Firuze Hanım önce dizleri üzerinde uyuyan oğluna sesleniyordu;
'Ferhat, uyan yavrum geldik!' ardından onun üzerinde uyuyan kızının saçlarına eli ile hafiften dokunuyor ve ; 'Feride, uyan kızım!' diye sesleniyordu. Çocukları uyandırmak zor olacağa benziyordu. Tren Sarıkamış'a yaklaşmıştı ve çocuklar bir iki iniltiyle cevap verdikten sonra tekrar dalıp gidiyorlardı. Onların uyanmakta zorlanışı bir an için Ahmet Bey ile Firuze Hanım'ı telaşlandırmıştı. İşte bu yüzden de uyarıların şekli yavaş yavaş şiddetleniyor, ses tonları sertleşiyordu. Biraz zor da olsa Feride uyanmıştı ama Ferhat'ın uyanmaya niyeti yok gibiydi. Firuze Hanım'ın sinirli tavırları artmaya başlayınca Ahmet Bey bir çözüm arayışına giriyordu. Akla ilk gelen ise benim valizleri indirmeye yardımcı olmam onu ise çocuğu kucaklayıp indirmesi olmuştu. Toparlanıp üstlerini başlarını giyindikten sonra beklemeye başlamışlardı.
Tren iyice yavaşlayıp, Sarıkamış istasyonunda durunca Ahmet Bey çocuğu kucaklamış ve yaşlı kadına; 'Allaha ısmarladık!' diyerek eline de küçük çantaları alıp çıkışa yönelmişti. Ardından küçük kız, Firuze Hanım ve ben...
Tren Selim'e yaklaştığında, sol elimin bileğini içten dışa doğru çevirerek saati kontrol ediyordum. Hani saati içe çevirmek bekârlık alametiymiş ya, bende de o hevesler başlamış gibiydi. Saat gecenin iki buçuğunu gösteriyordu. Yaşlı kadın, Ahmet Bey indikten sonra benimle hiç konuşmamıştı. Bir anda yerinden kalmış kendiliğinden uyanan çocuğun üstünü başını giydirmiş ve yukarıdaki bagajlarını almak için uzanmıştı. Az öncesine kadar soba başında uyuyan kedi gibi sersefil bir köşede durmuştum. Önce Ahmet Beylere, ardından da yaşlı kadına yardım ederek onları yolladıktan sonra kompartımana geri dönmüş ve gecenin geriye kalan bölümünü bir başıma geçirmek için cam kenarına oturup büyük bir kısmı buz tutmuş camlardan yarı puslu gökyüzüne doğru dalıp gitmiştim...
***
Mercan'da rüzgâr yine doğudan esiyor lâkin bu defa tipi yerine kavak pamukçukları uçuşuyordu. Etrafta hâlâ yağ kokusu vardı. Trenler artık kömürlü değildi ve bana elma kokusunu, anne özlemini hatırlatacak o kokuyu bulamamıştım.
Ovuşturmaktan sızlamaya başlamış göz kapaklarımı elimdeki mendil ile kurulayarak az önce yolcu ettiğimiz Doğu Ekspresi'nin ardından bekleme salonuna geçiyor ve yıllar önce babam ile birlikte saatlerce beklediğimiz o koltuklara oturuyorduk.
Sadece bizim sesimizin yankılandığı bomboş bir salon vardı. Ne simitçi Ali, ne çaycı Ömer, ne de diğerleri vardı. Biliyorum az önce yolcu ettiğimiz trende de; ne Ahmet Bey, ne Firuze Hanım, ne yaşlı kadın, ne de çocuklar vardı. Ara sıra bir karaltı gibi gözlerimin önünden geçen babamın siması, elimde yarısı kemirilmiş bir simit, bir termos çay, eşim ve oğlum... Ve bir yıl önce babalar gününde babama yazdığım mektubun oğlumun sesi ile kulaklarımda çınlayışı...
Baba...
Yeni yetmelerin, kocaman yürekleri bir tek güne reva gördükleri bir ilkyaz gününde düştün aklıma baba. Hani babalar günüymüş, hani babaları unutmamak gerekiyormuş...
Hem ben bunları sana neden anlatıyorum ki? Sen bu uydurmacaların hiç birisini ne bilirdin, ne de itibar ederdin. Oysaki biz şimdi zamana uyduk. Belki yürekten inanmasak da, bize sunulan bir tebriği de geri çeviremiyoruz. Babasız baba olmanın yüreğimden süzülüp gittiği bir yaz gününde, bir günün sultanlığı sultanlıktır, hiç yoktan iyidir diyor ve o kendine ait kocaman dünyandan bana bıraktığın yüreğimi okşayan esintilerle seni yâd etmeden geçemiyorum. Halen hafızamda saklı duran o hırçın bakışların gönlüme mızrap, haylazlık yaptığım zamanlarda bana saydıkların ise özlem dolu bir şiir olup dökülüyor dilimden. Ve ben sensizliğin yıllar sonrasından şairin mısraları ile sana seslenmekten kendimi alamıyorum.
'Kalbim yine üzgün, seni andımda derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden ...'