir şekilde söyleniyordu.
‘’ Hay aksi! Biraz daha erken davransak biz alacaktık..’’
Başını gökyüzüne doğru kaldırıp derin derin soludu. Grimsi bulutların kapladığı havada güneş seçilemiyordu. Başını hızla indirip, gözlerini patikaya dikti.
‘’ Kadını takip etmeliyiz!’’
Patikaya doğru adım attığı sırada Behlül kolundan tuttu.
‘’ Bu iş kendini tekrar ettiğine göre acele etmemek de fayda var. İyi bir plan yapıp bu işe öyle girişmeliyiz.’’
Behlül’ün sözlerine haklılık veriyor fakat merakını da gidermek istiyordu. Cebinden çıkardığı saate gözlerini dikerek düşünmeye başladı. Hangisinin daha iyi bir seçenek olduğunu kestiremiyordu. Saniyeler, dakikalar o kadar hızlı geçiyordu ki, olaylara değil zamana yenileceğini anımsadı. Behlül ise kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Hüsrev altın kaplamalı saatin kapağını sertçe kapatıp arkadaşına döndü.
‘’ Haklısın.’’ dedi. Ve ilave etti.
‘’ Düşünmeden iş yaparsak akılsızın başın cezasını ayaklar çekecektir…’’
Hüsrev’in sözlerine Behlül bir tepki vermemişti.
‘’ Ne düşünüyorsun?’’
Behlül mavi gözlerini Hüsrev’e çevirdi.
‘’ Bir mekanizma, uyarıcı olmalı!’’ dedi.
‘’Azizim pusulanın düştüğünden emin olması için! Düştüğünü anlayabilmesi için bir düzenek olmalı…’’
Hüsrev saat kordonunu düzeltip, ceketini aşağı çekti.
‘’Onu da öğreniriz! Fakat şimdi gidelim.’’
Güneşin batmaya yüz tuttuğu bir saatte merdivenlerden inmekteydiler. Müşteri geldiğini gören hamlacılar ipleri çözüp kayıktaki yerlerini aldılar. Behlül bir sigara yakmış denizi izliyor, Hüsrev ise saatini çıkarmış, oynuyordu. Dingin denizi yararak ilerleyen kayık karşıya vardığında karanlık çökmüştü. Arkadaşından destek alarak karaya çıkan Hüsrev etrafa bir bakış attı. Balık ağlarına takılan fenerlerin aydınlattığı dar sokaktan başka her yer zifiri karanlığa gömülmüştü. Sokağın ortasına kadar sessizce yürüdüler. Bir anda duvarlara çarpan gölgeler Hüsrev’in dikkatini çekti. Geriye doğru döndüğü sırada elinde sopa olan iki adamın kendilerine doğru yaklaştığını gördü. Behlül ise sokağın diğer başında görülen üç adama bakıyordu. Sokağın hem girişinden hem de çıkışından kuşatılmış vaziyette ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Behlül gelenlerin niyetinin kötü olduğunu anladığı için yumruklarını kaldırıp, sırtını Hüsrev’e dayadı. Adamlardan iki tanesi elinde tuttuğu sopayı yerde sürüyerek yaklaşıyor, ikisi avuçlarına vurarak yürüyordu. Diğer adam ise koltuğunun altına koyduğu sopaya aldırmadan ellerini ovuşturarak yaklaşıyordu.
‘’ Yeni bir bilinmezliğin eşiğindeyiz. Bunlar Eşref’in arkadaşları olabilir mi?’’ diye sordu Hüsrev.
‘’ İhtimal dahilinde…Fakat dilimiz değil bileğimiz konuşmalı Hüsrev!’’
Adamlarla aralarında oldukça kısa bir mesafe kalmıştı. Koltuğunun altında sopasını tutan adam öne doğru bir adım attı. Gayet sakin bir şekilde konuşuyordu.
‘’ Bizimle gelmenizi istiyoruz. Sizi tanıyoruz ve zarar vermek istemiyoruz. Eğer davetimize kolaylıkla iştirak ederseniz bir tatsızlık çıkmaz.’’
Adam bunları söylerken koltuğunun altındaki sopayı tutmuş, temkinli hareketlerle kuşağına doğru indiriyordu. Bunu gören iki arkadaş sıkı yumruklarını gevşettiler.
‘’ Hüsrev’ciğim amansız bir dövüş mü istersin yoksa efendilerin ne istediklerini konuşarak mı öğrenmeliyiz?’’
Kavgaya girişmenin bir yarar getirmeyeceğini düşünen Hüsrev ellerini indirdi.
‘’ Zarar vermek isteseler böyle bir teklifte bulunmazlardı.’’
Behlül de yumruklarını indirmişti. Sopalı adamlar liderlerine uymuş, kuşaklarının kenarındaki çengele sopaları asmışlardı. İki arkadaş ile konuşan önde, diğerleri arkada yürümeye başladılar. Hüsrev şüphe duysa da herhangi bir maraza çıkacak gibi görünmüyordu. Sokağın çıkışına yaklaştıkları esnada bir oyuna geldiklerini anladılar. Arkada ki adamlar hiç beklenmedik şekilde sopalarına sarıldı. Hüsrev boynuna gelen bir darbeyle, balıkçı kasalarından sızan sulardan ıslanmış toprağa düşmüştü. Gözleri kapanmadan gördüğü son görüntü kendisi gibi düşen Behlül olmuştu.
Hüsrev gözünü açtığında gördüğü ilk şey sarımtırak bir bez parçası oldu. Elleri sıkı sıkı bağlanmıştı. Ayaklarında öyle bir uyuşma olmuştu ki uzun zamandır bu şekilde oturduğunu anlayabilirdi.
‘’ Neredeyiz?’’ diye bağırdı. Fakat midesine inen yumruk pişman olmasına yetmişti.
‘’ İyi misin!’’
Behlül’ün midesine de sert bir yumruk indiğini seslerden anlamıştı. Başına geçirilen bez parçası aniden çekildi. Serbest kalan çehresinde, çektiği acıyı yansıtmamaya çabalayarak etrafa bakındı. Duvarlarda yer yer kan izleri gözüküyordu. Odanın havası oldukça rutubetli ve ağırdı. Karşılarında bir masa, masanın üzerinde birkaç evrak, mürekkep ve kalem görülüyordu.
‘’ Sulh yolu demiştik değil mi?’’ dedi Behlül gülen fakat acı çektiği de belli olan bir ses tonuyla. Hüsrev de dayanamamış gülmüştü. Bir noktada sıradan gülüşmeler çılgın kahkahalara dönüşmüştü. İki arkadaş nefes almaksızın gülüyorlardı. Demir kapının iç gıcıklayıcı bir ses ile açılması aniden susmalarına sebep oldu. Kapıdan gireni görünce Hüsrev bir irkilme yaşadı. Koca gövdeli adam hiçbir şey söylemeden, masaya oturdu. İri ellerini tarak gibi kullanıp, uzun ve gür sakallarını sıvazlıyordu.
‘’ Benim kim olduğumu biliyorsunuz değil mi?’’
Suskunluğa hiddetlendiği bakışlarından belli oluyordu.
‘’ Size soruyorum!’’ diye bağırdığı esnada iri elleriyle eskimiş tahta masaya vurmuştu.
Behlül gayet sakin bir şekilde cevap verdi.
‘’ Evet. Siz meşhur Kabasakal Mehmet Paşa’sınız. Hünkarımız Abdülhamit Han’ın yegane evladı.’’
Kabasakal Mehmet Paşa koca gövdesini geriye doğru attı. Bir süre kağıtlara bakıp masadan kalktı. Kasvetli odanın içerisinde dolaşmaya başlamıştı.
‘’ Padişah peygamber vekilidir. Kendisine hem itaatim hem muhabbetim son derecelerdedir. Şöyle bil ki zat-ı şahane bana "Mehmed babanı kes deyü kati bir emir verse besmeleyi çeker arkasından tereddüt etmeden babamı keserim.’’
Paşa etraflarında dolaşıyor, konuşurken sıktığı dişlerini desteklemek için avuçlarını dövüyordu.
‘’ Büyük sadakat…’’ dedi Hüsrev.
‘’ Öyle!’’ diye kükredi Paşa.
Behlül söz almak istediğini belli edercesine öksürdü. Paşa iri gözlerini Behlül’e dikmişti.
‘’ Bizi buraya cebren getirdiniz, olabilir. Sebebini öğrenmek hakkımızdır.’’
‘’ Yüz kişi ortaya çıkar bir iş yapmaya niyetlenirler. Fakat nizamı sağlayacak biri olmadığında, işleri pay edecek ve kontrol mekanizmasına etten kemikten müdahale edecek biri elzemdir! Nedendir bu? Karmaşa olmaması için! ‘’
Hüsrev, Paşa’nın havada salladığı ellerinin mum ışığı altında duvara yansımasına bakarken bir gölge oyununun izlerini anımsattığını düşünüyordu. Kanlı ve tehlikeli bir oyun! Kabasakal Mehmet Paşa elini son kez savurup, sıkı bir yumruk yaptı.
‘’Bir lider olmazsa kargaşa çıkar. Birilerinin ardı sıra gitmek mecburiyetindesin. Fakat lider diye öne atılanlar hem yalancı olup, hem hayal görürse; gördüğü hayalin peşine bir de maceraperestleri katarsa o zaman durum vahimdir! Sizi buraya getirdim çünkü akrabanız bir soytarının peşi sıra gidiyor! Kendisi ve ailesi için bir takım tehlikeli işler yapıyor. Ailesinin hanedanlığa sadakati olmasa az öncekinden daha sert bir üslupla karşılaşmış olacaktı! Fakat…’’
Behlül dudaklarını susamış bir çocuk gibi şıpırdatırken bir yandan da şu anı hiç önemsemediğini gösterir bir tavırla Paşaya bakıyordu. Karşısında duran Çerkes Hakul Mehmed Paşaydı. Lakabını kaba sakallarından alıyordu. Yeryüzünde padişaha bu denli sadık başka bir kul daha yoktu. Şatafatlı bir hayatı vardı ve Yıldız’ın en büyük jurnalcisiydi. Halk arasında saygıdan çok korkuyla anılırdı.
‘’ Şimdi…’’ dedi Paşa. Siyahımsı gözlerini kalın parmakları arasında tuttuğu kağıda dikmişti. Hüsrev gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. Kendi kendine bir şeyler mırıldanan Paşa yüzünde anlamsız bir gülümseme ile başını sağa sola salladı. Tek kaşını kaldırıp hırıltılı bir ses tonu ile söze girdi.
‘’ Sıcak yataklarınızı Bekir Ağa Bölüğü’ne bir gece de serebilirim. Sadece sizin değil ailenizde ki herkesin. Şeytana ses çıkarmayan yarenidir. Değil mi?’’
Özellikle Hüsrev’in, Bekir Ağa Bölüğü’nü duyunca ürktüğünü söylemek gerekir. Oradan yükselen çığlıkların yankısı, gökyüzüne yükselmeden çığlık atanın son nefesini verdiği dedikoduları kuytu köşelerde konuşulurdu.
‘’ Sizinle bir anlaşma yapacağız.’’
Paşa dudaklarının kenarına koyduğu filtresiz sigarayı yakmış, bıyıklarına bulaşan tütünleri çiğniyordu.
Hüsrev başındaki çaputu çıkardığında sokağa geri bırakıldıklarını gördü. Behlül gözlerini ona çevirmişti. Fakat öfkeyle değil tebessümle bakıyordu. Elini, Hüsrev’in omuzuna vurarak yürümeye başladı. Hüsrev ise tüm yaşananlardan mahcup olmuş bir şekilde, elleri cebinde atarak arkadaşına eşlik etmeye başladı.
‘’ Kendimizi o kadar kaptırdık ki, Eşref’i takip ederken takip edileceğimizi düşünmedik. Hata yaptık azizim.’’ dedi Behlül.
Yaşananlar üzerine konuşmaya ancak ikinci testi önlerine geldiğinde olmuştu.
‘’ Dövünecek, mızmızlanacak bir adam değilim. Bundan sonrasını hesaplamamız gerekiyor. Uçurumun kenarındayız. Sendelersek parçalanırız.’’
Hüsrev kederli bir haldeydi. Behlül’ü bir bataklığın içine sürüklediğini düşünüyor, utanıyor, sıkılıyordu. Beklemeden iki kadehi üst üste içti. Midesinde ki yanmanın getirdiği etki yüzüne yansımıştı. Behlül gözlerini arkadaşından ayırmış, hanın içerisine bakıyordu. Şattat köşede yalnız başına oturmuş önünde bir kağıt parçasına bir şeyler yazıyor bir yandan da boynuna doladığı mendille alnında biriken iri ter damlalarını silip sinirli sinirli havayı soluyordu. Sanki karanlık bir el, herkesin hayatını gölgelemeye başlamıştı. Amara da dirseğini masaya dayamış çenesini tutarken, yüzüne düşen saçı nefesiyle sağa sola oynatıyordu. Işıl ışıl parlaması gereken gözlerine anlamsız bir hüzün çökmüştü.
‘’ Çok karışık bir iş.’’ dedi Hüsrev.
‘’ Biz Eşref’i izliyoruz, başkaları da bizi…Bir yandan da işbirliği yaptıkları var…Alakamız olmayan bir dizi sisli meselenin içinde kaldık. Yetmiyormuş gibi bir de anlaşma yaptık. Kabasakala Eşref’i kontrol altında tutacağımıza dair söz verdik.’’
Behlül biraz da şarabın getirdiği etki ile gülmeye başlamıştı. Hüsrev’in yüz hatlarında hiçbir hareket olmamıştı.
‘’ Aslında aklım almıyor.’’ dedi. Sebeplerini anlattığında arkadaşının hak vereceğini düşünüyordu.
‘’ Eşref’in karanlık ilişkilere girdiğini Kabasakal biliyor. Peşinden gidip tereyağından kıl çeker gibi tüm çarpık ilişkileri ortaya çıkarabilir. O kadar nizami ve gizli teşkilatlanan insanların sıradan bir emeli olmadığı belli…Kabasakal ise bunları meydana çıkarmak yerine, aileyi öne sürüp onu korumamızı istiyor. Halbuki kendisi padişahın en sadık kullarından... Eşref’in işbirliği yaptığı teşkilat da rejime karşı bir tehdit…’’
Behlül çenesini kaşımaya başlamıştı.
‘’ Kabasakal bizimde görmediğimiz daha büyük bir işin peşinde olabilir. Pasajda ki kunduracının, tepedeki kadının görevi ne bilmiyoruz. Verilen pusulalar da ne yazdığını da! Kabasakal bunlardan birini işkence ile konuşturabilir, bu bir ihtimal! Ama bu kadar nizami iş yapan bir örgüt şifresiz haberleşmeyecektir. Düşüncem bir adam kunduracıya mesajı bırakıyor. Eşref ve kadın ve kunduracı aracılık yapıyor.’’
Hüsrev sabırsızca söze girdi.
‘’Belki kadın ya da kunduracı pusulaları okuyordur ama postacı güvercini Eşref yaşanacakların sonuçlarını çok önemsemiyor.’’
Behlül etrafa bakınıp Hüsrev’in yakasını tuttu. Nefesini hissedecek kadar kendine doğru çekmişti.
‘’ Azizim Hüsrev! Sadece daha dikkatli olmalıyız! Gerisini zaman çözecektir…’’
Titrek mum ışıkları altında kaldırdıkları kadehlerin gölgesi duvara vuruyordu.
O gece bir karar aldılar. Eşref’in yanından ayrılmayıp, farklı bahanelerle bir arada durmaya başlamışlardı. Eşref şüphelerini dile getirmeyecek kadar temkinli davransa da öfkeli olduğu belliydi. Krepen pasajına gidemiyor, karşısına bir duvar gibi çıkan adamları ezip geçemiyordu. Özellikle Hüsrev bu durumdan memnun değildi fakat mecbur olduklarını biliyordu. Behlül bir yandan Hüsrev’e yardımcı oluyor bir yandan da tümüyle olmamakla beraber Şattat’ı gözetiyordu. Şattat sanrılar içerisinde iyice karamsarlaşmıştı. Arkasında bir gölge belirse uykusuzluktan kanlanmış gözleri yerinden çıkacak gibi oluyordu. Bunlar yetmezmiş gibi bir de ortadan kaybolmaları başlamıştı. Hanı Amara’nın kontrolünde, büyük ve cılıza bırakıp saatlerce yok oluyordu. Kontrolünü kaybetmiş bir şekildeydi. Bir gece yazı masasının başında durmuş etrafı izliyordu. Elinde ki tepsiyle sağa sola yetişmeye gayret eden gençlerden büyüğe hiç lüzumu olmadığı halde çıkışmış, genç adamı insanların içinde azarlamıştı. Sonra da o koca gövdeli adam bir çocuk gibi ağlamıştı. Sorulara kaçamak cevaplar verip köşesine çekiliyordu. Kendini tekrar eden bu döngü bir süre daha devam etti.
Başkent kışı karşılarken, Kabasakal Mehmet Paşa ile bir kez daha bir araya geldiler. Bu sefer eşsiz halıların serili olduğu, duvarlarında oldukça değerli tabloların bulunduğu bir odanın ortasına kurulmuş uzunca bir yemek masasının etrafında oturuyorlardı. Behlül salona girdiğinde paşa ile Hüsrev’i karşılıklı otururken görmüştü. Başıyla selam vererek Hüsrev’in yanına oturdu. Sakallarından süzülüp ipek gömleğine damlayan çorba suyuna aldırış etmeyen paşa, bir süre yemekle meşgul oldu. Hüsrev ve Behlül sıkılgan bir edayla birbirlerine bakıyorlardı. Paşa sararmış bir mendille sakallarını silip geriye doğru yaslandı.
‘’ Sizi buraya neden getirttiğim hakkında bir fikriniz var mı?’’
Odada derin bir sessizlik hakimdi. Paşa tütün tabakasını köşelerinden tutmuş bir sağa bir sola çeviriyordu. Düşünceli olduğu çatılmış kaşlarının kenarlarında, alnında beliren çizgilerden anlaşılıyordu.
‘’ Olağanüstü zamanların içindeyiz. Büyük hadiselerin meydana geleceği kaçınılmaz bir gerçek. Fakat efendimizin yenileceğini, düşeceğini düşünenler büyük bir gafletin içindeler.’’
Paşa ayağa kalkmış, odanın içerisinde dolaşmaya başlamıştı. Büyük konsolun üzerinde ki sultan portresine gelince durdu. Gözlerini tablodan ayırmadan konuşmaya başladı.
‘’ Sizi çağırmanın sebebine gelince…Sizinle bir antlaşma yapmıştık. Sadık kalacağınızı düşündüğüm bir antlaşma! Sizi ve ailenizi koruyan bir antlaşma! Fakat…’
Paşa başını ansızın tablodan çevirip, hınç dolu bakışlarını Hüsrev’in üzerine dikmişti. Hüsrev başı önde çıkardığı saatle oynamaktaydı.
‘’ Antlaşmalara her zaman sadık kalınmıyor, değil mi?’’
Saati kapatırken derin bir nefes çekerek başını kaldırdı.
‘’ Bazen, gayri ihtiyari durumlar söz konusu olabiliyor. İstem dışı gelişen bir olayın karşısında, göz önünde olanı kaybedebilir insan…’’
Paşa, sert bir şekilde masaya vurdu.
‘’ Kaybetmemelisiniz! Farkında değiller ki onların peşinde koştukları rüya bir kabus olarak üzerlerine çökecek! Efendimin, Bedirhanzadelere olan özel ilgi ve saygısından bugüne kadar durdum! Ama Eşref beyin çanak tuttuğu hadsizlerin bir takım emelleri var. Kasıtları devleti bir felakete sürüklemek! Eşref bey de ihanetin eşiğindeler!’’
Doğrularak, sakallarını sıvazlamaya başlamıştı.
‘’ Onun gibilere artık tahammülüm kalmadı! Ben, birine ilk ve son kez şans veririm. Artık o da siz de dikkat edin!’’
Sakallarını okşayan elini havada sallayarak dışarı çıkmalarını emretti. Behlül sinirli bir şekilde sandalyesini geriye çekip, hızlı adımlarla kapıya yöneldiğinde Hüsrev ayağa kalkacak kuvveti kendinde bulamıyordu. Sandalyenin kenarlarından kuvvet alıp doğruldu. Yapacağı tek iş Eşref’i bulmaktı.
Fayton kanalizasyonun üzerinden geçerken şiddetle sarsıldı. Hüsrev başını yana doğru çevirmiş, değişen şehre bakıyordu. Konaktan çıktıklarından beri konuşmamışlardı. Behlül’ün canı yaşananlara sıkılmıştı.
‘’ Benimle paylaşacağın bir şey yok mu?’’ diye sordu Behlül.
Hüsrev yüzünü ona doğru çevirdi. Behlül’ün yaşananları mukayese ettiğini bakışlarından anlamıştı. Yaka düğmesinin açıp yaşananları tane tane anlatmaya başladı.
‘’ Dün sen gidince, bizde bir cadde-i kebire uzanalım dedik. Aslında bunda kötü bir maksat yoktu. Biraz alışveriş yapar kafa dağıtırız diyordum. Havanın serin olmasına rağmen cadde panayır yerine dönmüştü. Palto alanlar, manto alanlar, çığırtkanlar, satıcılar… Anlayacağın bütün şehir oraya yığılmış gibiydi.’’
Behlül tabakasını çıkarmış, Hüsrev’e uzatmıştı. Bekletmeden bir sigara aldı.
‘’ Kalabalığın ortasında bir aralık Şattat’ı gördüğümü zannettim. Oraya doğru seyrelttiğimde yanılmadığımı anladım. Elinde bir mendil terleyen yüzünü silmekteydi. Selam vermek için yürümeye başladığımda, önünde durduğu dükkanın içinden çıkan bir adam Şattat’ın koluna girdi. Fakat adam bunu o kadar sert yaptı ki Şattat koca gövdesiyle ileri geri sallanmıştı! Bununla beraber adamı bir yerden hatırlayacak gibiydim. Gördüklerimin neticesinde Eşref’in varlığını unuttuğumu da inkar edemem. Ayrıca son zamanlarda ki değişimi, yaşadığı sıkıntıları göz önünde bulundurunca peşlerinden gitmeye karar verdim. ’’
Hüsrev’in anlattıkları Behlül’ün ilgisini çekmişti. Hüsrev bir bacağını diğerinin altında kalacak şekilde oturup, tamamıyla Behlül’e doğru döndü.
‘’ Caddeden çıkıp, arka sokağa doğru yürüdüler. Mesafeyi korumak zorunda olduğumu biliyordum. Kimsenin olmadığından emin oldukları dar bir sokağa girince durdular. Bende sırtımı sokağın girişinde ki binaya dayadım. Bunu yaparken bir yandan da adamı nerede gördüğümü hatırlamaya gayret ediyordum. Sonunda muvaffak oldum ve hatırladım. Eşref’in geldiği gün, gar da seninle çarpışan adamın ta kendisiydi!’’
Fayton bir kez daha sarsılmış, Behlül’ün elinde ki külün pantolonuna düşmesine sebep olmuştu. Behlül, sigarayı sert bir şekilde fırlatıp, pantolonuna vurmaya başladı. Hüsrev aldırmamış, anlatmaya devam ediyordu.
‘’ Sokağın boş olmasına rağmen konuştuklarını net duyamıyordum. Fakat bazı kelimeleri seçebilmiştim. Şattat’ın hain diye bağırdığını ve Amara dediğini duydum! Kısa bir süre sonra patlayan bir tokat ve ardı sıra Şattat’ın nidası yankılandı. Çıkıp adama saldırmak istedim fakat adamın Şattat’a zarar verip kaçmasından çekindim. Sokağa doğru baktığımda öte başında duran bir fayton gördüm. Oraya doğru yürümeye başladılar. Adam, Şattat’ı hem itekliyor hem de bir yandan konuşuyordu. Faytona bindiklerinde yaşadıklarımı hazmetmeye çalışıyordum. Önce Eşref’i ardından da seni bulmak arzusu ile Cadde-i Kebir’e doğru yürüdüm.’’
Behlül düşünceli bakışlar eşliğinde bir sigara daha yaktı. Hüsrev ise hararetli bir şekilde konuşuyordu.
‘’ Cadde-i Kebir’e çıktığımda Eşref çoktan toz olmuştu. Tüm gün ona bakındım fakat hiçbir yerde bulamadım. Sizin konağa geldiğimde iki kişi koluma girdi. Paşanın adamları olduğunu anlamam çok uzun sürmedi. Her şey o kadar kısa süre zarfında gerçekleşti ki, sersemlediğimi itiraf etmeliyim. Beraber bir faytona bindik. Aslında ikisine hücum edip devirebilirdim ama sonrasını kestiremediğim için onlara eşlik etmeye karar verdim. Gözlerime bağlanan bezi söktüğümde denize bakan bir odanın içerisindeydim. Tüm gece orada kaldım. Geri kalan hikayeyi biliyorsun.’’
Behlül bir süre sessiz kaldı. Hüsrev bacaklarını yana doğru açarak elleriyle yüzünü kapadı. Hüsrev ile Behlül arasında sıkı bir dostluk olsa da bazı özellikleri birbirlerinin tersi sayılırdı. Mesela Behlül bir olay karşısında anında tepki gösterebilir, karar alır ve aldığı karar doğru ya da yanlış fark etmeksizin, doğan her sonucu göğüslerdi. Hüsrev biraz daha çekimser bir adamdı. Duyguları hele ki baskı altında ise anında alt üst olabiliyordu. Omuzuna koyulan eli hissedince başını kaldırıp Behlül’e baktı.
‘’ Büyük bir muammanın içindeyiz…Dört bir yanı saran bir karmaşa var! Bundan sonrası azizim, göründüğünden daha karanlık…Hava puslandı! Bu pusu dağıtmazsak içinden çıkacak canavar muhakkak bize de zarar verecek! Eşref’in dün nereye gittiğini, paşanın neden bu denli sinirlendiğini, nasıl bir işten bahsettiğini, bizimle temasının altında başka bir gaye olup olmadığını öğrenmemiz gerek! Ayrıca Şattat’ın yanında ki adamı ve ilişkilerini de…Biliyorum oldukça karışık ve pis bir iş kurtulmak için mantıklı davranmalıyız!’’
Sahile inip, çeşitli fikirleri ele aldılar. Her şeyden önce Eşref’i bulmaları gerekiyordu. Sırlı bütün olayların düğümünü çözecek adam Eşref’ti. Beraber caddeye çıkıp konağa doğru yürüdüklerinde derin bir sessizliğe gömülmüşlerdi. Konağın önünde duran fayton ağır ağır uzaklaşırken Hüsrev demir kapıyı araladı. Büyük kapıdan geçip giriş merdivenlerine geldiklerinde her halinden yorgun olduğu anlaşılan Eşref çardak altında oturuyordu. Mermer sütuna tutunan Hüsrev hızlı adımlarla ona doğru yürümeye başladı.
‘’ Dün, bugün pek görüşemedik…Ne haber?’’ diye sordu Behlül iskemleye otururken.
‘’ Bazı işlerim vardı.’’ dedi sakin bir şekilde.
‘’ Dün her yerde sana bakındık fakat bulamadık.’’
‘’ İşlerim vardı.’’
Hüsrev ne işi diye sormak üzereydi ki Behlül’ün bakışlarını gördü. Bu bakışlarda üsteleme diyen bir eda vardı. Eşref, tabakasını çıkarmış, Hüsrev’e doğru uzatmıştı. Hüsrev kendilerini bin bir belanın içerisine atmasına rağmen Eşref’in pervasızlığına ve bu kadar rahat olmasına tahammül edemiyordu. Uzatılan sigarayı havada bırakıp masadan kalktı. Eşref ile Behlül baş başa kalmışlardı. Eşref akşam yemeğinin ardından dinlenmek için müsaade istese de, Behlül’ün diretmesiyle Şattat’ın hanına gitmeyi kabul etti. Hana vardıklarında hava iyice kararmış, ayı örten bulutlar artmıştı. Hüsrev içeri de oturan üç kişi ve masasının başında yazı yazmakla olan Şattat’ı gördü. Amara yerinde yoktu. Şattat’ın yardımcıları da ayak altında gözükmüyorlardı. Dostlarının geldiğini gören Şattat sayfaları ters çevirip onlara doğru yürümeye başladı.
‘’ Hoş geldiniz!’’ diye bağırdı. Sesinde garip bir neşe mevcuttu.
‘’ Hoş bulduk.’’ dedi Behlül gülerek.
Şattat, sandukanın arkasından bir şişe şarap ve dört kadeh alarak yarenlerinin yanına geldi.
‘’ Aslında gelmenize o kadar sevindim ki! Bugünler de konuşacak güvenilir kimseler zor bulunuyor.’’
‘’ Haklısınız, bugünler de herkese güvenilmiyor.’’ dedi Hüsrev, Eşref’e bakarak.
Eşref, bakışlarından rahatsız olmuş, başını öteki tarafa çevirmişti.
‘’ Buraya ne olmuş böyle? Cenaze evi gibi…’’ dedi Behlül havayı değiştirmek için.
‘’ Bu zamanlar normaldir.’’ diye karşılık verdi Şattat, kadehleri doldururken.
‘’ Seninkiler de yok…’’
‘’ Gönderdim onları. Amara’yı eve bırakacaklar oradan da Mınakyan’ın kumpanyasına gidecekler…Taze leblebi getirttim. Bekleyin biraz…’’
Şattat, çerez getirmek üzere masadan ayrıldı. Eşref elinde tuttuğu kadehi bir dikişte bitirerek testiye tekrar uzanırken gök gürültüsü yankılanıyordu. Yağmur tanelerinin düştüğünü çatıdan gelen seslerden anlaşılıyordu. Şattat, dolu çerez tabağıyla masaya geri gelmişti.
‘’ Keyifler nasıldır efendi?’’ diye sordu Behlül.
‘’ Nasıl olsun bre? Keyif mi kaldı…Halimizi görmüyor musunuz?’’
O ana kadar susan Eşref, bir atmaca gibi söze girdi.
‘’ Halimizde ne varmış?’’
‘’ Ne mi var?’’
Şattat, kadehinden bir yudum alarak devam etti.
‘’ Uğursuzluk almış başını gidiyor. Ahlak desen yalnızca ismi kaldı! Bir de isyancılar…’’
Eşref yüzünde riyakar bir gülümseme ile cevap verdi.
‘’ Bu hale getirenler utansın o zaman! Baskıyla, kendi iktidarını ve ikbalini devam ettirme hırsıyla tünediği yuvasından çıkmadan her şeyin gayet yolunda olduğunu düşünen, bundan keyiflenen, tavrından vazgeçmeyen bir zihniyetin meyvesidir bu. Şimdi hep beraber bu acı aşı yiyoruz!’’
Behlül, yüzü asık bir şekilde bakıyordu. Bir hata daha yaptıklarının farkına varmıştı. Ateş ile baturu yan yana getirmişlerdi. Yaşanacak patlamanın tahribatını düşünüyordu.
‘’ Ecnebilerin söylediklerine karşın burada fikirlerinizin değişeceğini düşünüyordum bre.’’
Eşref, kadehini doldururken gözlerini Şattat’a dikerek cevap verdi.
‘’ Fikirler, karakterle eş değerdir. Karakter değişir mi ki, fikirler değişsin!’’
Şattat masadakilerin anlayamadığı bir şeyler mırıldanıp boşalan şişeyi aldı. Yağmur hissedilir derece de artmıştı. Diğer masada oturanlar ise sızmak üzereydi. Şattat onlara da bir şarap şişesi bırakıp, koltuğunun altında ki şişeyi açarak masaya döndü.
‘’ Sualime cevap vermediniz?’’
Şarabı açarken zorlanmış, tombul yanakları kızarmıştı. Şişenin ağzı lop diye bir ses çıkararak açılmış, etrafı keskin bir koku sarmıştı.
‘’ Cevabını biliyorsunuz. Payitaht bir oyun yeri değildir. Padişahlık da kişilerin isteklerine göre olunmaz. Sarıklı ihtilalci isyankardır. Devletin isyancılara attığı en iyi tokadı yemiş, canından olmuştur!’’
Şattat, boşalan kadehleri doldurmuştu. Eşref, soğuk bakışlarla Şattat’ı izliyordu. Bu bakışlardan bir düşmanlık olduğu sezilebilirdi. Şattat elinde şişeyi tutarken masada bir şey arandı. Kafasının meşguliyeti belli oluyordu. Gözlerinde ansızın beliren parıltıdan unuttuğu şeyi hatırladığı anlaşılıyordu.
‘’ Biraz bekleyiniz dostlarım…’’
Şattat genç bir adam çevikliğiyle yürümeye başlamıştı.
‘’ Kış bu sene erken geldi değil mi?’’ diye sordu Hüsrev. Maksadı masadaki gergin havayı dağıtmaktı. Fakat ne Behlül ne de Eşref cevap vermişti. Eşref hala Şattat’ı izliyordu. Önünde ki kadehe uzanıp bir dikişte bitirdi. Diğerlerinden daha keskin olduğu kokusundan belli olan şarap midesini yakmıştı. Tuzlu leblebilerinden bir avuç alıp ağzına götürdü. Şattat elinde tuttuğu meyve sepetiyle masaya doğru yaklaşıyordu.
‘’ Bunlar özel sipariştir. En az şaraplarım kadar lezizdir. Hay aksi, bıçak getirmemişim…’’
Şattat geri dönecekken Eşref eliyle dur işareti yaptı.
‘’ Bende bıçak mevcuttur.’’
Işıl ışıl parlayan bir kama çıkarmıştı. Uzun saplı, ucuna doğru incelen bir bıçaktı bu. Sap kısmında da bir takım yazılar mevcuttu. Eşref konuşmadan meyvelerden birini eline aldı. Kabuklarını soyarken bir an duraksadı.
‘’ Münif Paşa için Ali Suavi’yi katledenler, daha sonra bizzat Münif Paşa tarafından yıldız böceği olarak neşredilmedi mi?’’
Bıçağı boşlukta sallayıp gür bir ses ile sözlerine devam ediyordu.
‘’ Bir fıkra…Şöyle ki; bir yolcu, bir karanlık gecede giderken yolunu şaşırmış olduğu halde uzaktan bir yıldız böceği gördü. Bunu fenerli bir adam zannedip arkasından gitti ve nihayet bir bataklığa düştü. Herif, pek öfkeli olarak böceğe hitab etmeye başlayıp, ‘Allah müstahakkını versin, sen niçin beni böyle fena yerlere getirdin’ dedikçe böcek, ‘Sana benim ardım sıra gel diyen oldu mu?’ diye cevap verdi. Başına bir felaket geldiği vakit onu daima başkasından bilme, elbette senin kusurundur.’’
Şattat öfkeli bir şekilde kadehinde ki şarabı içti.
‘’ Bunu yazan zındık, yüce efendimizden özür dilemedi mi? Tıpkı diğerlerinin onun gölgesine sığındığı gibi tekrar sırnaşmadı mı? ‘’
Kadehlerin biri iniyor, biri kalkıyordu. Yağmur oldukça şiddetlenmiş, tahtaların arasından esen rüzgar hissedilir olmuştu. Diğer masa da oturanlar da konuşulanlara kulak kabartmış, hanın içerisinde ki herkes Şattat ve Eşref’i dinlemeye başlamıştı. Tartışmanın en alevlendiği yerde, dışarıdan bazı gürültüler geldiğini duyuldu. At kişnemesine karışan insan sesleri hanın içerisine kadar gelmişti. Gök gürültüleri kesildiği bir sırada çığlık atan bir kadının sesi yankılandı.
Hüsrev ve Behlül çok kısa bir an bakışıp, bir ok gibi yerlerinden fırladı. Yan masada ki sarhoşlar da, onları takip etmişlerdi. Kapının önüne çıktıklarında dehşet verici bir manzara ile karşılaştılar. Bir fayton yana doğru devrilmişti. Atlar, koşumlarından kurtulmak için çırpınıyor, arabacı devrik arabayı kaldırmaya çalışıyordu. Ardı ardına patlayan şimşekler karanlığı an an aydınlatyordu. Behlül, ıslanan yüzünü silip arabanın öte yakasına geçtiğinde arabanın altında kalan bir adam gördü.
‘’ Beyim nasıl olduğunu anlayamadım! Araba, bir taşı n üzerine gelip sağa sola sallanmaya başladı. Atlar ürktü. Efendi de dışarı sarkıp, muvazeneyi sağlamak isterken o tarafa yüklenin araba devrildi! Beyim nasıl oldu bu iş, bilemedim!’’
Arabacı soluksuz konuşuyordu. Behlül, yaşananlardan dolayı muvazenesini kaybettiğini fark etmişti. Sert bir tokat atarak arabacının kendine gelmesini sağladı. Hüsrev ve diğer adamlar arabanın dört bir yanına geçtiler. Atların huysuzluğunu gören Behlül koşumlara yakın bir yerde pozisyon almıştı. Diğerlerine nazaran biraz daha kendinden olan Hüsrev üçe kadar sayarak suntaları tuttu. Ondan cesaret alan ve yağmurun soğuk damlalarıyla ıslandığı için sarhoşlukları geçen adamlarda köşeleri tuttular. Hep beraber arabayı kaldırmaya gayret etseler de ilk denemeleri hüsranla sonuçlandı. Üstelik yerinden oynayan araba tüm ağırlığıyla yerde ki adamın gövdesine inmiş, çatırdayan kaburga kemiklerinin sesi duyulmuştu. Yağmur da hızını arttırmış, mazgallardan taşan sular iskarpinlerin içine doluyordu. Adam acı acı inlerken, Hüsrev bir kez daha saymaya başladı. Üç sesini bir kez daha duyan adamlar ilkinden daha gayretli olarak arabaya yüklendiler. İkinci deneme de muvaffak olmuşlardı. Fakat ansızın kalkmanın etkisiyle zaten ürkmüş halde olan atlar şaha kalkmış, yağmur sularına aldırmadan karanlıkta koşmaya başlamışlardı. Behlül birkaç metre koşup koşumlara doğru atıldı. Koşumları kavramış fakat ayağı kaymıştı. Yağız atlar hızlanıyor, yağmur şiddetini tekrar arttırıyordu. Behlül’ün şapkası başından uçmuş saçları atların yelesi gibi dalgalanmaktaydı. Gözlerini kısıp başını atların boynuna doğru uzattı. Birkaç saniye sonra dar bir sokağa girilecekti. Bileklerine doladığı koşumlara son kez kuvvetle asıldı. Aynı anda boşlukta sallanan ayaklarını yere sertçe vurma imkanı bulmuştu. Fakat başını gökyüzüne kaldıran at istediği gibi hareket etmesine mani olmuştu. Çakan şimşeğin ışığında yolu görebilmişti. Yelelerine uzanmak için zıplıyor bir yandan da bağırıyordu.
‘’ Hoooo! Sakin olun, sakin olun!’’
Birkaç metre de atlarla beraber koştuktan sonra beyaz yeleli atın boynuna erişti. Atların biraz sakinlediğini görünce, bir akrobat gibi eğilip aralarına geçmişti. Nihayet aldığı nefesi geri verirken burunlarından dumanlar çıkan atlayan durdular. Behlül ellerini sağlı sollu açarak atların yanaklarını okşuyor, daha da sakinleştirmeye çalışıyordu.
‘’ Aferin, aferin size…Korkacak bir şey yok!’’ diye bağırmaktaydı.
Arabacı ve iki adam sokağın başında duran arabaya koştular. Hüsrev o sırada kendisine gelmiş, yanında kalanlarla beraber yerde ki adama müdahale etmeye başlamıştı. Derin derin soluyan atların homurtuları, ağlayan çocuğun sesi, inleyen adam yağmurun sesini bastırıyordu. Behlül ve diğerleri ürkek atları sakinleştirip arabayı geri geri getirdiler.
‘’ Nikolayev’in oraya götürelim bu adamı!’’ diye bağırdı içlerinden biri.
‘’ Haklı! Fazla zamanımız yok. Hem bu saatte insanın ırkına bakılmaz ki!’’
Hüsrev, Behlül’ün onayladığını görünce adamın omuzuna doğru uzandı. Hızlı fakat dikkatli bir şekilde adam arabaya yerleştirilmişti. Arabacı ve yanlarında gidecek olan seleye oturdu. Yağan yağmur altında arabacının kırbacı bir yıldırım gibi atlara indiğinde kişneyen atlar gerilip hızlandılar. Arabanın köşeyi dönmesine kadar bekleyip, büyük bir işi başarmanın getirdiği mutlulukla hanın kapısına yönelenler ıslanmalarına aldırmamıştı.
‘’ Fevkalade bir tecrübe ve macera oldu.’’ dedi Behlül.
Hüsrev güleç bir yüzle bakıp, çıkardığı mendille saçını siliyordu.
‘’ Arabayı ilk sefer de kaldırabilirdik…’’
Behlül şapkasını almak için koşar adım gitmiş, geri gelirken hayıflanan arkadaşına bağırıyordu.
‘’ Azizim sıkılma. Eğer biz olmasaydık hiç şansları yoktu. Yalnız iyi ıslandık.’’
Hüsrev kapıyı açıp içeri girmişti. Diğerleri de anlamsız mırıltılar ile onu takip etti.
‘’ Orası muhakkak…Bizimkilerin bir de iddiası insan kaygısında oldukları…Orada hayat dururken kavgayı bırakıp gelemediler…’’
Hüsrev, söylediklerine Behlül’ün güleceğini düşünürken yüzünde ki donuk ifadeyle karşılaştı. Hemen arkasında duran Behlül’ün gözleri büyümüş, gördüğü manzaranın etkisiyle olduğu yerde donmuştu. Hüsrev bakışlarını etrafa gezdirmeye başladığında hanın içerisinde ki gariplik olduğunu fark etmişti. Eşref yüz üstü, Şattat ise yana doğru dönük bir vaziyette yerde yatıyordu. Sadece Behlül değil diğer ıslanan adamlar da kıpırdayamamış, manzarayı idrak etmeye çalışıyorlardı. Hüsrev eğilerek Eşref’in başını kollarının arasına aldım. Kendine gelen Behlül, Eşref’in üstünden atlamış, yana doğru yatmakta olan Şattat’ın baş ucuna gelmişti. O esnada şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Behlül, Şattat’ı kendinden yana çevirdiğinde sert bir küfür ağzından çıkmıştı. Hüsrev başını o yöne doğru çevirdi. Arkada ki adamlardan bir tanesi anlaşılmayan bir şeyler mırıldanmış ardından da koşarak çıkmıştı. Açık kalan kapı sert bir şekilde kapandı. Hüsrev, Şattat’ı göğsüne saplanmış bir bıçakla gördü. Bıçak, gecenin bir yarısı Eşref’in elinde tuttuğu bıçaktı.
Behlül ellerini Şattat’ın göğsüne doğru götürdü. Bıçağı çekip çekmemek konusunda tereddüt yaşıyordu. Bıçağı çektiğinde neyle karşılaşacağını kestirememişti. Saniyelerle edilen bir mücadele içerisindeydiler. Hüsrev, baygın vaziyetteki Eşref’i ayıltmaya çalışıyordu. Şattat büyük bir gayretle Behlül’ün elini tutup, elindeki kağıdı bıraktı. Arkadaşına son bir kez bakıp, gerindi. Şattat ölmüştü.
Behlül, alnında biriken ter damlalarının gözlerini yakmasına aldırmaksızın hızla ayağa kalktı. Elinde tuttuğu kağıdı yeleğinin saat kısmına doğru iteklerken gözlerini odanın içerisinde dolaştırıyordu. Hüsrev, Şattat’ın cansız bedenine baktığı çaresiz gözlerini Behlül’e çevirdi. Bu esnada kulakları sağır eden bir düdük sesi, akabinde de koşturan adamların ayak sesleri duyuldu.
Eşref uyanma hali içerisinde usulca başını kaldırmıştı. Boş gözlerle etrafa bakınıyor, nerede olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Gözleri, diğer başta yatan Şattat’ı görünce korkuyla irkildi. Hüsrev, yerinden sıçrayan Eşref’i kollarının arasında biraz daha sıktı. Kapı açılmış, içeriye zaptiyeler girmişti.
‘’ İşte burada! Adamı bıçaklamış!’’
Hanın içerisindekiler, özellikle Eşref daha ne olduğunu anlamadan kendisini kalabalığın arasında buldu. Hüsrev, onu korumak için mücadele ediyor, çekiştiren zaptiyelere mani olmaya çalışıyordu. Bu işi başaramayacağını ve yalnız başına bir mücadele içerisinde olduğunu anlayınca kendine bir yardımcı bakındı. Ona yardım edebilecek tek insan Behlül ise bir eli çenesinde Şattat’ın cesedine bakıyordu.
Devamı için Odessa Yayınevine başvurabilir, kitabımızı temin edebilirsiniz!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |