@hamish
|
Bölüm XXXXVIIII: Yeni Görev "belki de bizim baharımız, sadece biraz gecikmiştir." . . . İçimde seninle henüz adımlamadığım bir sokak uzanıyor. Birlikte çıkmadığımız bir yolculuk bekliyor. Gündüzlerin ve gecelerin sessizliği, seninle paylaşılmayı arzuluyor. Dudaklarımda, sana söylenmemiş aşk sözleri birikmiş. Ve dünya baharın renklerine bürünürken, bizim yüreğimize hüzünlü bir kış soğuğu kondu. Zamanın telaşsız akışında, henüz birlikte yaşamayı hayal ettiğimiz anlar var. Birlikte seyre dalmadığımız gün batımları, dokunmadığımız yağmurlar, sessizliğini paylaşmadığımız geceler var. Ruhuma işleyen şiirler var, senin adını her mısrada fısıldayan. Hayat, bütün canlılığıyla etrafımızda akarken, biz sanki o anın dışında kalmış gibiyiz. Başka bir zamana aitmişiz gibi... İçimde büyüyen özlem, sana varmayı bekleyen bir yol gibi uzanıyor. Her adımda, her nefeste seni daha da yakınımda hissetmek isterken, aramızdaki mesafe bir kış rüzgarının savurduğu yapraklar kadar yakın ve bir o kadar uzak.Düşlerin peşine düşmediğimiz, umutlarımızı aynı gökyüzüne savurmadığımız zamanlar var. Ve işte bu yüzden, her mevsim döngüsünde, içimde bir eksiklik hissi var. Ruhlar, birbirine dokunmaya hazır olduklarında yolları kesişir. Onları bir araya getiren, kaderin görünmez bir elinden çok, aynı derinliklerde yankılanan benzer bir yankıdır. Çünkü ruhlar, en gizli köşelerine çekildiğinde bile, saklandıkları o sessiz sığınak aynı yer olur. Orada, zamanın ötesinde, birbirlerini bulmayı beklerler. Her adım, her fısıltı onları biraz daha birbirine yaklaştırır; çünkü asıl önemli olan, ruhların aynı yerde saklı kalması değil, aynı yerde birbirini bulmasıdır. Dünya çiçeklerle donanırken, içimizde filizlenememiş tohumlar var. Ama belki de o tohumlar, doğru zaman geldiğinde açacak; belki de bizim baharımız, sadece biraz gecikmiştir. Gözlerim, Hazar’dan bir an olsun ayrılmıyordu. O beyaz örtülerin altında, solgun yüzüyle hareketsiz yatıyordu. Sanki tüm dünya o odanın içine sığmış, geri kalan her şey silinip gitmişti. Monitörlerin düzenli bip sesleri, Hazar’ın hayata ne kadar sıkı tutunduğunun tek işaretiydi. Onu çevreleyen makinelerin ritmik çalışması, odada yankılanan tek ses olurken, benim içimdeki sessiz fırtına hiç dinmiyordu. Kurşun, hayati organlarına zarar vermemişti, ama yine de tahribat büyüktü. Parmaklarından biri cerrahların becerisi sayesinde yerine dikilmişti. Diğer parmağı içinse çok geçti; o artık geri dönülmez bir kayıptı. Hazar’ın iyileşmesi uzun zaman alacaktı, belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ama asıl acı olan, onun bir daha uyanmama ihtimaliydi. Bu ihtimal, yüreğime saplanan bir hançer gibi içimde dönüp duruyordu. Sanki kafamı gövdemden söküp atmak istiyor, bu ağır yükten bir an olsun kurtulmak için her şeyi geride bırakmak istiyordum. Ama gözlerimi ondan ayırmadım. Orada, yoğun bakım ünitesinde, makinelere bağlı olarak nefes alıp veren Hazar’ın her soluk alışını izledim. Göğsü, makinelerin yardımıyla hafifçe inip kalkarken, her nefesi bana umut ile umutsuzluk arasında gidip gelen ince bir çizgi gibi geliyordu. Odaya hâkim olan beyaz ışıklar, her şeyi steril ve soğuk gösteriyordu. Hazar’ın solgun teni, odaya yayılan yapay aydınlıkla daha da kırılgan görünüyordu. Hayatla ölüm arasındaki bu ince çizgide, ben sadece onun yanında olmak istiyordum. Onun her nefes alışında, yeniden uyanma umudunu diri tutmak istiyordum. Ama aynı zamanda içimdeki o korkuyu da bir türlü susturamıyordum: Ya bir daha gözlerini açmazsa? Bu düşünce, içimde kök salıyor ve her an biraz daha derinlere iniyordu. Hazar’ın elleri, zamanın acımasız izlerini taşır gibiydi. Ama bu fiziksel kayıplar, onun yaşadığı derin yaraların yanında önemsiz kalıyordu. Onun ruhu da yara almıştı ve bu yaraların iyileşmesi belki de hiç mümkün olmayacaktı. Yoğun bakım ünitesinde, makinelerin soğuk mekanik sesleri arasında, Hazar’ın hayata tutunmasını izlemek, sanki bir savaşın tam ortasında, yalnız başına savaşan birini izlemek gibiydi. Ben de o savaşı onunla birlikte veriyordum. Sadece dışarıdan izlemekle yetinmeyip, onun acısını ve korkusunu her nefeste içimde hissediyordum. Bir süredir gözlerini üzerimde hissediyordum. Kadir, gölgeler arasından sessizce beni izliyordu. Nihayet ona döndüm, sabrım tükenmişti. "Söyle," dedim, sesimdeki kararlılık gizlenemiyordu. Kadir, bakışlarını kaçırmadan önce kafasını hafifçe yana eğdi, sanki söyleyeceklerini toparlamak istercesine. "Biliyorsun zaten," dedi, sesi alçak ama anlamlıydı. Bu kelimeler, havada asılı kalan bir gerçeği dile getirir gibiydi. Sanki aramızda söze dökülmemiş, ama ikimizin de farkında olduğu bir sır vardı. Onun bakışlarındaki derinliği, saklanmaya çalışılan o ince sızıyı hissediyordum. Anlamını tam kavrayamamış olsam da içimde bir yerlerde, bu anın uzun zamandır gelmekte olduğunu biliyordum. Evet, vakti gelmişti. Anahtarı MİT'e teslim etmem gerekiyordu. Her şey ince bir ip üzerinde yürümek gibiydi, ama planın en kritik anı şimdi yaşanmıştı. Tüm cezaya razıyım. Anahtarı elbette Baha'ya teslim etmemiştim. Onun gözlerinden kaçan bir şey olamazdı; o, antika kaçakçılığında ustalaşmış biriydi. Gerçek ile sahtesini bir bakışta ayırt edebilecek yetenekteydi. El çabukluğumu kullanarak kutuyu değiştirdim. Bu, büyük bir risk taşıyan bir hamleydi, ama başka çarem yoktu. Baha'ya önce gerçeği gösterdim. Onun gözlerinin pırıltısını, anlık memnuniyetini yakaladım. Ardından, el çabukluğuyla sahte olanı uzattım. Parmaklarım titremeden, soğukkanlı bir şekilde bu tehlikeli oyunu oynadım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken, dışarıdan bakıldığında her şey yolundaymış gibi görünüyordum. Belki de benim zaafım durumu gerçekçi kılmıştı. Bu tehlikeli bir oyundu, yanlış bir hareket, küçük bir hata, tüm planı yerle bir edebilirdi. Ama bu riski göze almıştım. Her şey Hazar içindi. Şimdi o, hayatla ölüm arasında ince bir çizgide mücadele veriyordu. Onun için yaptığım her şey, bu anı kurtarmak içindi. Ama o an, Kadir’e döndüğümde, onun da yanında olduğunu hatırladım. "Sen nasılsın?" diye sordum, içimdeki endişeyi gizlemeye çalışarak. Yarası hâlâ taze olan Kadir, bana samimi bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Bana unutmayın ki hiçbir şey olmaz," dedi, her zamanki rahat tavrıyla. Güçlü görünmeye çalışsa da gözlerindeki hafif ışıltı, yaşadığı acıları gizleyemiyordu. Elimi onun omzuna koydum, hafifçe vurdum. "Az ciddi ol," dedim, onu biraz da olsa gerçekliğe çekmek istercesine. Ama Kadir’in cevabı, her zamanki gibi beklenmedik oldu. Bana sıkıca sarıldı, sanki o anın tüm ağırlığını omuzlarımdan almak istermiş gibi. "Ben iyiyim," dedi kulağıma fısıldayarak. "Sen şimdi yapman gerekeni yap." Sesi kararlıydı, içten gelen bir güçle konuşuyordu. Yavaşça benden ayrılırken gözlerinde derin bir kararlılık gördüm. "Burası Ölümlülere emanet," diye ekledi. Son bir kez Hazar’a dönüp baktım. O yatakta, makinelerin arasında, yaşamla ölüm arasındaki savaşı veriyordu. Onu o halde görmek, içimdeki ağırlığı daha da artırdı. Hastanenin koridorunda yürürken, omuzlarımdaki yük beni yavaşlatıyordu. Her adım, sanki içimde büyüyen bir ağırlıkla birlikte daha da zorlaşıyordu. Sonra dışarı çıktım, ve hastane girişinde Selim ve Rex’i yan yana oturmuş, sohbet ederken buldum. Onlara doğru yaklaştığımda, Selim’in bakışlarında dostluktan öte bir şeyler olduğunu fark ettim. Bu bakışları en son eşinin ölümünden önce bu kadar canlı görmüştüm. O zamandan beri Selim’in böyle umut dolu, böyle yaşama bağlı olduğunu hiç görmemiştim. "Hemen iyileşecek, süper sağlıklı olacak," dedi, elleriyle havada bir şeyler çizerken. Bu iyimserliğini, belki de kendine moral vermek için yapıyordu. Rex’in yüzünde hafif bir tebessüm oluştu, Selim’in kolunu indirip ona dönmesiyle birlikte. "İlk defa gülümsedin," dedi Selim, Rex’in yüzündeki değişimi fark ederek. Ama Rex’in gözlerindeki derinliği okumak zordu; onun duygularını anlamak her zaman karmaşık olmuştu. Zira Kaan’a olan ilgisini biliyordum ve bu hikayede birilerinin mutlaka üzüleceğini hissediyordum. Yavaşça yanlarına doğru ilerledim. Rex, bana bakarak "İstersen tüm sorumluluğu alabilirim," dedi, sesi sakin ama kararlıydı. Yüzümde, samimi bir gülümseme belirdi; Rex’in bu gözü pek tavrı, bana Hazar’ı hatırlattı. Her ikisi de gözlerini kırpmadan zorlukların üzerine gidecek insanlardı. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Sıra bana geldi," dedim, sorumluluğun artık bende olduğunu bilerek. Çıkışa doğru yürümeye başladım, ama kafamdaki bir soru beni durdurdu. Geri döndüm ve Selim’e baktım. "Selim, sen en son bizi terk ediyordun," dedim. Bu sözlerimle Selim’in yüzü bir anda düştü, gerçeklerin ağırlığı yüzüne vurmuştu. "Ölümlüler asla terk etmez," diye mırıldandı, sesinde bir çaresizlik vardı. Onun içindeki duygu karmaşasını net bir şekilde görebiliyordum. "Özür dilerim," dedi, gözlerini kaçırarak. Bu özrün aslında bana değil, başka birine yöneldiğini biliyordum. "Özür dilemen gereken kişi ben değilim, biliyorsun," dedim. Selim’in omuzları hafifçe düştü, içindeki pişmanlık yüzüne yansıyordu. "En çok da bu koyuyor," dedi, sesi hüzünle titreyerek. "Ben onca şey söylemişken... O benim hayatımı kurtardı." Bu sözler, onun içindeki çatışmayı ve Hazar’a karşı hissettiği minnettarlığı tüm açıklığıyla ortaya koydu. Bu kararı verecek kişi ben değildim, ve bunu Selim de anlamalıydı. "Vicdanını ben rahatlatmayacağım," dedim, sesim istemsizce soğuk çıkmıştı. Onun acımı anlar gibi bana bakışı, içimdeki öfkeyi daha da körükledi. Yanlarından sessizce ayrıldım, ama her adımda içimdeki gerilim artıyordu. Arabaya bindiğimde, motoru çalıştırdım ve derin bir nefes aldım. Ancak güvenli hattan gelen aramayla dikkatim anında toplandı. "Kale Otel," dedi tanıdık bir ses, ardından telefon kesildi. Kısa bir süre sonra, yeniden bir arama geldi. Aramalar 60 saniyeyi geçmemeliydi; daha fazlası büyük bir riskti. "Yeni görevin Baha'nın güvenini kazanmak," dedi ses, sonra tekrar sessizlik. Bu cümleyle birlikte omuzlarıma yeni bir yük daha bindi. Daha fazla düşünmeye fırsatım olmadı, çünkü arabayı sürerken takip edildiğimi fark ettim. Profesyonel içgüdülerim devreye girdi. Araba kullanmadaki yetkinliğimle hızlı manevralar yaparak takipçileri atlatmaya çalıştım. Ancak takipçilerin profesyonel olduğu belliydi. Metroya inmek zorunda kaldığımda, üç adamın beni sıkıca çevrelediğini gördüm. İçimdeki alarm zilleri çalmaya başladı, ama dışarıdan soğukkanlılığımı korudum. Kendi alanımı hazırladım; eğer bir çatışma olacaksa, şartları ben belirleyecektim.Adamlar aynı anda üzerime saldırdığında, birine sert bir tekme savurdum. Diğeri kollarımdan yakaladı, ama iki ayağımla üzerime gelen diğer adama vurmayı başardım. Beni tutan adamla yere yuvarlandık, ve o sırada telefonum elimden kayarak yere düştü. Yerdeki adam, başıma sert bir tekme attı. Bilincim bulanıklaşırken, kontrolü kaybedecek gibi oldum. Ama bunun bir parçasıydı; bilerek kendimi yere bıraktım. Adamların beni öldürmek için burada olmadıklarını anlamıştım. Asıl amaçları, telefonuma dinleme cihazı yerleştirmekti. Onlara istediklerini verdim, bu planın bir parçası olarak. Gitmeden önce biri karnıma sert bir tekme savurdu. Nefesim kesildi, acı tüm vücudumu sardı. Ama toparlanmak zorundaydım. Derin bir nefes alarak, kendimi ayağa kaldırdım. Bu bir oyundu, ve bu oyunu kazanmak için her şeye hazırlıklı olmalıydım. Baha'nın güvenini kazanmak için önümde uzun ve tehlikeli bir yol vardı, ama kararlılıkla bu yolda yürümeye devam edecektim. Metro dolaplarına doğru yürüdüm, üzerimdeki bakışları umursamadan. Bu an, dikkatli olmaktan çok, cesaretli olmam gereken bir andı. Anahtarı aldım; bu, büyük bir risk taşıyordu ama yapmam gereken bir şeydi. Anahtarı cebime koyarak metroya bindim ve Kale Otel’e doğru yola çıktım. Otele giriş yaptığımda, resepsiyondaki adam anahtarı bana verdi. Güvenliğe dair kısa bir rahatlama yaşadım ve yavaşça asansöre yöneldim. Odaya girdiğimde, ilk işim hızla işaret diliyle komutanıma durumu bildirmek oldu. Ellerimle, yaşadıklarımı ve mevcut durumu net bir şekilde anlattım. "Dinleniyoruz, avantaja çevirelim," dedim. Bu, sadece bir talimat değil, aynı zamanda bir strateji çağrısıydı. Dinlenme zamanı, güç toplamak ve durumu lehimize çevirmek için fırsattı. Her şeyin bir plan dâhilinde ilerlemesi gerektiğini biliyordum; bu anı avantaja çevirmek, tüm riskleri ve belirsizlikleri fırsata dönüştürmek için son derece önemliydi. Otel odası oldukça eskiydi; duvar kağıtları sararmış ve bazı yerlerde kalkmıştı. Tavandan sarkan küçük avize, odanın genel karanlığını dağıtmakta zorlanıyordu. Pencerelerden içeri süzülen zayıf gün ışığı, ağır perdelerin ardından güçlükle geçiyordu. Odanın ortasında yer alan yatak, yılların ağırlığını taşıyan bir yorgunlukla çökmüş, kırışık beyaz çarşaflarıyla kasvetli bir görüntü sergiliyordu. Masanın üzerinde birkaç boş sigara paketi, yanı başında içi yarı dolu bir viski şişesi duruyordu. Masa lambası, sarı ışığıyla odanın köşesini aydınlatıyor, masanın ahşap yüzeyindeki eski çizikleri belirgin hale getiriyordu. Komutan, elindeki anahtara bakarken, dudakları arasında sıkışmış bir öfkeyle beni süzüyordu. Yüzündeki ince çizgiler, yılların verdiği yorgunlukla derinleşmişti. Kalın kaşlarının altındaki gözleri, odadaki loş ışığa rağmen parıldıyordu. Otelin eski püskü halısına gömülmüş ayakları, sabırsızca yere vuruyordu."Bu nasıl bir sorumsuzluk Berat, her şeyi kaybedebilirdik." Ben ise duvara yaslanmış, ifadesiz bir şekilde ona bakıyordum. Sözleri içimde yankılanırken, yüzümde hiçbir duygu belirtisi yoktu. "Kaybetmedik ama," dedim, sesim neredeyse fısıltı kadar düz ve soğuktu. Komutanın gözlerinde bir anlık şaşkınlık belirdi, ama hemen ardından yerini tekrar o sert bakışa bıraktı. Odaya bir sessizlik çöktü, dışarıdan gelen hafif bir rüzgar sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Bu sessizlikte, her kelimenin ağırlığı daha da artıyordu. "Askeriyenin kuralları var." Komutanın kuralları hatırlatması, içimde bir şeyleri harekete geçirmişti. Bir anda içimden yükselen o garip gülme isteğine engel olamadım. O an, otelin o kasvetli odasında her şeyden kopmuş gibi hissettim. "Kuralları hain bir piyon olarak bu kapıdan çıktığımda bıraktım zaten," dedim, yüzümde beliren ince bir gülümsemeyle. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, sesimdeki soğukluğu koruyarak devam ettim: "Bana dedin ki sen boz, ben düzeltirim. Ama öyle olmadı, bak ben bozdum, düzelttin mi? Neden peki? Benim önemim kalmadı, aynı Hazar'ın kalmadığı gibi." Sözlerimle onu vurmak istedim, içimdeki o derin boşluğu kelimelere dökerken, yüzümdeki ifade hiç değişmedi. Komutanın gözlerinde bir anlık tereddüt, ardından bir hüzün belirdi ama bunu hemen gizledi. Otel odasında, geçmişin ağır yüküyle yüzleşirken, her kelime bir diğerini daha derine saplayan bir bıçak gibiydi. Yılların yorgunluğunu taşıyan bu odada, sadece biz ve içimizdeki bitmeyen hesaplaşmalar kalmıştı. Otel odasının kasvetli havası her zamankinden daha ağırdı, her kelime sanki daha da boğucu hale getiriyordu. Komutanın gözlerinin içine bakarak sözlerimi sıralarken, aramızdaki gerginlik adeta elle tutulacak kadar yoğundu. "Gözümün içine baka baka yalan söyledin," dedim, sesimdeki öfke her hecede biraz daha belirginleşiyordu. "Baha öldü," dedin. "Bu kadar sıçılır mı insanın hayatına?" O anın verdiği acı, yıllar geçse de içimde hâlâ canlıydı. "O gün baban ve Baha öldü dedin... Analiz yeteneğimi manipüle ettin." Kafamın içinde yankılanan bu cümleler, zihnimi tüketmek üzereydi. "Tebrik ederim, artık istediğiniz elinizde." Komutan, bir an bile gözlerini benden ayırmadan sakin bir ifadeyle bana baktı. "Bu seferlik cezan olmayacak. Acına veriyorum," dedi, sesinde garip bir anlayışla. Bu sözler, içimde birikmiş öfkenin bir patlamaya dönüşmesine neden oldu. Kontrolsüz bir şekilde gülmeye başladım, kahkahalarım odanın boğuk atmosferinde yankılandı. "Naparsınız, askerliğimi elimden mi alırsınız?" dedim, sesimde alaycı bir tınıyla. "Hapse mi atarsınız, buyrun atın." O an, tüm duygularımın zirveye çıktığını hissettim. Hızla arkamı döndüm, odadan çıkmak için kapıya doğru hamle yaptım. Elim kapı koluna uzanırken, arkamdan gelen sesiyle olduğum yerde durdum. Sesindeki ton, içeride kalmam gerektiğini hissettirecek kadar etkiliydi, odanın karanlığı bir anda daha da derinleşti. Komutanın sesi, otel odasının kasvetli havasını daha da ağırlaştırıyordu. Her kelimesi sanki odanın dört bir yanında yankılanarak üzerime çöküyordu. "Ölümlüler timi ve diğer tüm ekip..." Sesi, sertliğiyle neredeyse bedenime işliyordu. "Ali, Ömer Faruk, Selim, Kuzey, Kaan, Armağan, Rex..." İsimleri tek tek sayarken, yüzünde beliren soğuk ifade korkutucuydu. Bir an durdu, gözleriyle beni süzerken tek kaşı havalandı. "Bu zayıflıklarının arasında, hangilerinin peşine düşerim sence?" Bu cümlelerin ardından, omzuma sertçe elini koydu. Parmaklarının baskısını omzumda hissetmek, içimde bir ürperti yarattı. "Sana zarar veremem mi sanıyorsun, çocuk?" dedi, sesi alaycı bir tehditle doluydu. Gözlerinin derinliğinde, soğukkanlı bir tehlike parlıyordu. Sanki o anda sadece ben ve o vardı, zaman durmuş gibiydi. O korkutucu bakışlarla göz göze geldim, ama içimdeki boşluk tüm korkularımı bastırmıştı. İçimde bir şey kırılıyordu, bir tür farkındalıkla konuşmaya başladım. "Baha haklıymış," dedim, sesim soğukkanlı ve kesin. "Biz sadece birer kuklaymışız." |
0% |