@hamish
|
O gün . . . Kubilay'ın içindeki duygular acımasızdı, onu bu çıkmaza sokan keşke kendisi olsaydı, ama değildi. Bu kişiliğe sahip olmayı kendisi seçmemişti; onu bu yola sürüklemişlerdi. Geriye kalan tek şey, bu acı serüveni yaşamaktı. Fazlasıyla yorulmuştu. Ceylan’ın onu bırakması bile kendine getirmemişti. Çok yol almıştı ama yine de eski benliğine kavuşamamıştı. Bugün ise kendini kaybettiren son şey olmuştu: Ceylan'ı kaybediyordu. Kelimeler anlamını kaybetmişti, cümleler anlamsızlaşmıştı. Boğazı düğümlendi, tüm hayatı manasızlaştı. Ceylan yanından uzaklaşırken, Kubilay’ın aklına masada yalnız biraktigi psikoloğu Ayşe geldi. Ayşe, yıllardır sadece bir psikolog değil, aynı zamanda bir dost olmuştu ona. Kimsenin haberi yoktu bu seanslardan. Bugün, ilk defa dışarıda bir seans yapacaklardı. Ceylan ile Pamir'i görmeyi planlanıyordu. Zor da olsa, yüzünde hafif bir gülümsemeyle Ayşe’nin karşısına oturdu. Kubilay, yanına yaklaşıp oturduğunda, Ayşe'nin yüzünde onu rahatlatmaya çalışan sıcak bir ifade belirdi. Gözlerinde anlayış ve sabır vardı. Ayşe, Kubilay'ın karşısında otururken, onun gözlerindeki derin acıyı ve umutsuzluğu hissediyordu. "Ceylan, değil mi?" dedi. Kubilay kafasını olumlu anlamda salladı. Ayşe başını yavaşça salladı ve sakin bir sesle cevap verdi, "Bana o kadar çok anlattın ki tanımamak imkansız." Kubilay, gözlerini yere indirdi, sesi titrek ve kırılgandı. "Umudumu kaybettim Ayşe. Elimden kayıp gitti, kalbim atmıyor artık." Ayşe, Kubilay'ın acısını derinlemesine anlıyor ve onun bu yükü taşımasına yardımcı olmaya çalışıyordu. "Senin kalbin hala atıyor Kubilay," dedi. Kubilay ise inatla, "Hayır..." dedi, sesi nefes almakta zorlanıyordu. "Göğsüme kalbini koyarsan hiçbir ses duymadığını göreceksin." Bu sözleri zar zor söyleyebilmişti. Nefes alamıyordu, kafası zonkluyordu. İçindeki bu büyük acıyı kendisine yaşatan kadına bir kere daha lanet etti. Ceylan’ın bu halini görmesini istemiyordu. Hızla masadan kalktı, kalkarken masanın örtüsünü aşağı çekti. Ayşe, Kubilay'ın kriz geçireceğini anlamış olacak ki hızlıca yanına geldi ve koluna girdi. Kubilay'ın bacakları daha fazla onu taşıyamadı ve yere yığıldı. Başucunda, endişeli gözlerle ona bakan Ayşe'yi gördü. Kubilay, hayatını mahveden kadından sonra kendisini iyileştiren bu tek varlığı da kendi elleriyle mahvettiğini düşündü. Sevdiği kadının yanışını izlemek, onun nefes alamadığını görmek ve en kötüsü de bunu kendi elleriyle yapmak, içini parçalayan bir acıydı. Kubilay, içindeki bu fırtınayı Ayşe'ye anlatmak zorundaydı. Derin bir nefes aldı ve sözlerine başladı. "Ben hep böyle bencil, paranoyak ve eşine dahi güvenemeyen bir insan değildim. Beni bu hale getiren ilk aşkım, baş düşmanımın kız kardeşi Çiğdem Aydın'dı. Nereden başlasam, nasıl anlatsam, hangi birini anlatsam bilemiyorum. Gerçi ne kadarı hatıramda onu da bilmiyorum. Beni haklı bulmanı da beklemiyorum. Sadece yaptıklarımın nedenleri olduğunu görsün istiyorum," dedi iç çekerek. Daha çok sayıklıyor gibiydi. On Yıl Önce Yağmurlu bir geceydi. Kubilay, penceresinden dışarıyı izlerken, sokakta ıslanmamak için kendini zor tutuyordu. Yağmurun altında durmayı, o serin damlaların yüzüne vurmasını istiyordu. Pencereyi açtığında, ıslak toprağın kokusu odasına doldu, bu koku onu her zaman büyülerdi. Her gün çalışarak kendini geliştirmişti, ağzında altın kaşıkla doğmamıştı ama asla vazgeçmemişti. Ne kendisinden ödün vermiş ne de hayatından. Hayata hep umutla bakmıştı ve her zaman kalbini dinleyerek yaşamaya çalışmıştı. Başarılı olmak için çalışmanın ve biraz da şansın gerekli olduğunu biliyordu. Genç yaşına rağmen, çok iyi bir girişimciydi. Pek çok kişi onu yanında görmek istiyor, onunla çalışmak için can atıyordu. Portekiz caddesini yönettiği için pek çok insan, ona rakip olmamaları gerektiğini biliyordu. Ancak bir şirket hariç: "Aydın Şirket." Normalde işbirliği içinde çalıştığı bu şirketin, Ahmet Bey'in ölümünden sonra başına geçen oğlu Arslan ile tüm dengeleri değişmişti. Arslan, Kubilay'ı rakip olarak görmeye başlamış ve ona karşı pek çok şirkete kışkırtmalar yapmıştı. Hileler yaparak, Kubilay'ın şirketine köstebek sokmaya çalışıyordu. Ancak Kubilay, yanına alacağı herkesi dikkatle seçerdi. Güvenmediği kimse yanında olmazdı, yanındakiler ise onun ailesi gibiydi. Kapının alacaklı gibi hızla çalınmasıyla, yağmuru izlemeyi bırakıp kapıya yöneldi. Evi büyük değildi, atölye tarzı; mutfağı ve salonu birleşikti, küçük bir merdivenle yatak odasına çıkılıyordu. İsteseydi daha fazlasını alabilirdi ama gerek duymuyordu. Sadelik ve kendi halindelik ona yetiyordu. Başkalarının hayatına dokunurken kimseyi rahatsız etmemeyi seviyordu. Kapı sesi daha da artınca, hızlı adımlarla kapıya yaklaştı ve açtı. Karşısında, sırılsıklam olmuş, yüzü gözü kan içinde, melekler gibi masum bir kadın duruyordu. Kapkara gözleriyle yardım istercesine bakıyordu. Kubilay, elini uzattığında kadın irkilip geri çekildi. Ondan korkmasını istemiyordu, onun koruyucu içgüdüsü aniden harekete geçti. "Yardım edin," diye fısıldadı kadın ve kollarının arasına bayıldı. Kubilay, onu dikkatlice içeri aldı. Kadının ağırlığı, Kubilay’ın kollarında neredeyse hissedilmeyecek kadar hafifti. Onu kanepeye yatırdı ve hemen ilk yardım malzemelerini aramaya koyuldu. Küçük, sade evi, böylesi anlarda daha da huzur verici bir sığınak gibi geliyordu. Yağmurun pencereden içeri süzülen sesi, ortamı daha da sakinleştirici hale getiriyordu. Kubilay, kadının yaralarını temizlerken, onun kim olduğunu ve neden böyle bir halde kapısına geldiğini merak ediyordu. Her hamlesinde, kadının yüzündeki acıyı hafifletmeye çalışıyordu. Bu gece, onun için sıradan bir gece olmayacaktı. Bu yabancı kadının gelişi, hayatının akışını değiştirecek gibiydi. Yağmurun sesi, dışarıdaki soğuğu ve huzursuzluğu içeri taşıyordu, ancak kadının yüzündeki çaresizlik ve yardım arayan bakışları onu derinden etkilemişti. Kollarında bayıldığı an, Kubilay'ın içinde koruma ve yardım etme isteği uyandı. Kadının zayıf, ıslak bedeni, hafifçe titriyordu. Yüzündeki kan izlerini temizlerken, her dokunuşunda onun acısını hafifletmeye çalışıyordu. Kadının yüzü, melek gibi masumdu, ama Kubilay o anda bu masumiyetin ardında gizlenen fırtınaları görememişti. Küçük evinde ona sığınak olurken, bu yabancının hayatına girişiyle kendi yaşamının da alt üst olacağını bilmiyordu. Kadının sessizliği, Kubilay’ın içini bir merak ve endişe bulutuyla doldurdu. O gece, dışarıdaki yağmur gibi, hayatına da bir fırtına girmişti ve bu fırtınanın etkileri çok derin olacaktı. Kubilay, kadının yaralarını sardıktan sonra, onun başucunda beklerken, hayatında ne gibi değişikliklerin yaşanacağını düşünemedi. O anın sıcaklığı ve yardım etme dürtüsü, gelecekte yaşayacağı zorlukları gölgelemişti. Kadının nefes alışları düzelirken, Kubilay da kendi iç huzurunu bulduğunu sanıyordu. Ancak bu sakinlik, fırtına öncesi sessizlikti. Kadının masum yüzü, onu yanıltmıştı ve hayatına büyük bir karmaşa getirecekti. Eğer ki bilseydi bu kadar masum görünen bir kadın hayatını mahvedecekti, o gece çalan kapısını asla açmazdı. Kubilay o günü unutamıyordu; hayatının kabusa dönüştüğü, caddenin ortasında ilk krizini geçirdiği, her şeyi anlamaya başladığı ama elinden hiçbir şey gelmediği zamanı. İsminin Çiğdem olduğunu öğrendiği kadına çok kısa bir süre içinde ısınmıştı. Kendisi bile anlamadan kalbine yerleşmiş, bir parçası olmuştu. Beraber geçirdikleri günler ve aylar, paylaştıkları her şey, onu Çiğdem’e daha da yakınlaştırmıştı. Çiğdem, ona kendi elleriyle yemekler hazırlıyor, her gün aynı saatte yemeğe oturuyorlardı. Bu, ailesinden kalan son istekti, demişti Çiğdem. O da ailesini kaybetmişti; bu ortak acı, Kubilay'ın ona daha da yakın hissetmesine neden olmuştu. Aile duygusunu yeniden beraber yaşıyorlardı. Kubilay, onunla evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı hayal ediyordu. İlk tanıştıkları gece Çiğdem’in yaşadıkları kolay değildi; tacizcilerin elinden zor kurtulmuştu. Kubilay, bu adamları çok aramış ama bulamamıştı. Çiğdem konuyu açmaktan hoşlanmadığı için araştırmalarını gizli tutuyordu. Faruk, eninde sonunda o adamları bulacaktı ve Kubilay onlara bunun hesabını soracaktı. Altı ay geçmişti tanışalı ve Kubilay, ona güzel bir evlenme teklifi etmeyi düşünüyordu. Her şeyi ayarlamıştı; caddenin ortasında arabasının önünü kesecek ve dizinin üzerine çökecekti. Planı kusursuz sayılırdı, ta ki caddenin ortasında kriz geçirene dek. Nefes alamıyordu, başı dönüyordu ve ne olduğunu bilmiyordu. Öldüğünü düşünüyordu ama ölemiyordu. Bilinci yerindeydi ve Çiğdem’in endişeli gözlerle ona bakmasını beklerken, Çiğdem çekip gitmişti. Canı daha ne kadar yanabilir diye düşünürken bilinci kapandı. Gözlerini araladığında beyaz ışığa alışmasını bekledi. Sonrasında hastane odasında olduğunu anladı. Birkaç dakika ne olduğunu hatırlayamadı. Gözlerini yumdu, kesik kesik hafızası geri gelmeye başladı. Ne olmuştu ona? Ya Çiğdem’in gidişi... Hayal görmüş olmalıydı. Kapısının açılmasıyla derin düşüncelerinden sıyrıldı. Karşısında elinde kağıtlarla Faruk duruyordu. “Ağabey, her şey kurmacaymış. Çiğdem yenge aslında Aydın Şirket’in diğer varisiymiş.” İnanmak istemiyordu; onun Çiğdem’i değildi, isim benzerliğiydi. “Dahası da var ağabey, kriz geçirmenin nedeni de Çiğdem yenge.” Nefesi daralmaya başladı. “Nasıl Faruk, hayır değildir, Çiğdem değildir.” Doğru düzgün cümle kuramıyordu. Kendini zorladı. “Çabuk, ne biliyorsan anlat.” Faruk, eline kağıtları bıraktı. Çiğdem ile Arslan’ın yan yana olduğu fotoğraflar, ilaç belgeleri, doktor kılıklı bir adamla sarmaş dolaş olduğu fotoğraflar ve daha birçok belge vardı. “Ağabey, sen bana ilk tanıştığınız geceki adamları bul dediğinde başladım araştırmaya. Aslında o gece kendini dövdürtmüş. Arslan seni yok etmek için yaptırmış. Her şey kurmacaymış. Çiğdem yenge, senin güvenini kazanıp her gün sana ilaç vermeye başlamış. Seni yavaş yavaş delirtmeye başlamış. Bu krizlerin daha da devam edecek. Sana geri dönülmez bir hastalık verdi. Bana inanmayacağını bildiğim için o doktor sevgilisini konuşturdum.” Faruk, eline bir dinleme cihazı bıraktı. Kubilay düğmeye bastığında, canı yandığı belli olan bir adamın sesini duydu. “Benim adım Ertuğrul, Çiğdem’in sevgilisiyim, aynı zamanda psikoloğuyum. Kubilay’a her gün aynı saatte Ultija ilacını vermesi için ilaçları ben verdim. Bu ilaç sağlıklı bir insana verildiğinde sinir sistemini etkiliyor ve ileri safhalarda tamamen delirtiyor. Tüm planı Arslan, Çiğdem ve ben yaptık. Bugün yurt dışına çıkacaktık. Çünkü plan kusursuz işledi. Krizi en büyük şekilde geçirdi.” Kubilay sadece bir planın parçasıymış, haberi yokmuş. “Ağabey, dahası da var.” Kafası daha fazla kaldırmıyordu ama öğrenmeliydi her şeyi. Kafasını devam et anlamında salladı. Faruk cebinden mektuba benzer zarf çıkarıp uzattı. Kubilay zarfı ellerinin arasına aldı. “Çiğdem yenge intihar etti. Ne olduğunu öğrendiğimde direkt eve gidip kaçmasını engelleyecektim. Odaya girdiğimde kendisini asmıştı, bu zarfı da sana bırakmış.” dedi Faruk tok bir sesle. Kubilay, o an sadece bir planın parçası olduğunu ve Çiğdem’in ona nasıl büyük bir ihanet ettiğini anlamıştı. Çiğdem’in yüzündeki o masumiyet maskesinin ardında yatan hain planları öğrendiğinde, kalbi daha da derin bir acıyla burkuldu. Hayatını mahveden kadının, hayatına nasıl sızdığını ve onu nasıl bu hale getirdiğini düşündükçe, içindeki öfke ve hayal kırıklığı artıyordu. İnanmak istemiyordu. Birinin çıkıp her şeyin şaka olduğunu söylemesini bekliyordu. Zarfı yırtıp okumaya başladı. Kubilay; Bu plana başlarken sana olacak hislerimi hiç işin içine katmamışım.. Sende farklı şeyler vardı. Anlamlandırmadığım.. Düşünüyorum da erken ayrılıyorum yanından. Hangisinden daha zor ayrılmak senden mi yoksa kendimden mi? Beni affetmeyeceğini biliyorum. Bu yüzden gidiyorum. Senden af dileyemem..Bunu sana yaptığım için pişmanım.. Kardeşime olan bağlılığım senin duygularını bastırdı. Ben seni delirtirken kendimi parçaladım. Faruğun her şeyi öğrendiğini biliyorum bununla yaşayamam. Beni sevmeyeceğin bir dünyada yaşayamam. Seni bu hastalığın içinde yalnız bırakıyorum. Kubilay, elindeki mektubu okurken tüm dünyanın üzerine çöktüğünü hissetti. Fazla değil miydi her şey? Bunlar rüya olmalıydı. Ellerinin titremesiyle gerçekliğin acımasızlığı daha da derinleşti. Nefes alamamaya başladı, odadaki oksijen ciğerlerine yetmiyordu. Kafasında anlam bulamayan sesler, her şeyi daha da dayanılmaz kılıyordu. Faruk'un doktorlara bağırışı kulaklarında zonkluyordu. Doktorlar hemen müdahale etmeye başladılar ama Kubilay ne yaptıklarını göremiyordu, sadece duyabiliyordu. "Doktorun bir ml ultija verin" demesi, onu hem şaşırtmış hem de delirtmişti. Ne garip şeydi; onu delirten ilaç şimdi onu iyileştirebilecekmiş gibi görünüyordu. Bu düşünceyle kahkahalar atmaya başladı, gerçekten deliriyordu. Hem fiziksel hem ruhsal acı çekiyordu. Canı yanıyordu ama sadece gülüyordu. Gözleri kapalıydı, yaşadığı anın acısını bir türlü kabullenemiyordu. Doktorların telaşı, Faruk'un endişeli sesi ve odadaki diğer sesler, hepsi bir karmaşa içinde kulaklarında yankılanıyordu. Kubilay’ın zihni, olan biten her şeyi bir kabus gibi tekrar tekrar yaşatıyordu ona. Yattığı yerden kalkmak, kaçmak istiyordu ama vücudu ona itaat etmiyordu. Derin nefesler almaya çalıştı ama her seferinde daha da boğuluyordu. İçindeki öfke, hayal kırıklığı ve çaresizlik bir araya gelip onu daha da dibe çekiyordu. Kubilay, gözlerini bir kez daha açtığında, odanın beyaz ışıkları altında, doktorların yüzlerindeki endişeyi ve Faruk'un gözlerindeki korkuyu görebiliyordu. Bu an, hayatının en karanlık dönemi olarak zihnine kazınmıştı. |
0% |