Birinin hikayesinde kötüsün
.
.
.
Korku, insanın en derin duygularından biridir ve hayatın pek çok alanında karanlık bir gölge gibi çöker. Kalpte açan her kırışıklık, hayata dair bir korkunun ifadesi olabilir. Bu korkular insanı dar bir yola sürüklerken, kalbin kararmasına neden olur. Ancak, bazen kararmış bir kalbi aydınlatacak bir ışık, bir umut arayışında olan bir kadın gelir. Onun sevgi dolu yüreği, kararmış kalbe yeniden hayat getirmek üzere adım atar.
Bir aydır, Kubilay her gün kendisini iyileştirmeye çalışıyordu. Ancak, bu süreçte gözleri önünde, onun yerine başka biri, Pamir, hayatı yaşamakta, onun yerini almakta ve kendi yaşamını sürdürmekteydi. Oğlu ve Ceylan ile öyle güzel yaşıyordular ki kendini seyirci gibi hissetti. Kubilay, bu durumu izlerken, içini saran derin bir korku kapladı. Kaybetme korkusu, tüm varlığını sarhoş eden bir korkuydu. Sevdiklerini, özellikle de ona en yakın olanları kaybetmekten delicesine korkuyordu. Korkunun göğüs göğse çarpan kalbi, her geçen gün daha da fazla sıkışıyor, umut ışığı sönüyordu. Aşk, bu derin korkuyu yenmek için belki de tek çareydi; çünkü aşk, her türlü kötülüğü temizleyebilir, değiştirebilir ve iyileştirebilirdi.
Kubilay Bey, derin düşüncelerinin pençesindeyken, ince ve hafif titrek bir kadın sesi, onu bu karanlık dünyadan çekip aldı. Gözlerini açıp hafifçe başını sallayarak, üzerine sinmiş derin bir melankoliden sıyrıldı. Deri sandalyeden kalkarken ceketini aldı ve kapıyı tıklatarak içeri girdi. Karşısında, doktorundan çok daha fazlası olan Ayşe'yi gördü. Genç kadının yüzündeki sıcak gülümseme, Kubilay'ın içindeki buzları eriten bir sıcaklık taşıyordu.
"Hoş geldin Kubilay," dedi Ayşe , sesi samimiyet ve dostlukla dolu. Kubilay, bu cömert ilgi karşısında hafifçe gülümsedi ve gözlerindeki yükü hafifletmeye çalışarak, rahat olduğunu düşündüğü uzun siyah koltuğa uzandı.
Oturduktan sonra, Kubilay derin bir nefes aldı ve içindeki tüm karanlığı bir bir açığa çıkaran sözleri dudaklarından döküldü. "Ayşe, ben sanırım her şeyi kaybettim," dedi. Sesinde, kelimelerin arkasındaki derin üzüntü ve boşluk bariz bir şekilde hissediliyordu. Her cümlesi, yaşadığı büyük kayıpların ve kırılganlığının bir yansıması gibiydi.
Genç kadın, Kubilay’ın karşısındaki yüksek sandalyeye oturdu. Derin bir nefes alarak, ona dikkatle baktı.
"Daha açık olur musun Kubilay?" dedi Ayşe, sesindeki yumuşak tonla onu cesaretlendirmeye çalışarak.
Kubilay, bir an için içindeki hava sanki tükenmiş gibi derin bir nefes aldı. Oksijen, odada yetersiz gibi hissediliyordu. İçsel bir boğulma duygusu, sözcüklerinin önünde bir engel oluşturuyordu.
"Ceylan'ı tamamen kaybettim. Ve sanırım geri kalan tüm hayatımda," dedi Kubilay, sesi derin bir çaresizlikle titriyordu. Bu sözler, onun kaybolmuşluğunu ve yaşamındaki boşluğu açıkça ortaya koyuyordu.
Ayşe, bu sözlerin ardından kalemini çevirdi, küçük bir hareketle dikkatle dinlemeye ve destek olmaya devam etti. Kaleminin her dönüşü, odadaki sessizliği bozmadan, Kubilay’ın ruh halinin yankılanmasını ve onun yükünü hafifletme çabasını simgeliyordu.
Ayşe, Kubilay’a sabırla ve kararlılıkla baktı. Sesindeki güven dolu tonla, ona şu sözleri söyledi: "Seansların en başından beri sana ne diyorum? Kaybetmek kabul ediliştir, kazanmak ise tercihtir. Savaşmadan kaybedeceğini nereden biliyorsun?"
Kubilay, bu sözlerin etkisiyle hemen yatış pozisyonundan doğruldu, gözlerinde kararlılık belirdi. Ayşe, onun elini nazikçe tuttu ve bu fiziksel temasla ona destek olmanın yanı sıra cesaret vermeye çalıştı. "Ve arkadaşın olarak söylüyorum; Ceylan hala seni seviyor, sadece bunu ona kanıtlamalısın," dedi.
Kubilay, Ayşe’ye teşekkür edercesine bakarken, sözlerin derinliğini ve anlamını hissetti. Ayşe, kalemi elinde tuttuğu gibi, Kubilay’a önemli bir hatırlatmada bulunarak ekledi: "Ve ilaç tedavisi sona erdi Kubilay, artık fizyolojik kısım bitti, psikolojik kısım kaldı. Onu da savaşarak kazanacaksın. Asla savaşmadan esir olma."
Ayşe’nin gözleri, sözcüklerinin içindeki derinliği ve umut ışığını taşıyordu. Kubilay, bu güçlü sözlerin ardından, savaşmanın ve mücadele etmenin gerekliliğini kavrayarak, içsel gücünü yeniden bulma arzusuyla doldu.
***
Ceylan, kapının alacaklı bir şekilde çalmasıyla birlikte Engin'e yöneldi. Engin, elindeki dosyayı işaret ederek durumu belirtti. Ceylan, gözlerini devire devire yerinden kalktı ve ayaklarını sürterek kapıya doğru ilerledi. Kapının deliğinden baktığında, Kubilay’ı görmek, beklediği bir durum değildi. Bir an için panikledi, istem dışı üzerine çeki düzen vermeye çalıştı. Kapıyı açtığında, kendisine kızarak, son zamanlarda Kubilay’la konuşmalarının parmakla sayılacak kadar az olduğunu fark etti.
Kubilay’la son görüşmelerinden sonra, Ceylan zamanının çoğunu işine adamıştı. Arada bir Pamir’le dışarı çıkıyor, ancak Pamir’e hissettiği şeyden emin olamıyordu. Kubilay oğlunu görmek istediğinde, Engin ona götürüyordu. Ceylan, Kubilay ile karşılaşmamak için tüm gücüyle çaba gösteriyordu. Kubilay’ın varlığı, içindeki derin duyguları uyandırdığı için, ondan kaçmak bir tür koruma mekanizması haline gelmişti. Yüzünde hafif bir endişe ifadesiyle kapıyı açtı ve gözleri, Kubilay’ın duruşunda bir değişiklik arar gibi süzdü.
Ceylan, Kubilay’a bakarken yüzündeki ifade, “Ne işin var burada?” dercesine sertti. Sesi, sitemkar bir tonla yankılandı.
Sorusunu tekrarladı. "Ne işin var burada?" dedi Ceylan, gözleri Kubilay’ın yüzünde dondu.
Kubilay, soğukkanlı bir şekilde cevap verdi: "Oğlumu görmeye geldim."
Ceylan, sinirle yumruğunu sıktı ve kapıyı açarak Kubilay’a yol verdi. "Yukarıda, odasını biliyorsun," dedi, sesinde belirgin bir soğukluk vardı.
Kapının kapanmasının ardından, Ceylan Kubilay’ın arkasından bakakaldı. Kubilay, onun varlığını adeta görmemezlikten mi gelmişti? Engin’in kendisini sarmasıyla dalgınlığı daha da arttı.
Engin, Ceylan’ın dikkatini çekmeye çalışarak, “Alo, sana diyorum Ceylan, ben çıkıyorum. Hazır Kubilay da buradayken şu benim, basın olayını öğrenmen lazım. Muhabirle görüşmem var,” dedi.
Ceylan, Engin’e arka dönerek içeri doğru yürürken, “Ben kimin yaptırdığını biliyorum da neyse, senin için rahat etsin,” şeklinde kısa bir yanıt verdi.
Ceylan, salonun köşesindeki dosyalarının yanına geri döndü. Gözleri, karmaşık bir düzen içinde dağılmış belgelerde gezindi. Yarın son kez masanın toplanması ve ardından yeniden seçim yapılması gerekiyordu. Bu yüzden ne yapacağı konusunda belirsizlik içindeydi. Arslan, adaylığını açıkça ilan ederek tüm camiaya duyurmuştu ve bu, işlerin daha da karmaşık hale gelmesine neden olmuştu. Tülin, gerekli belgeleri bulmuştu ancak bu belgeleri sunarsa, Kubilay ittifaklarından birini kaybedecekti. Bu da seçime -1 olarak yansıyacak, Kubilay’ın stratejik konumunu zedeleyecekti.
Ceylan, elleriyle belgeleri karıştırırken, aklında beliren belirsizlikler ve stratejik kaygılarla dolu düşünceler içinde kayboldu. Yüzündeki ifadede, içsel bir savaşın ve karar verme zorunluluğunun izleri vardı. Ne yapacağını bilmiyor, her adımının potansiyel sonuçlarını düşünerek hareket ediyordu.
Ceylan, oğlu ve Kubilay'ı merak ederek merdivenlerden ağır adımlarla çıkmaya başladı. Ellerini korkuluklara sürterek destek alıyordu. Holde durduğunda, karşısındaki manzara gözlerini kamaştırdı. Oğlu, babasının kucağında huysuzlanırken, Kubilay onun küçük bedenini nazikçe kucaklayarak eğiliyordu. Kubilay, oğlunu kucağına aldığında çocuk hala ağlıyordu. Yavaşça sallayarak, huzur vermeye çalışıyordu.Tam içeri girecekken, Kubilay’ın sesi Ceylan’ı durdurdu. Kubilay, oğluna yumuşak bir ses tonuyla masal anlatıyordu: "Bir varmış bir yokmuş, Krallığının en kıymetli ganimeti için savaşan bir milyarder varmış. Bu ganimet... Milyarderin küçük vekiliymiş."
Kubilay’ın bu sözleri, küçük çocuğun ağlamasını durdurdu ve derin bir uykuya daldı. Düzenli nefes alış verişi, Kubilay’a huzur veriyordu. Bir süre sonra, Kubilay, oğlunu nazikçe beşiğine yerleştirdi ve alnına küçük bir öpücük kondurdu.
Ceylan, bu anları izlerken, apar topar merdivenlerden aşağıya indi. Yüzü nemliydi, gözyaşları yüzünden sürülmüştü. İçindeki duygusal karışıklığı ve kalbinin yumuşamasını hissetse de, bu duygulara teslim olmamaya kararlıydı. Hızla gözyaşlarını sildi. Kalbini, en azından şu an için, yumuşamasına izin vermek istemedi.
Ceylan, kapıya doğru yürüyüp kapıyı açtı. Faruk, herhangi bir şey söylemeden merdivenleri ağır adımlarla yukarı çıktı. Ceylan, bu durumu pek umursamadı. Salona yönelirken, Kubilay’ın yolunu kesmesi bugün için fazladan bir engel gibi görünüyordu.
"Ne var?" Ceylan, umursamaz bir tavırla fısıldadı.
Kubilay, kararlı bir ses tonuyla yanıtladı: "Şimdi Mes. Seni bir yere götüreceğim. İtiraz hakkın yok; ya isteyerek benim arabama binersin ya da ben seni o arabaya bindirmesini bilirim."
Ceylan, bu tehditkar sözlere kahkahalarla yanıt verdi. Sesindeki alaycılık belirgindi: "Beni istemediğim hiçbir yere götüremezsin."
Ceylan, Kubilay’ın omzunun altından geçerek salona ulaştı. Ardında Kubilay’ın sesi duyuldu, "Kaçınılmaz sonu geciktiriyorsun sadece."
Kubilay, Ceylan’ın omzundan tuttuğu anda, Ceylan’ın aniden Kubilay’ın elini çevirmesi ile Kubilay’ın bu hamleyi beklercesine hızlı bir hareketle kadını omuzuna alıp taşıması arasında sadece birkaç saniye vardı. Ceylan, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde, Kubilay’ın güç gösterisi karşısında sesini çıkaramadı ve bir eşya gibi arabaya bindirilene kadar sessiz kaldı.Kubilay, Ceylan’ı arabaya bindirdikten sonra, kapıları hızlıca kilitledi ve anahtarları elinde sallayarak gösterdi. Ceylan, bu esnada koltuğun altındaki silahı alıp arabaya doğrulttu. Barutun patlamasıyla, araba aniden dumanla kaplandı. Kubilay, patlamayı beklemiyordu ve araba yoksa bir yere götürmeyecekti.
Kapı açıldığında, Kubilay, herhangi bir öfke belirtisi göstermeden, serinkanlı bir ifadeyle bakıyordu. Ceylan, ağzına konulan bezdeki etil alkol kokusuyla boğulmuş bir sesle yanıt verdi."Napıyorsun?"
Kubilay'ın yüzündeki ifade, olayın ciddiyetini hafifletmeye çalışır gibiydi, “Bunu yapmak istemezdim.”
***
Ceylan, gözlerini araladığında, kendisini araba koltuğunda bağlı bir şekilde buldu. Yanında, Kubilay yola odaklanmıştı, gözleri yolda sabitlenmişti.
Ceylan alaycı bir şekilde konuştu: "İpleri iltifat olarak alıyorum."
Kubilay, arabayı park ettiğinde, Ceylan etrafı incelemediğini fark etti. İki katlı müstakil bir evin önünde olduklarını görünce, bu yerin Çiğdem ve Kubilay'ın evi olduğunu anlaması uzun sürmedi. Daha önceki alaycı tavrından eser yoktu; Ceylan’ın yüzü, endişe ve şaşkınlıkla dolmuştu. “Beni nasıl buraya getirirsin, Kubilay, nasıl?” dedi, sesi karışık bir öfke ve çaresizlikle doluydu
Kubilay, nazik bir şekilde yanıtladı: “Benimle içeri gelmeni istiyorum, lütfen zorla yaptırma.” Sesinde, yalvarırcasına bir ton vardı. Kadının elindeki ipleri nazikçe çözdü.
Ceylan, sinirle elini kafasına vurarak kapıyı açtı. Bu, kabul etmek zorunda olduğu bir durumu ifade ediyordu. Kubilay, en son bu eve ne zaman girdiğini hatırlamıyordu. Kapıya yaklaştıklarında, Ceylan’ın gerildiğini hissetti, çünkü kendisi de en az Ceylan kadar gergindi.
Kapıyı açtıklarında, salonda dikkat çekici bir manzara vardı: Tepede asılı bir ip ve yerde düşmüş bir sandalye. Ceylan’ın aklında, bu görüntüyle ilgili binlerce soru dolaşıyordu.
Kubilay, Ceylan’ın gözlerine derin derin bakarak konuştu: "Bu kadar mı unuttun beni?"
Ceylan, acıyla gülümsedi. “Ben her şeyi unuttum çünkü hatırlasaydım, ölürdüm. Başıma bir sürü felaket geldi, ailemi kaybettim, kaç kere ölmek istedim ama hepsini atlattım.”
Kubilay, umut dolu bir sesle yanıtladı: "Hayır, gözlerin öyle demiyor. Bana olan aşkını görüyorum."
Ceylan, hafif bir alayla: "Ha, onu mu diyorsun? Ne olduğu belirsiz sana olan aşkım var, doğru. Merak etme, onu da atlatacağım," dedi.
İçinden bağırmak gelse de, Ceylan’ın sesi düz ve kararlıydı: “Bir zamanlar çok mutlu bir kız vardı, yüreği aşkla kabaran, hayat dolu o kızı kaybettim ben.” Tırnaklarını avucuna geçirdi ve tahtaya damlayan birkaç damla kana bakarak devam etti. “Sen benden inancımı, güvenimi, sevgimi, her şeyimi aldın. Kalbimi benden aldın. Yaptığın her şeyi unutacağım, seni unutacağım; bunların hepsinin üstesinden geleceğim.”
Kubilay, Ceylan’ın avucunu nazikçe kendi ellerinin arasına aldı. Avucunu açarak, gömleğinden bir parça yırtıp kadının elini sardı. Aralarındaki sessizlik, bir yunus çığlığı gibi keskin ve derin bir yankı oluşturdu. Kubilay’ın hareketleri, bir tür özür ve şefkatin ifadesi gibiydi.
"Her şeyi anlatacağım," dedi adamın sesi, tüm sessizliği bozarak odanın içindeki gerilimi artırdı.
Ceylan, elini adamdan çekerek, gözyaşlarını zor tutarak yanıtladı: "Niye başta değil de şimdi he? En baştan beri ben seni sevmekten başka ne yaptım? Şöyle... hadi dinliyorum."
Kubilay’ın gözünden bir damla yaş süzüldü, sesi titreyerek konuştu: "Biliyorum, ben seni kaybettim, hem de bu ilk değil. Yine de sana anlatmak istedim. Lütfen, bitirene kadar sözümü kesme." Derin bir nefes aldı ve gözyaşlarını silerek devam etti:
"Bir zamanlar neşeli, hayat dolu bir genç vardı; zeki, çalışkan ve idealleri olan bir gençti. Tabii, bu gencin dostları olduğu kadar rakipleri de vardı. Yatırım şirketi gittikçe büyüyordu, rakipleri ise kendisiyle ortak olmaya çalışıyordu. Tek bir rakip hariç. O rakip, ne yapıp edip bu genci yok etmek istiyordu. Ve bu rakip, kız kardeşi ve kız kardeşinin sevgilisiyle bir plan yaptı. Kız kardeşi, gencin yanına girecek ve zaman içinde verdiği ilaçlarla onu bilmediği bir hastalığın pençesine bırakacaktı. Ancak düşman ailesinin düşünemediği nokta, kız kardeşin gerçekten gence aşık olmasıydı. Buna rağmen, abisine olan sadakati gencin üzerinde ağır basıyor ve genci gün gün hastalığa yaklaştırıyordu. Gencin yakın koruması bir şeylerden şüpheleniyor, ama her şey artık çok geçtir. Genç kız, yaptıklarından pişman olarak intihar ediyor ve genç adam, hayatı boyunca taşıyacağı deliliklerle yalnız kalıyordu."
Kubilay’ın sesindeki acı ve pişmanlık, hikayenin her kelimesinde belirgin bir şekilde hissediliyordu. Olayların ağırlığı, odadaki atmosferi yoğunlaştırıyor, Ceylan’ın içindeki karmaşayı ve üzülmüşlüğü daha da derinleştiriyordu.
Ceylan, tavanda asılı ipe ve gözleri kızaran Kubilay’a bakıyordu. İçindeki karmaşa ve acı, yüzündeki ifadesinde açıkça görülüyordu.
Kubilay, gözyaşlarıyla dolu bir sesle konuştu: “Evet, Mes, ben bu hikâyedeki genç adamım. O intihar eden kız, Çiğdem, beni delirten ve beni seven kadın. Ve hala düşmanım olan abisi Arslan. Ha, bir de Ertuğrul var, Çiğdem’in sevgilisi.”
Ceylan, sevdiği adamın sevdiği kadın tarafından ihanete uğradığını ve bunca zaman bunun kendisinden çıkarmıştı. Bu bencillik ve acı, içini parçalayan bir ağırlık yarattı. Ceylan, sadece sessizce duruyordu. Evet, Kubilay’ın yaptıklarının bir nedeni vardı, ancak bu gerçek, onun acısını hafifletmeye yetmiyordu. İçindeki öfke ve üzüntü, kalbini sıkıştırıyordu.
Kubilay, elini Ceylan’ın yüzüne koydu. Ceylan, bu dokunuş karşısında geri çekildi.
“Her şeyi söyledim ya, sana yetmiyor mu, Ceylan?” diye sordu Kubilay, sesi titreyerek.
“Yetmiyor!” Ceylan, geldiğinden beri ilk defa bağırdı. Sesindeki acı ve öfke, her kelimenin içine sinmişti.
“Senin de acı çekmen gerekiyor,” dedi Kubilay, gözyaşları içinde.
İkisi de ağlıyordu, acıları ve gözyaşları arasındaki sessizlik, ortamı daha da yoğunlaştırıyordu.
“Çekmedim mi zaten?” diye sordu Kubilay, sesi titrek bir şekilde.
Ceylan kafasını salladı, boğazından çıkan hıçkırıklarla: “Senin de benim kadar acı çekmen gerekiyor. Benim gibi çekmedin.”
Ceylan, adamı arkasında bırakıp, umursamadan çekip gitti.