Yeni Üyelik
52.
Bölüm

48. Bölüm

@hamish

Bölüm XXXXVIII: Kaybedilecek şeyler

"Tüm dünya yanımda çöküyor gibi."

.

.

.

Yolculuğun sonunda hatıraların kapısı... Bu kapı, geçmişin derinliklerine açılan bir yoldu ve her adımımda, yılların ardında kalan izler beni yolculuğun başına döndürüyordu. Bu cümle kafamın içinde yankılanıp duruyor, bir türlü sükûnet bulamıyordu. Gözlerimi kısarak odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidiyordum, sanki bu hareketle içimdeki kasveti dağıtabilir miydim? Hazar'a bir şey olma düşüncesi içimi kemiriyordu. Her düşüncede, her anımsayışta, iliklerime kadar çaresizliği hissediyordum. Bu çaresizlik, kollarımı, bacaklarımı, sanki bütün bedenimi bir zincir gibi sarıyor ve beni kımıldayamaz hale getiriyordu. Zihnimde Baha’nın sesi yankılandı, adını fısıldadım ama sesim bile titriyordu, sanki ona ulaştıramayacak kadar zayıf ve kısık kalmıştı. O sırada, Kadir'in sesi beni bulunduğum anın içine çekti. "4 saat," dedi yine, sanki daha önce söylememiş gibi. Her saat başı aynı uyarıyı yapıyordu ve her seferinde sanki zaman daha hızlı akıyordu. Kalan dört saat içinde hiçbir şey bulamamıştım, hiçbir ipucu, hiçbir umut ışığı yoktu. Bir şeylerin yanlış olduğunu, Hazar’ın tehlikede olduğunu biliyordum ama ne yapabileceğimi bilmiyordum. Bir odaya tıkılıp kalmış gibi hissediyordum, daralan duvarlar arasında boğulacak gibiydim.Odanın köşelerine sinmiş karanlık, aklımdaki tüm soruların cevapsız kaldığını hissettiriyordu. Pencerenin önüne geldim, dışarıdaki sokak lambalarının loş ışığına baktım, ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, orada da bir anlam bulamıyordum. Bu belirsizlik, zihnimin köşelerinde yankılanan sesleri daha da güçlendiriyordu. Yalnızca karanlık, belirsiz bir son ve Hazar...
Ömer Faruk derin bir nefes alıp sinirle bana baktı. "Lanet olsun, ikizinin ne düşündüğünü hala bulamadın mı?" diye hiddetle yerinden kalkıp önüme geçti. Gözlerindeki öfke alev gibiydi, her kelimesiyle adeta üzerime ateş püskürüyordu. "Ömer Faruk, şimdi değil," dedim, sesim ne kadar sakin kalmaya çalışsa da titriyordu. Ama o, yaralarımı yeniden kanatmak istercesine kolumdan tutup beni sarsmaya başladı."Ne demek şimdi değil, Berat? Kız ölüp gidecek senin yüzünden! Oyunmuş..." Sözleri acımasız ve keskin bir bıçak gibiydi, her biri zihnime kazınıyordu. Ellerini tutarak onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. "Düşünmemi engelleme, hiç yardımcı olmuyorsun," diye karşılık verdim, ama bu onu durdurmadı. Bir anda kahkaha atmaya başladı, sesi soğuk ve alaycıydı.

"2 saat 14 dakika, tam 2 saat 14 dakikadır düşünüyorsun," dedi, gözlerini gözlerime dikerek. Öfkesinden ve çaresizliğinden sanki nefes almakta zorlanıyordu. "Baha gibi düşüneceğim diyorsun, aynı karını paylaştınız, aynı evde büyüdünüz lan, nasıl bulamazsın?"

Tam ona bir şey söylemek üzereydim ki, bir an durakladım. Zihnimde bir ışık yanmış gibi oldu, birden her şey yerine oturdu. "Buldum..." diye fısıldadım, sesimdeki kararlılık beni bile şaşırttı.

Hemen harekete geçtik, vakit kaybetmemeliydik. Ömer Faruk ve ben hızla dışarıdaki helikoptere doğru koştuk, adımlarımız her anın önemini vurgularcasına güçlü ve kararlıydı. "3 saat," dedi Kadir, bu kez sesi daha aceleciydi. "Nereye gidiyoruz?" Selim'in sesinde merak ve endişe vardı.

"Doğduğum eve," diye yanıtladım. Bu kelimelerden başka hiçbir şeyin önemi yoktu artık. Tek hedefimiz oraya ulaşmaktı.Kadir’in endişeli fısıltısı helikopterin içinde yankılandı. "Yetişemeyeceğiz." Bu kelimeler, kalbimin ritmini hızlandırdı, ama ben çoktan kararımı vermiştim. Helikopteri havalandırmış ve tüm hızımı zorlamıştım. Gösterge panellerinde kırmızı ışıklar yanıp sönüyor, devrelerin sınırlarını zorluyordum. Yetişmek için her şeyimi ortaya koyuyordum, geri dönüş yoktu. Öyle bir şansım da yoktu. Kulaklığa doğru seslenirken, "Anahtar hazır mı?" diye sordum. Selim, önündeki kutunun içindeki anahtar parçalarına bakarak derin bir nefes aldı. "Vatanıma ihanet ediyorum resmen," dedi, sesinde pişmanlık ve kararsızlık arasında gidip gelen bir ton vardı. Kaan, Selim'e sinirle bakıp, kaşlarını çattı. "Seni zorla getirmedik," dedi Kaan, gözleri ateş gibi parlıyordu. İkisi arasında sanki daha önce yaşanmış bir gerilim vardı, ama o an için bunu önemsememeyi tercih ettim. Odaklanmam gereken daha büyük bir mesele vardı.

"Yeter beyler... odaklanın," dedi Ömer Faruk, sesi tüm tartışmayı bir anda kesip attı. Onun bu sert ve kararlı tonu yankılandı. "Anahtar tamam, Berat," diye devam etti Ömer Faruk, sesi kulaklığımda yankılanıyordu, sanki o anın ciddiyeti daha da derinleşmişti.

Ardından Kadir’in sesi tekrar duyuldu. "Son 1 saat 17 dakika."

İnişe geçtiğimizde, içimdeki fırtınayı bastırmaya çalışarak sakin kalmaya çabalıyordum. Helikopterin titreşimleriyle birlikte, her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu hissediyordum. Sanki en ufak bir hata, tüm planı yerle bir edecek kadar hassas bir denge kurmuştuk. Ellerim kontrollerin üzerinde, dikkatle yavaşladım, ama zihnimdeki düşünceler hız kesmiyordu. İçimde bir ses, 'Sakin ol,' diye fısıldıyordu, ama o sessizlik anları bile bir başka tehlikeyi beraberinde getiriyordu.Zemin yaklaştıkça, gözlerimi bir an bile manzaradan ayırmadan, en ufak detayı bile kaçırmamaya çalışıyordum. Soluk almak bile güçleşmişti; her şeyin bu anlara bağlı olduğunu bilmek, içimdeki gerginliği daha da artırıyordu. Helikopterin tekerlekleri yere değdiğinde, sanki dünyanın yükü omuzlarımdan kalktı, ama sadece birkaç saniyeliğine. Çünkü biliyordum ki, asıl mücadele henüz başlamamıştı. Hepimiz silahlarımızı kuşanırken, üzerimize çöken gerginliği bir kenara itip, en iyi halimize bürünmeye çalışıyorduk. Silahların soğuk metalini ellerimde hissederken, sanki insanlığımızı bir kenara bırakıp adeta birer savaş makinesine dönüşüyorduk. Her hareketimiz, her nefes alışımız daha keskin ve kararlı hale geliyordu. O an için ne korku, ne tereddüt, ne de vicdan vardı. Omuzlarıma taktik yeleği geçirirken, adeta zırhımı kuşanıyor gibi hissettim. Her bir cephane, her bir bıçak, hepsi kusursuz bir şekilde yerini buluyordu. Yanımdaki adamlar da aynı dikkat ve titizlikle hazırlanıyordu; her biri ölümcül birer makineye dönüşüyordu. Bakışlarımızda kararlılık, bedenlerimizde disiplin vardı. Gözlerimizdeki sertlik, hiçbir duyguyu yansıtmıyordu, çünkü bu görevde duygulara yer yoktu. Oysa bu görev zaten duygusal bir görev değil miydi? Silahların ağırlığı omuzlarımızda bir yük değil, aksine birer uzantı gibi hissediliyordu. Bedenlerimizle bütünleşmiş, sanki bir parçamız haline gelmişti. İleriye doğru adım atarken, her hareketimizdeki disiplin ve kesinlik, bu dönüşümün ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. Her birimiz, görev için kusursuz hale getirilmiş birer savaş makinesiydik; soğukkanlı, amansız ve durdurulamaz.
"Son 20 dakika," diye fısıldadı Kadir'in sesi kulaklığımdan, kelimeler sanki bir çan gibi içimde yankılandı. Her saniye daha da daralan bir zaman dilimindeydik, ama bu baskı bizi daha dikkatli ve hızlı hareket etmeye zorluyordu. Her adımımız, her hareketimiz sanki önceden hesaplanmış gibi kesin ve kararlıydı. Zamanın azalmasıyla birlikte gerilim artıyordu, ama bu gerilim bizi daha da keskinleştiriyordu.Tam ilerlerken, Selim'in sesi aniden kulaklığımda yankılandı. "Pusu var," dedi, sesi uyarı doluydu. Bu iki kelime, bir şimşek gibi içimizde çaktı, herkes bir anda durdu. Çevremizi taramaya başladık, gözlerimiz her ayrıntıyı inceliyordu. Adeta avcılar gibi tetikteydik, sessizlikte bile tehlikeyi hissedebiliyorduk.
Aniden, sessizlik yırtıldı. İlk kurşun sesi, bir şimşek gibi kulaklarımda çınladı, ardından çatışma patlak verdi. Hava, kurşunların vızıltısı ve yankılanan silah sesleriyle doldu. Her birimiz anında pozisyon aldık, hareketlerimiz içgüdüsel ve kesinlikle planlıydı. Siper aldığım duvarın arkasından, hızlıca kafamı uzatıp düşman konumlarını taradım. Mermiler taşlara ve betona çarparken, çıkan kıvılcımlar etrafı aydınlatıyor, yankılanan sesler adrenalini damarlarımda daha da yoğun hissettiriyordu. Ellimdeki silahın soğuk metalini sıkıca kavradım ve nişan alarak ateş ettim. Her bir atışım, düşmanlarımın pozisyonlarını bozmayı hedefliyordu. Ömer Faruk, hızlı ve keskin bir hareketle ilerledi, bir an için siperden çıkıp hedefini vurarak tekrar geri çekildi. Onun kararlılığı ve soğukkanlılığı, hepimize cesaret veriyordu. Bir yandan Kaan, düşmanın zayıf noktasını bulmak için sürekli yer değiştiriyor, fırsat bulduğunda ağır ateş açarak karşı tarafı köşeye sıkıştırıyordu. Çevremizdeki her şey, adeta bir savaş alanına dönmüştü; toprak ve taş parçaları havada uçuşuyor, dumanlar görüş alanımızı zorluyordu.
Selim, karşılıklı ateşin ortasında, bir an bile tereddüt etmeden ilerledi. Silahından çıkan mermiler, düşmanların bulunduğu yeri delip geçerken, gözlerinde kararlılık parlıyordu. Düşmanlardan biri pozisyon değiştirmeye çalışırken, Selim’in keskin nişan alışıyla yere serildi. Ama bu, sadece birkaç saniyelik bir zaferdi; çünkü başka bir yandan gelen mermiler, bizi tekrar siper almaya zorladı. "Zaman doldu Pilot." Sesi umutsuzca çıkmıştı.
"Herkes hızlı olsun." Diye bağırdım. Kurşunlar havada uçuşurken, düşman hatlarına doğru ilerlememiz gerekiyordu. Her adımda, toprak altımızda kayıyor, siper alacak bir yer bulmaya çalışıyorduk. Mermilerin arasında, birbirimize kenetlenmiş gibiydik; her birimiz diğerine güveniyordu. Çatışmanın sıcaklığı ve hızı arttıkça, biz de ona ayak uyduruyorduk. Ve tam o anda, sanki zaman bir anlığına durdu; anlamını kaybetti. Ne kadar mermi harcadım, ne kadar adam öldürdüm, ne kadar zaman geçti bilmiyordum.Çatışmanın yoğunluğu azalmaya başladığında, etraf sessizleşti. Her birimiz hala tetikteydik, ama düşman ateşi kesilmişti.

Ay, karanlık gökyüzünde yarım bir hilal gibi asılı duruyordu. Gecenin derin sessizliğinde, sokak lambalarının sönük ışıkları arasında kaybolmuş daracık bir sokak uzanıyordu. Bu sokağın sonunda, diğer evlerden biraz daha derme çatma bir yapı olan gecekondu yer alıyordu. Çinko çatısı, yılların yıpratıcı etkisiyle yer yer paslanmış, duvarları ise türlü renklerdeki boyaların katmanlarıyla kaplanmıştı. Ev, tüm basitliğiyle ayakta durmaya çalışıyordu; belki de zamanın ağırlığını hisseden bir yaşlının direnciyle. Ev, tek katlı ve alçak tavanlıydı. Küçük bir verandası vardı, ancak tahtaları artık çürümeye yüz tutmuş, üzerinde oturanı hafifçe sarsacak kadar gevşemişti. Verandanın bir köşesinde, saksılara ekilmiş birkaç solgun çiçek, bir zamanlar yeşermeye çalışan yaşamın izleriydi. Kapının yanındaki ahşap pencere çerçeveleri, yılların yorgunluğunu taşıyan çiziklerle doluydu; camların arkasındaki perdeler, zamanla sararmış ve incecik bir tül haline gelmişti.Kapı, ağır bir şekilde gıcırdayarak açılırken içeriden yayılan nemli toprak kokusu dışarı taştı. Evin içine adım attığınızda, dar bir koridor sizi karşılardı.

Yerler tahta döşemeydi, fakat her adımda gıcırdayarak eskimişliğini hatırlatıyordu. Bir odadan diğerine geçerken, tavan arasına açılan küçük kapının aralığından soğuk bir rüzgar esiyordu. Bu rüzgar, tavan arasında biriken unutulmuş eşyaların arasında dolaşıp, sessizce geceyi selamlıyordu.

Mutfakta, küçük bir ocak, üzerinde kaynamış tencerelerin bıraktığı izlerle doluydu. Bir köşede, birkaç tabak ve bardak, zamanın izlerini taşıyan ince çatlaklarla süslenmişti. Buzdolabının üstünde ise, biraz eskimiş bir aile fotoğrafı asılıydı; fotoğraftaki yüzler, bu küçük evde yaşanmış mutlulukların sessiz tanıklarıydı.

Gecekondu evin dar koridorlarından geçip, eski tahta kapıyı iterek salona adım attığımda, tanıdık bir hüzün dalgası içimi kapladı. Bu ev, doğduğum, büyüdüğüm, hayallerimi kurduğum yerdi. Her köşesi bir anıyla doluydu; ama bugün, o anıların yerini derin bir acı almıştı.Salonun ortasında, eski bir koltuğa yaslanmış halde Hazar’ı gördüm. Yüzü solgundu, gözlerinde çaresiz bir bakış vardı. İki parmağı, kanlar içinde gazlı bezle sarılıydı, ama sargılar bile kanamayı durduramamıştı. Kesiklerden süzülen kan, Hazar’ın yaşadığı acının sessiz bir tanığı gibiydi. Her nefes alışında acıyı hissediyor, gözlerindeki yaşları tutmaya çalışıyordu.

Tam karşısında, duvara yaslanmış halde Baha duruyordu. Yüzünde, tüyler ürpertici bir sırıtış vardı; o sırıtış, salona ağır bir karanlık gibi çökmüştü. Gözlerimiz buluştuğunda, bakışlarında korkutucu bir soğukluk vardı. Baha, Hazar’ın acısından keyif alır gibi görünüyordu.

Baha, gözlerini bir ok gibi üzerime dikti. Bakışları o kadar yoğundu ki, adeta tüm dikkatimi hapseden bir güç taşıyordu. O an, zihnimde bir sis perdesi oluştu; her şey bulanıklaşmıştı. Normalde keskin olan analiz yeteneklerim bir anda yitip gitmişti. Ne Baha’nın bu bakışlarının ardında ne olduğunu çözebiliyor ne de analiz edebiliyordum. Her şey karmakarışıktı. Düşüncelerim, bir anlık dalgalar gibi zihnimde çarpışıp geri çekiliyor, yerlerine sadece belirsizlik bırakıyordu. Baha’nın gözlerinde gördüğüm o karanlık derinlik, tüm sezgilerimi, tüm anlam arayışlarımı boşa çıkarıyordu. Kendi içimde bir hiçlik duygusu büyüyordu, nedenini ve anlamını kavrayamadığım bir anın esiriydim.

Hazar, acı dolu bakışlarını bana çevirdi. Sesindeki titreme, derin bir çaresizlik ve korkuyu yansıtıyordu. "Sakın anahtarı verme," dedi, ama sesi acıyla karışmış, adeta bir fısıldama gibi geliyordu. O an Baha’nın kahkahaları, odanın her köşesine yayıldı; sesinin yankıları, bir zamanlar bu evdeki huzurlu anıların yerini, karanlık bir gölge gibi aldı.

Baha, alaycı bir tavırla, "Cesaretin takdir edilesi," dedi.

Cebimden anahtarın parçalarını çıkardım ve Baha’ya gösterdim. Şimdi bu parçalar, sadece çaresizliğimin ve Baha’nın güç gösterisinin simgeleri haline gelmişti. Tekrar kutusuna yerleştirip kapadım.

"Başka şansım yok. Hazar'ı bana ver," dedim. Sesimdeki kararlılık, belki de son bir umut taşıyordu. Karşımdaki manzara, sadece altı kişi olduğumuzu, çevremizdeki adamların ise sayı bakımından bizden üstün olduğunu hatırlatıyordu. Ama biz, ölümcül bir şekilde köşeye sıkışmıştık. Bu ölüm kalım mücadelesinde, karşımızda duran yığın, bizim çaresizliğimizi ve acımızı sadece bir adım geride durarak izliyordu.

Baha, gözlerini bir an için bana ve arkamdaki ekibe çevirdi. Hazar’ın omzundan tuttu, sert bir şekilde çekiştirerek yanıma kadar yaklaştı. O an, odadaki herkesin tetikte olduğunu, her an her şeyin patlak verebileceğini hissettim. Gerginlik havaya sinmişti, herkesin nefesleri kesilmiş, gözleri dikkatle Baha’nın hareketlerini izliyordu.

Baha, anahtarı almak için elini uzattığında, titreyen ellerimle kutuyu ona doğru uzattım. Kalbim göğsümde bir savaş davulu gibi hızla çarpıyordu, her saniyenin bir felakete dönüşebileceği düşüncesi zihnimi kemiriyordu. Hazar’ı arkama alarak onu korumaya çalışıyordum; içimdeki korkuyu bastırmak için tüm gücümü topluyordum. Baha’nın parmakları kutunun üzerine kapanırken, aramızdaki mesafe sadece fiziksel değil, duygusal bir uçuruma dönüşmüştü.Baha, anahtarın metalik yüzeyine dokunur dokunmaz, gözlerinde bir ışık parladı. O an, onun içindeki zafer duygusunu gördüm; sanki dünyanın en önemli sırrını çözmüş gibiydi. "Demek senin de değer verdiğin bir şey var, sevgili ikizim," diye fısıldadı, sesi alaycı ve soğuktu. O an içimde bir şeyler koptu; Baha’nın zaferi, benim en büyük korkumu açığa çıkarmıştı.Hazar’ın elini sıkıca tutup onu arkama çektim, sanki onu tüm dünyadan koruyabilirmişim gibi. Baha, adamlarına kısa bir bakış attı ve onları topladı, sanki zaferini ilan etmiş bir kral edasıyla evden çıkmak için harekete geçti.Gözlerimden bir an bile kaçırmadığım bu sahne, içimdeki öfkeyi ateşledi. "Bu burada bitmedi, Baha," dedim, sesim titrek ama kararlıydı. Kelimelerim, derin bir karanlığın içinden yankılandı, sanki gelecek bir fırtınanın habercisi gibiydi. Baha, adımlarını yavaşlatarak başını geri çevirdi. Gözlerindeki o soğuk parıltı, içimde bir ürpertiye neden oldu. "Bitmedi zaten, Berat," diye karşılık verdi, dudaklarında sinsice yayılan bir gülümseme vardı. Sesi, her kelimeyle adeta içimi donduruyordu. "Sizin için daha yeni başlıyor." Bu son cümle, bir yılanın fısıltısı gibi tüylerimi diken diken etti. Baha’nın gülüşü, evin duvarlarında yankılanarak giderek uzaklaştı, ama bıraktığı iz, içimde derin bir yara açmıştı. Baha ve adamları kapıdan çıkarken, içimdeki fırtına iyice şiddetlendi. O gittikten sonra, evin sessizliği daha da ağırlaştı; sanki karanlık bir gölge peşimizi bırakmamıştı. Hazar’a sarılırken, Baha’nın sözleri zihnimde yankılanmaya devam etti.
Ömer Faruk, Selim, Kaan ve Kadir, tıpkı bir saat gibi mükemmel uyum içinde, tetikte bekliyorlardı. Dışarıda bir ordunun bizi beklediğini biliyorduk; her birimiz bunun farkındaydık ve içimizdeki gerginlik, sessizliğe karışıyordu. Kaan, gözlerini bile kırpmadan hızla çantasına uzandı. Bir anlık şaşkınlıkla, ne zaman aldığını fark edemediğim Hazar'ın parmaklarını özenle çantanın içine yerleştirdi. Ardından, Hazar'ın kan kaybından solgunlaşan elini hızla sardı ve yanında taşıdığı adrenalin iğnesini çıkarıp ona enjekte etti. Hazar'ın yorgun gözleri, bir anlığına da olsa yeniden canlanır gibi oldu. Ama yine de, yorgunluğunun derin izleri gözlerinden okunuyordu.Kadir, kısa ve net bir komut verdi, "Koruma 4, konumunda ilerleyelim." Hepimiz birbirimize baktık, anlayışla başlarımızı salladık. Hazar'ın zayıf düşmüş bedenini her 10 dakikada birimiz destekleyecekti; bu şekilde dışarıdaki cehenneme karşı daha güçlü durabilirdik. Hazar, derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalıştı. Sonra gözlerinde inatçı bir ışıkla bana döndü ve kararlılıkla, "Bana silah verin," dedi.Kaşlarım anında çatıldı, bu durumda bir silah kullanması mantıklı değildi. "Elin bu haldeyken?" diye itiraz ettim, sesimde endişe vardı. Ama Hazar, yüzünde o tanıdık meydan okuyan gülümsemeyle bana baktı. "Tek çift el kullanan sen değilsin, hem Baha'yı nasıl tanıdım sanıyorsun?" dedi. Bu sözler, içimdeki endişeyi hafifletirken yüzümde hüzünlü bir gülümsemenin belirmesine neden oldu. Hazar’ın inatçılığı ve kararlılığı her zamanki gibi yerindeydi, ve bu zor durumda bile geri adım atmıyordu. Belimdeki silahı çıkarıp ona uzattım, Hazar silahı sağlam eline aldı ve güvenle kavradı.Hazar'ı omzuma alırken, onun hafifliği ve zayıflığı içimi burktu. Ama aynı zamanda, içindeki inatçı ruhun hâlâ güçlü olduğunu biliyordum. Birlikte adım adım ilerlerken, her birimiz sessizce ama dikkatle çevremizi tarıyorduk. Dışarıdaki düşmanların varlığı, her bir adımımızı daha temkinli ve kararlı hale getiriyordu. Hazar’ın bedenini desteklerken, onun soluk alıp verişindeki ritmi hissedebiliyordum; sanki bu ritim, savaşın ortasında bir direniş marşı gibiydi. Dışarıda bizi bekleyen karanlıkla yüzleşmek için hazırdık. Her birimiz, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, ama Hazar’ın omzumun altındaki ağırlığı ve yanımdaki arkadaşlarımın sessiz kararlılığı, bu cehennemi aşabileceğimizin bir göstergesiydi. İlerledikçe, dışarıdaki dünya bir savaş alanına dönüşmek üzereydi, ama biz bir aradaydık; birbirimize sırtımızı yaslamış, tek bir hedefe doğru adım atıyorduk: hayatta kalmak ve bu kabustan kurtulmak. Çatışma alanına doğru ilerlerken, nefeslerimizi tutmuş, her an patlayacak bir fırtınayı bekliyorduk. Hazar’ı desteklerken omzumun altındaki ağırlığı hissediyordum, ama zihnim çatışmaya odaklanmıştı. Adımlarımız dikkatli ve sessizdi, her birimiz çevremizi tarıyor, potansiyel tehditleri gözlerimizle süzüyorduk. Hazar, elinde silahıyla yanımda ilerliyor, zayıf olmasına rağmen savaşmaya hazır bir savaşçı gibi görünüyordu.Çatışma alanına ulaştığımızda, her şey bir anda patlak verdi. Kurşunlar havada uçuşmaya başladı; silah sesleri kulaklarımızı sağır edercesine yankılanıyordu. İlk destek sırası Ömer Faruk’taydı. Hazar’ı omzuma sıkıca yaslayıp silahımı çıkararak ateşe karşılık vermeye başladım. Ömer Faruk, hızlı bir hareketle Hazar’ı omuzlayarak onu güvenli bir noktaya taşıdı. Hazar’ın gözlerinde yorgunluğun izi vardı, ama yine de kararlıydı.Hazar, tam arkamda Ömer Faruk’un desteğiyle silahını kaldırdı ve düşmana doğru ateş açtı. Tek elle ateş ederken bile isabetli vuruşlar yapıyordu, fakat zayıf hali, hızını ve gücünü sınırlıyordu. Kurşunlar etrafımızda vızıldarken, düşmanlar yavaş yavaş pozisyonlarını kaybetmeye başlıyordu.Ardından, destek sırası Selim’e geçti. Selim, Hazar’ın yanına gelip onun kolunu omzuna aldı. Aynı anda etrafımızı saran düşmanlarla çatışmaya devam ediyorduk. Selim’in yüzünde ter damlaları vardı, ama Hazar’ı koruma içgüdüsü her şeyin önüne geçmişti. İkisi birlikte hareket ederek bir duvarın arkasına sığındılar. Hazar, bir an bile duraksamadan düşmana ateş etmeye devam ediyordu. Çatışma büyüdükçe büyüdü, düşman sayısı giderek artıyor ve her yerden üzerimize kurşun yağıyordu. Tam o sırada, Kaan ateşe karşılık verirken, düşmanlardan biri Selim’i hedef aldı. Selim, o an tehlikeyi fark edememişti; düşmanının nişan aldığını bile görmemişti. Zaman adeta durdu. Hazar, Selim’in arkasında dururken, gözleri aniden bir tehlike sinyali yakaladı. Hazar, Selim’i kurtarmak için hiçbir tereddüt göstermeden kendini merminin önüne attı. Zaman yavaşlamış gibiydi; her şey sessizleşti. Mermi, Hazar’ın bedenine saplandı ve o, acıyla irkilerek yere düştü. Selim, dehşet içinde arkasına döndüğünde, Hazar’ın kanlar içinde yerde yattığını gördü. Gözleri korku ve pişmanlıkla doluydu. Kaan, hemen pozisyonunu değiştirdi ve düşmanı etkisiz hale getirdi. Selim, Hazar’ın yanına diz çöküp onun nabzını kontrol etmeye çalışırken, Kadir ve Ömer Faruk çevredeki düşmanları temizliyordu. Herkes Hazar’ın etrafında toplanmıştı. Selim, "Hazar, lütfen dayan!" diye fısıldadı, ama Hazar’ın solgun gözleri yavaşça kapanıyordu. Gözlerindeki hayat ışığı yavaşça sönüyordu, ama yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Hızla Hazar’ın yanına koştum, kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atıyordu. Kanlar içindeki bedenini kucaklarken, onun zayıf nefes alışlarını hissettim. Zaman durmuş gibiydi; her şey bulanıklaşmıştı, tek net olan Hazar’ın yüzündeki acıydı. Parmaklarım titriyordu, ama onu koruma içgüdüsüyle sıkıca sardım.Tam o sırada, uzaklardan bir hareketlenme fark ettim. Ali Abi, Kuzey, Rex Armağan ve bir sürü adam, düşman hattını yararak bize doğru ilerliyordu. Silah sesleri ve çığlıklar etrafımızı doldurmuştu, ama benim tek odak noktam Hazar’dı.
Gecenin kör karanlığında aydınlanmaya başlayan hava, yağmurun yavaş yavaş ıslattığı dar sokak, Hazar’ın ağır nefesi ve kanla yoğrulmuş acısıyla yankılanıyordu. Ayaklarımın altındaki kaldırım taşları, Hazar’ın dökülen kanlarıyla kızarmıştı. Her nefes alışında, ciğerlerinden gelen hırıltılar, kulaklarımda yankılanıyordu. Soğuk, kalbime işliyordu; sanki hayatımda ilk kez bu kadar çaresiz hissetmişim gibi. Hazar, kucağımda ağırlaşan bedeniyle bilincini yitirmek üzereydi. Sanki gözlerindeki hayat, ince bir iplik gibi kopmaya hazırdı. Yüzünün solgunluğunu, akan kanlar gölgelemeye çalışıyordu. Göz kapakları titrek bir şekilde açıldı, iradesini zorlayan bir çabayla. “Hayatımda ilk defa yaptığım şeylerden, gurur duydum,” diye fısıldadı. Kanlı dudaklarından dökülen bu kelimeler, boğazımda düğümleniyordu. Her cümlesi, içimde açılan bir yaraya tuz basar gibiydi.
“Bende iyi birisi olabilirmişim, bilmiyordum,” diye ekledi. Bu sözler, göğsümde ağır bir taş gibi oturdu. Hazar’ın sesi titriyordu; sanki o da yaptığı hataların altında eziliyordu. Ama o an, gözlerimde sadece iyi tarafını görmek istedim. Onun acı dolu hayatında belki de tek bir an için olsun, gerçekten kendisi olabilmişti.
Zoraki bir gülümseme belirdi Hazar’ın yüzünde. Kanlı dişlerinin arasından çıkan bu gülümseme, kalbime saplanan bir bıçak gibiydi. "Zaten iyi birisin, Hazar," dedim, gözyaşlarımı tutamadan. Bu cümleyi kurarken bile, geçmişin acı izleri gözlerimin önünde belirdi. Ama içimden gelen ses, ona karşı hiçbir kin tutmamam gerektiğini fısıldıyordu.Hazar, gözlerini kısarak derin bir nefes almaya çalıştı. Ama nefesi yetmiyordu; sanki ciğerlerine giren hava ona bir lütufmuş gibi azalıyordu. “Beni sakın affetmeyin,” dedi zorlukla. Bu sözler, içimdeki son dirençleri de yıktı. Onun için yapabileceğim en büyük fedakarlık, onu affetmek olabilirdi. Ama o, bunu istemiyordu. Onun içindeki pişmanlık, belki de hayatının en büyük yüküydü ve bu yükle vedalaşmak istiyordu.
“Hadi, zorlama kendini,” dedim, sanki bu sözlerle acısını hafifletebilecekmişim gibi. Ama biliyordum ki, bu an onun için sondu. Hazar’ın gözleri tekrar açıldı, ama bu sefer bakışları donuk ve derindi. Gözlerinde bir karanlık vardı; geçmişin izleri, geleceğin korkusu, pişmanlıkların ağırlığı… Hepsi bir araya toplanmış gibiydi. Hazar, bana son kez bakarak, göz kapaklarını ağır ağır indirdi. Nefesi artık bir fısıltıdan ibaretti; sanki hayatı, bu karanlık gecede, yağmur damlalarıyla birlikte eriyip gidiyordu.
Ve o an, Hazar’ın bedeni kucağımda iyice ağırlaştı. Sokakların karanlığı, üzerime çöken kederle daha da derinleşti. Hazar’ın solgun yüzü gözlerimin önünde, soğuk ve hareketsiz yatıyordu. Nefes alıp verişim düzensizleşti; içimdeki acı, bir volkan gibi patlamaya hazırdı. Gözyaşlarım, engel olamadığım bir sel gibi yanaklarımdan süzülüyordu. Sokaktaki her şey bulanıklaştı; tek net olan, Hazar’ın giderek solgunlaşan yüzüydü. "Beni sensiz bırakamazsın." Sesimdeki acı ve çaresizlik, sessiz sokaklarda yankılandı. O an yerimin ortaya çıkması umurumda bile değildi. Hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Anahtarın, görevimin, her şeyin anlamı silinmişti. Sadece Hazar’ın acısı, onun giden hayatı vardı aklımda. Ellerim, onun soğuyan bedenine dokunduğunda, içimdeki sıcaklık bir anda yok oldu; sanki dünyadaki tüm ısı, Hazar’la birlikte çekilip gitmişti.

“Beni yalnız bırakmamalısın,” diye fısıldadım, ama sesim titredi. Yalvaran bir ses tonuyla, ama aynı zamanda çaresizlikle. Onu kaybetmek düşüncesi bile, içimde tarifsiz bir boşluk yaratıyordu. Sokaktaki sessizlik, acımı daha da derinleştirdi.
Hazar’ı kucağımda taşırken, etrafımdaki kargaşadan sıyrılmaya çalışıyordum. Onun nefesi giderek zayıflıyordu, ama ben onu kaybetmeyi göze alamazdım. Kaan'a doğru ulaşmaya çalışıyordum. Düşman kurşunları etrafımızda vızıldarken, Rex ve diğerleri bize ulaşmak için ölümüne savaşıyordu. Etrafımızda patlayan bombaların, havada uçuşan kurşunların arasında, sadece Hazar’ın hayatta kalması için dua ediyordum. Adımlarım kararlı ama aceleciydi; sanki her an Hazar’ı kaybedecekmişim gibi hissediyordum.Hazar’ın hayatta kalması için dua ediyordum. Adımlarım kararlı ama aceleciydi; sanki her an Hazar’ı kaybedecekmişim gibi hissediyordum. Ömer Faruk'un gözleri benimkilerle buluştuğunda, içinde hem bir öfke hem de endişe vardı. Kuzey ve diğerleri, düşmanları etkisiz hale getirmek için savaşmaya devam ederken, ben Hazar’ı güvenli bir yere götürmek için tüm gücümü topladım. Onu bir an önce tedaviye ulaştırmam gerekiyordu. Hazar’ın hayatı ellerimdeydi, ve onu kaybetmemek için savaşın ortasında bir an bile tereddüt etmeyecektim. Adeta bir fırtınanın ortasında, yalnızca Hazar’ı kurtarmak için savaşıyordum. Tüm dünya yanımda çöküyor gibi görünse de...

Loading...
0%