Muhteşem hata
.
.
.
Ceylan, gerçeklerin yüzüne çarpmasının acısını derinden yaşıyordu. Pamir'e olan güveni, ona olan duygularından çok daha önemli olmuştu. O güven duygusu, Ceylan'ın içinde bir hayranlık ve huzur yaratmıştı. Ancak şimdi, o güven kırılmış ve parçalanmıştı. Kubilay’a yaşattığı haksızlık da içini kemiriyordu; ondan özür dileme ihtiyacı içinde debeleniyordu. Duyguları, birbirine geçmiş ve karışmıştı.
Ceylan, yalnız kalmak amacıyla geldiği tek odalı depoya oturduğu an, tüm düşüncelerini bir araya getirmeye çalışıyordu. Depo, üniversite yıllarından kalma eski bir mekân olarak yalnızlığın ve belirsizliğin bir yansıması gibiydi. Depo, bir evin oturma odası gibi sade ve temiz bir şekilde döşenmişti. Duvarda, eski bir duvar kağıdının izleri seçiliyordu. Bir köşede, köhne bir koltuk yer alıyordu; üzeri eski ama temiz bir örtüyle kaplanmıştı. Koltuğun önünde, yuvarlak bir sehpa vardı ve üstünde sadece birkaç kitap ve bir lambanın üstü vardı. Odanın ortasında, küçük bir halı seriliydi; rengi solmuş ve kenarları yıpranmıştı ama hâlâ işlevini görüyordu. Büyük bir pencere, odanın arka duvarında yer alıyordu ve içine bolca doğal ışık sızıyordu, ışık odanın sade dekorunu aydınlatıyordu. Üç raf, duvarda asılıydı ve üzerinde yalnızca birkaç kişisel eşyayı saklıyordu: birkaç çerçeveli fotoğraf, eski bir takvim ve bir kaç küçük objeyle birlikte. Kapısının ani bir şekilde vurulmasıyla irkildi ve ayağa kalktı. Kapıyı açtığında, Pamir'in gözleriyle karşılaştı. Pamir’in bakışları, Ceylan’ın içinde ne söyleyeceğini, ne konuşacağını bilmeden boşlukta kalmasına neden oluyordu. Sevmeyi deneyeceğini söylemişti, ancak güvenmediği birini nasıl sevebileceğini sorguluyordu. Pamir’in karşısında, hem sevginin hem de güvensizliğin getirdiği karmaşanın içindeydi.
Pamir sinirlenince belirginleşen Portekiz aksanıyla, cümlelerini ardı ardına sıralıyordu. Sesindeki sertlik ve hiddet, odanın sakin havasını bir anda bozan bir fırtına gibi etkiliydi.
"Senhora, kaç kere aradım, mesaj attım. Sana bir şey oldu sandım. Partiden de pat diye ayrıldın zaten."
Ceylan, gözlerini devirmemek için kendini zor tutuyordu. Pamir'in her kelimesi, bir bıçak gibi keskin ve keskin bir öfkeyle doluydu. Ceylan’ın ses tonu soğuk ve mesafeli bir şekilde yankılandı, "Pamir seninle görüşmek istiyor olsam aramalarına dönerdim değil mi?" Pamir, bu sözlerin soğukluğunu iliklerine kadar hissetmişti.
"Pekala, bir şey olmuş." Pamir, bu kez daha çok kendi kendine konuşur gibi mırıldandı. Odanın sessizliği içinde, kadının yanıtı büyük bir ironiyi barındırıyordu. Ceylan, ikonik bir kahkaha attı. Bu kahkaha, odanın atmosferini iyice gerdi.
"Bir şey oldu evet, mesela ben senin bir yalancı olduğunu öğrendim."
Pamir, kadının gözlerine kenetlendi; bu bakışma, adeta iki kişinin duygusal bir savaşına dönüştü.
"Ben sana hiç yalan söylemedim," dedi Pamir, sesi hafif titriyordu ama kararlıydı.
Bu sefer gözünden bir damla yaş, Ceylan’ın yüzündeki acı gülümsemeyle birleşti. O an, gözyaşı ve gülümseme arasında bir çatışma yaşanıyordu.
"Bu da yalan değil mi?" diye sordu Ceylan, sesindeki acı ve öfke daha da belirginleşmişti.
Pamir ağzını açıp konuşacakken, Ceylan elini kaldırıp onu durdurdu.
"Ben sana güvendim, kimse gibi olduğunu düşünmedim. Sen ne yaptın? Beni düşürdün, başkası düşürmüş gibi yapıp beni kaldırdın."
Ceylan’ın sesi, hem kırgınlığını hem de öfkesini barındırıyordu; gözleri, yaşların ve hayal kırıklığının izlerini taşıyordu. Pamir, bu sözlerin etkisiyle, tüm olan biteni derinlemesine hissetmeye başladı. Odanın sakinliği, şimdi iki kişi arasında patlayan duygusal bir çatışmanın alanı haline gelmişti.
Ceylan, öfkesinin doruk noktasında, parmağını Pamir’in göğsüne sertçe vurdu. Ardından, arkasını dönüp kapıyı açtı. Kapıdan dışarı adımını atarken, Pamir hızla hareket ederek kadının kolundan tuttu.
"Neden Kubilay yaptığında bu kadar keskin değilsin? Neden değilsin? Seni bencilliğine gömen adama bu kadar öfkelenmiyorsun? Neden?" Pamir’in sesi, derin bir hayal kırıklığı ve kızgınlıkla titriyordu.
Pamir, Ceylan'ı kendine doğru çekerek vücudunu hafifçe yasladı. O an, öfkesinin tüm gücü, vücudunun her hücresine yayılmış gibiydi.
"Neden söylemeyecek misin?" diye sordu, sesi titrek ve hüzünlüydü.
Ceylan, bu soruların karşısında donakalmıştı. "Bilmiyorum..." dedi, sesi varla yok arası bir fısıldama halindeydi.
Pamir’in öfkesi, tüm bedenini sarmıştı, sanki içsel bir fırtınadan geçiyordu. "Neden benim bencilliğimi affetmiyorsun?" diye tıslamıştı, sesinde boğuk bir acı vardı.
Ceylan, panikle bağırdı. "Bilmiyorum... bilmiyorum Pamir."
Pamir, duygusal bir çırpınış içinde, Ceylan’a doğru hareket etti. "Ceylan, gitme, yapma diye yalvarmamı mı bekliyorsun, burada çırpınmamı mı bekliyorsun? Madem güvenmiyorum diyorsun, güvenme o zaman."
Pamir, Ceylan'ı adeta ittirircesine hareket etti. Hızlı bir itme değildi, daha çok kadının boşluğuna denk gelen bir hareketti. Ceylan, dengesini kaybederek duvara yaslandı. Kapının önünde duran Pamir, yıkılmış bir haldeydi; gözlerinde acının ve pişmanlığın derin izleri vardı. Yüzündeki ifade, Ceylan'ın duygusal fırtınasını yansıtıyordu. Ama söylediklerinin geri dönüşü yoktu; bir kez dile getirilmiş sözler, artık eski bir yargı gibi havada asılı kalmıştı.
Ceylan, Pamir'in hüzünlü bakışlarına rağmen kararlı bir tavırla, sözlerini sonlandırdı. "Şimdi izninle, yapmadığı bir şey için suçladığım insanın yanına gidiyorum." Sesindeki soğukluk, bu kararı almakta ne kadar kesin olduğunu gösteriyordu. Bu sözlerle, Ceylan kendini ve hislerini tamamen açığa vurmuştu.
Pamir, Ceylan’ın yolundan çekilmişti, sessiz bir şekilde kalmıştı. Bu an, Ceylan ile tanışmadan önceki Pamir'i gün yüzüne çıkarmıştı; o zamanlar, belki de daha sert ve daha acımasız olan halini. Pamir’in geçmişin izleri yeniden ortaya çıkmıştı. Kendi içinde bir ihtimal tuzla buz olmuştu. Odanın derin sessizliği, bu iki kişinin aralarındaki mesafeyi ve duygusal yükü hissettiriyordu.
Ceylan, depodan çıkarak hızla arabasına bindi. Ellerinin titremesiyle anahtarını yuvasına yerleştirdi ve motoru çalıştırdı. Faruk’u aramaya başladı; sesi telefonun diğer ucunda sıklıkla duyduğu güvenilir bir sesti. Ancak, telefon çaldıkça çaldı ve yanıt yoktu. İçini derin bir korku kapladı. Aramayı tekrar tekrar denedi, umutsuzluk içinde sesinin titrediği her seferinde daha da fazla endişe duydu.
Son çare olarak Faruk’un asistanını aradı. Sesindeki kırılganlık, ağlamaklı bir tonda yankılandı. "Efendim," dedi asistan, sesi net ve soğuk bir profesyonellik taşıyordu.
" Faruk ile görüşebilir miyim?” diye sordu Ceylan. Sözleri, acının ve umutsuzluğun ağır bir yükünü taşıyordu.
Asistanın sesi, titrek bir şekilde yanıtladı, "Faruk Bey hayatını kaybetti." Bu sözler, Ceylan’ın içindeki dünyayı sarsan bir çığ gibi geldi.
Duyduğu bu acı gerçeklikle, Ceylan arabanın kontrolünü kaybetti. Bir an için, gözleri yaşlarla bulanmış ve çevresindeki her şey bulanıklaşmıştı. Zor da olsa, arabayı yolun kenarına çekti. İnanmak istemediği bu haberin ağırlığıyla başa çıkmaya çalışırken, kalbi sanki yerinden çıkacak gibi atıyordu. Faruk, Ceylan’ın hayatındaki en önemli destekçi ve ağabeyi olmuştu; onun kaybı, tüm dünyasının sarsılması anlamına geliyordu. Kubilay’ın halini düşünmek, bu acının içine daha da derin bir yara açıyordu. Faruk ve Kubilay, yetimhanede birlikte büyümüş, birbirlerine söz vermişlerdi: “Asla ayrılmayacağız.” Ama şimdi, Faruk’un ölümü bu sözü çiğneyen acı bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyordu. Ölümün bu iki yoldaşın yaşamında yarattığı boşluğu, kalbine saplanmış bir bıçak gibi hissetti.
Ceylan, derin bir nefes alarak arabayı tekrar çalıştırdı ve Kubilay'ın evine doğru sürdü. Eskiden birlikte yaşadıkları eve. Arabayı park edip evin bahçesine girdi. Hem Faruk ile yaşadıkları anıların hem de Kubilay’la paylaştığı acının yüküyle yaklaşırken, gözleri bu anıları zihninde canlandırıyordu.
Evin kapısını açtığında, Faruk ile geçirdiği zamanların hatıraları aniden gözlerinin önüne geldi. Hatırladı: Faruk’un sabahları erken kalkıp mutfakta kahvaltı hazırlarken Ceylan’a “Günaydın” diyerek ona özenle hazırladığı çayı. Faruk'un mutfaktaki o güler yüzlü hali, her zaman ona güven vermişti. Birlikte yaptıkları kahvaltılar, neşeli sohbetler ve Faruk'un günlük haberlerle ilgili küçük eleştirileri, onun hayatında büyük bir boşluk bırakmıştı.
Bir akşam, Faruk ve Kubilay ile birlikte oturdukları sofra, sıcak ve samimi bir ortam yaratmıştı. Yüzlerdeki gülümsemeler, keyifli sohbetler ve Faruk'un her iki tarafı da kırmızı güllerle süslenmiş pasta tarifleri, o evin bir parçası haline gelmişti.
Yaz tatillerinde, evin bahçesinde yaptıkları piknikler aklına geldi. Faruk'un çocuklar gibi eğlendiği, Kubilay’ın ise onun yanında gururla yaptığı küçük şaka ve oyunlarla dolu anlar...
Kubilay’ın odasında, Faruk'un titizlikle hazırladığı projeleri ve notları inceledikleri anlar da vardı. Faruk'un odadaki eski kitaplarla dolu raflarının önünde, birlikte geçirdikleri sessiz ama anlamlı saatler, şimdi Ceylan’ın içini acıtan hatıralar haline gelmişti.
Evin her köşesi, bu anıların yankılarıyla doluydu. Ceylan, içindeki acı ve özlemle birlikte, Faruk’un evde bıraktığı izleri tekrar yaşadı.
Ceylan, kapısı açık olan odaya adım attı ve Kubilay’ın sırtını gördü. Kubilay’ın görünüşü, derin bir düşüncenin ve derin bir donukluğun ifadesiydi. Yüzü, bir tür acı ve boşlukla kaplanmıştı. Faruk’un otopsi sonrası cesedinin buz gibi morgda bırakılmış olduğu ve yarın gömülecek olan bu can dostunun kaybının şokunu yaşıyordu. Faruk’un sevmediği soğuk, Kubilay’ın içini daha da sarsıyordu.
Kubilay, derin nefesler alarak sakinleşmeye çalışıyordu. Panik atağı geçirme riskiyle karşı karşıya olduğu belliydi; nefes alış verişi hızlanmış ve düzensizleşmişti. Ancak, odanın içindeki koku yavaş yavaş onun nefesini normale döndürüyordu. Koku, bir hayal gibi zihninde yankılanan anıların bir parçasıydı, belki de hastalığının etkisiyle algıladığı bir yanılsamaydı. Ceylan’ın bu saatte buraya gelmeyeceğini düşündü; her şeyin kabusa dönmeden önce bir anı yaşama isteğiyle doluydu.
Ceylan, yavaşça Kubilay’ın yanına yaklaştı ve onu göğsüne yasladı. Yumuşak bir şekilde, Kubilay’ın başını sararak destek olmaya çalıştı. Kubilay’ın kafası Ceylan’ın göğsüne yaslanmışken, Ceylan’ın varlığı ve sıcaklığı, Kubilay’a bir tür rahatlama ve huzur getiriyordu.
Kubilay, derin bir iç çekerek, "Olduğum yere gelince, senden önce hep karanfil kokun geliyor," dedi. Bu sözler, anıların ve duyguların bir karışımını yansıtıyordu. Ceylan’ın varlığı, Kubilay’a hem bir gerçeklik hem de bir teselli sunuyordu; çünkü şu an yaşadıkları, sadece bir hayal değil, yaşanmış bir gerçekti.
Kubilay, Ceylan’ın göğsüne başını yasladığında, derin bir rahatlama hissi yaşadı. "İyi geldi kokun, bir an için başka bir şey düşünmemek. İyi geldi.." dedi, sesindeki acıyı gizlemeye çalışarak. Bu sözlerle, acısına bir set çekmeye çalışıyordu.
Ceylan, yumuşak ve kararlı bir şekilde, "Kubilay yeter," dedi. Sesindeki yumuşaklık, destekleyici bir tını taşıyordu.
"Ne yeter Mes?" Kubilay’ın sesi, içinde biriken duyguların etkisiyle ağlamaklıydı.
"Hadi, bırak kendini," dedi Ceylan, elini Kubilay’ın sırtına koyarak ona rahatlatıcı bir destek sundu.
"Ne diyorsun anlamıyorum bir şey," diye yanıtladı Kubilay, sesinde bir kırılganlık vardı.
Ceylan, Kubilay’ı daha da yakınlaştırarak, onu iyice kendine yasladı. "Hadi, bırak kendini Kubilay," diye fısıldadı.
Kubilay, bu sözlerle kendini serbest bıraktı ve ağlamaya başladı. İlk önce sessizce, sonra ise yüksek sesle çığlık attı. Gözyaşları, kontrolsüz bir şekilde akarken, Ceylan onu sarıp sarmalayarak destek olmaya devam etti. İkisi de, ne kadar süre böyle ağladıklarını bilmiyorlardı; sadece bu anın içinde, birbirlerine destek olarak acının yükünü paylaşmanın rahatlığını yaşadılar.
Kubilay’ın gözleri, kızarmış ve şişmiş haldeyken, Ceylan’ın kahverengi gözleriyle karşılaştı. Kubilay, halüsinasyonlarının kabusa dönmediğine şaşırıyordu; bu an, çok gerçekti ama sabah uyandığında her şeyin yok olacağından emindi.
"Bu gece benimle uyur musun?" diye sordu Kubilay. Bu istek, daha çok güç toplamak içindi.
Ceylan, Kubilay’ın yıkılmış halini gözlemledi ve derin bir nefes aldı. "Sadece bugün.. yarın yine aynı Kubilay olacaksın ve ben aynı Ceylan olacağım," dedi, kararlı ve nazik bir sesle.
Kubilay, başını usulca sallayarak kabul etti. Ceylan, elinden tutarak onu geniş koltuğa yönlendirdi. Koltuk, ikisinin rahatlıkla sığabileceği kadar büyüktü. Ceylan, Faruk’tan, Kubilay’ın çalışma odasından başka yerde uyuyamadığını öğrenmişti. Şimdi ise Faruk yoktu, ve Ceylan, vücudunun adama doğru çekilmesiyle koltuğun konforunu hissetti.
"Sadece bugün Ceylanım," dedi Kubilay, duygusal bir tonla. "Ceylanım" kelimesi, kadının içindeki tüm kıpırdamayı durdurdu. Kubilay içten içe, bu anın gerçek olmasını dileyerek kendini telkin ediyordu. "Sadece bugün," diye tekrarladı, içindeki duyguları dengelemeye çalışarak.