@hamish
|
Asla hatırlayamadığım şeyler ile asla unutamadığım şeyler arasında sıkışıp kaldım. . . . Büyük, yüksek tavanlı bir salon. Tavandan sarkan kristal avizeler loş bir ışık yayarak ağır ve ciddi bir atmosfer oluşturuyor. Salonun duvarları koyu ahşap panellerle kaplı, yer yer eski davalara ait siyah-beyaz fotoğraflar asılı. Ahşap mobilyalar, salonun her köşesinde ağırlığını hissettiriyor; koyu kahverengi banklar, sanıkların ve izleyicilerin oturduğu sıralar olarak dizilmiş. Hakim kürsüsü, salonun en dikkat çekici yerinde, yüksekçe bir platformda yer alıyor. Kürsünün arkasındaki duvarda büyükçe bir Adalet Tanrıçası heykeli bulunuyor; gözleri bağlı, elinde terazisi var. Hakim kürsüsünün yanında, jüri için ayrılmış bölüm yer alıyor; bu bölümdeki sandalyeler de koyu ahşaptan, sırayla dizilmiş. Sanık koltuğunda Kubilay ve hemen yanında Avukat Emre Gür, tam ortada, hakim kürsüsünün karşısında duruyorlar. Masanın üstünde birkaç kalem, dosya ve su dolu bir sürahi var. Avukatlar bu masaya dizilmiş, gergin ama kontrollü bir şekilde duruşmanın başlamasını bekliyorlar. Salonun arka tarafında, izleyiciler için ayrılmış sıralar var. Bu bölümde oturanlar, heyecanla başlayacak olan duruşmayı beklerken, fısıltılarla birbirlerine bir şeyler söylüyorlar. Dışarıda ise, ağır kapılardan gelen sesler, salonun sessizliğini bir an için bozuyor. Emre Gür, mahkeme salonunun ortasında duruşmayı yönlendiren olarak kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı. Üzerindeki koyu renkli, keskin hatlara sahip takım elbise, hakim kürsüsüne doğru dönük dururken bile üzerine tam oturmuştu. Sesi, salonun ağır ve ciddi havasını bozmadan, fakat etkileyici bir şekilde yankılandı. “Müvekkilimin serbest kalmasını, hiçbir kanıt olmadığı halde tanınan bir iş adamı olan müvekkilim Kubilay Çetinkor’un adının kirletilmesi ve ayrıca özel mülkiyeti ihlal etmesi üzerine Aydın Holding’in kişisel hakları karalamaktan davacıyız.” Sözleri net, sert ve bir o kadar da kararlıydı. Emre, Alanya’dan apar topar gelmişti, ama üzerinde yol yorgunluğuna dair en ufak bir iz bile yoktu. Yüzündeki ciddi ifadeye rağmen gözlerinde arkadaşına duyduğu bağlılık ve mesleğine olan güven parlıyordu. Bu davanın en iyi şekilde yönetilmesi gerekiyordu ve Kubilay, bunun için Emre’den başka kimseyi düşünmemişti. Kubilay Çetinkor, savunma masasında oturuyordu. Şaşkınlık ve öfke arasında gidip gelen yüz ifadesi, içinde bulunduğu durumun ağırlığını yansıtıyordu. Kubilay, karşısına çıkan bu durumu ilk başta anlamamış, gelen mahkeme celbiyle neye uğradığını şaşırmıştı. Fakat olayın ciddiyetini kavradığında, normal bir avukatın bu işin altından kalkamayacağını fark etmişti. Faruk’un ölümünden sonra, hukuk dairesinde büyük bir boşluk oluşmuştu ve Kubilay, Emre’nin bu boşluğu doldurabilecek yegâne kişi olduğunu biliyordu.Emre, tüm dikkatini davaya vermişken, Kubilay ise bu davanın nereden çıktığını, neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Arslan Aydın’ın öldürülmesiyle ilgili suçlamalar karşısında, Kubilay kendisini her zaman savunmuştu; onun öldürülmesiyle ilgili herhangi bir kanıt olmadığını biliyordu. Ancak bu dava, bambaşka bir amaç taşıyor gibi görünüyordu. Emre’nin sesi tekrar duyulduğunda, Kubilay düşüncelerinden sıyrıldı ve tüm dikkatini ona verdi. Emre, son derece kontrollü ve stratejik bir şekilde duruşmayı yönetmeye devam ederken, Kubilay bu sürecin sonunda neyle karşılaşacağını düşündü. Mahkeme salonundaki gerginlik, herkesin üzerine çökmüş gibi hissettiriyordu, ancak Emre’nin kendine olan güveni, Kubilay’a bir nebze de olsa rahatlama hissi veriyordu. Aydın Holding’in avukatlarından biri, sert ama sakin bir tonla ayağa kalktı. "Olayın tek tanığı olan Ceylan Altınsoy'u çağırmak istiyorum," dedi. Sözleri mahkeme salonunda yankılandı, her bir kelime odanın ağır havasında asılı kaldı.Kubilay, duyduğu isimle adeta irkildi. Bir an için zaman durdu, kalbi göğsünde hızla atmaya başladı. Yüzüne renk gelip gitmişti, sanki ruhu bedeninden çekiliyormuş gibi hissetti. Ceylan... Bu ismin mahkeme salonunda yankılanması bile ona acı veriyordu. Her şey olabilirdi ama Ceylan’ın ona ihanet etmesi, onun için en derin darbe olurdu. Kubilay’ın zihninde, Ceylan’ın geçmişte ona verdiği sözler, birlikte paylaştıkları anılar canlandı; şimdi ise bu anıların yerini, büyük bir ihanetin soğuk gölgesi alıyordu. Tam o sırada, mahkeme kapısı ağır bir gıcırtıyla açıldı. Herkesin dikkati kapıya çevrildiğinde, salonun sessizliği daha da yoğunlaştı. İçeriye giren kadın, baştan ayağa siyahlar içinde, adeta parlayan bir figürdü. Ceylan Altınsoy, dimdik ve gururlu bir duruşla salona adım attı. Koyu renkli, zarif elbisesi her adımında hafifçe dalgalanıyor, siyahın asaletini üzerinde taşıyordu. Yüzü ifadesizdi, ama gözlerinde bir sertlik, bir kararlılık vardı. Bu salonun, bu anın ne kadar önemli olduğunun farkındaydı. Kubilay, Ceylan’ı gördüğü an nefesini tutmak zorunda kaldı. Göğsü daralmış, içinde bir volkan gibi patlamaya hazır bir his belirmişti. Ceylan’ın varlığı, onun üzerinde büyük bir baskı oluşturuyordu. Her şeyin üzerine, onun karşısına çıkması, ona karşı tanıklık etmesi... Bu, dayanabileceği bir şey değildi. Ceylan’la göz göze gelmemeye çalışsa da, bir an için bakışları birleşti ve Kubilay, Ceylan’ın yüzünde duygusal bir iz bulmaya çalıştı. Ancak bulduğu tek şey, soğuk bir kararlılıktı. Ceylan, kürsüye doğru ilerlerken, salonun sessizliği sadece onun topuk sesleriyle bozuluyordu. Sesler, adeta herkesin üzerine bir ağırlık gibi iniyordu. Kürsüye ulaştığında, derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı. Sesi, mahkeme salonunun her köşesinde yankılandı. Her bir kelime, adeta bir tokat gibi Kubilay’ın zihnine çarpıyordu. Bu, yalnızca bir duruşma değildi; bu, yılların birikmiş hesaplaşmasıydı. Ceylan’ın her cümlesi, Kubilay’ın içindeki şüphe ve korkuyu daha da derinleştiriyordu. Bu an, onların geçmişiyle yüzleşme anıydı ve artık geri dönüş yoktu. Ceylan Altınsoy’un sesi, mahkeme salonunun ağır ve gergin havasında bir bıçak gibi keskin bir şekilde yankılandı. "Arslan Aydın'ı öldüren Kubilay Çetinkor'dur." Bu cümle, odadaki herkesi derin bir sessizliğe gömdü. Kelimeler, sanki havada asılı kalmış, nefesleri kesmişti.Emre ve Kubilay, sanki aynı anda bir refleksle birbirlerine baktılar. İkisi de şaşkındı; gözleri, bu şok edici iddianın ağırlığını taşıyan bir ifade ile buluştu. Ardından başlarını ağır ağır Ceylan’a çevirdiler. Ceylan’ın yüzü ifadesizdi, ancak gözlerinde saklamakta zorlandığı bir acı vardı. O an, salonun içinde görünmeyen bir gerilim dalgası dolaşıyordu. Ceylan devam etti, sesi bu kez biraz daha titrek ama yine de kararlıydı. "O gün orada, gözlerimin önünde Arslan Aydın'ı vurdu." Bu sözlerle salonun sessizliği daha da yoğunlaştı. Herkesin gözleri Ceylan’ın üzerindeydi; kimse, bu kadar sert bir tanıklığı beklememişti. Ceylan’ın yutkunduğunu görmek, o anın onun için ne kadar zor olduğunu gözler önüne seriyordu. Son bir kez daha konuştu, ama bu sefer sesi daha kısık, neredeyse çaresiz bir tonda çıktı. "Bütün bildiklerim bu kadar." Bu ağır ifadelerden sonra, mahkeme salonunda ölüm sessizliği hâkim oldu. Hakim, yanında oturan savcılarla fısıltılarla konuşmaya başladı. Bu fısıltılar, odanın sessizliğinde yankı bulmuş gibi hafifçe yayıldı; garip bir şekilde, bu sesler salonun içindeki gergin atmosferi biraz olsun hafifletiyordu. Hakim ve savcılar arada bir Kubilay’a bakıyor, gözleriyle tartıyorlardı. Hakimin kaşları çatılmış, yüzünde derin bir düşünce ifadesi vardı. Savcılar ise başlarını onaylar şekilde sallıyorlardı; bu hareket, salondaki herkesin yüreğine bir ağırlık daha ekliyordu. Hakim, boğazını temizledi, sesini netleştirdi ve bir an için duruşmanın sonucunu açıklayacağı anın ciddiyetini hissettirdi. Ardından mahkemede bulunanlara, ayağa kalkmaları için bir işaret verdi. Herkes, aynı anda ve sessizce ayağa kalktı, salondaki gerginlik adeta doruk noktasına ulaştı. Hakim, karşısındaki insanları süzdü ve kararı açıklamaya başladı. "Gereği düşünüldü, sanığın yeterli delil olmaması düşünülmesiyle mahkemenin iki hafta sonraya ertelenmesine, bir sonraki mahkeme gelene kadar sanığın tutuklu yargılanmasına karar verilmiştir." Bu sözler, salondaki herkesin üzerinde bir şok etkisi yarattı. Kubilay, donuk bir şekilde hakime bakarken, Emre yanındaki arkadaşına destek olmaya çalışıyordu. Ceylan ise başını öne eğmiş, ne düşündüğünü belli etmeyen bir ifadeyle duruyordu. Hakimin kararı açıklarkenki sakin ama otoriter sesi, odadaki sessizliğe ağır bir mühür gibi inmişti. Kubilay’ın kaderi artık bir sonraki duruşmaya bağlıydı ve bu bekleyiş, herkes için zorlu olacaktı.Hakimin kararını açıklamasıyla birlikte, mahkeme salonunun gerginliği aniden somut bir harekete dönüştü. Polisler hızlı ve kararlı adımlarla Kubilay’ın yanına yaklaştı. Kubilay, olanları bir an kavrayamadan donakalmıştı. Kolları, polislerin soğuk ve sert elleriyle kavrandığında bir ürperti hissetti. Metal kelepçelerin bileklerine sıkıca kapanması, bir an için zamanın durduğu hissini verdi. O an, Kubilay’ın hayatındaki en gerçek anlardan biriydi. Ceylan, sessizce duruşma salonundan çıkmak üzere ağır adımlarla yürümeye başlamıştı. Ancak tam o anda, Kubilay’ın sesi salonun sessizliğini bozdu. Kelepçelenmiş olmasına rağmen, dimdik ve gururla Ceylan’ın yanında durdu. Onunla yüzleşmek, bu acıyı anlamak istiyordu. Gözlerinde hem kırgınlık hem de öfke vardı, ama sesinde yine de kontrolünü kaybetmemiş bir sakinlik hissediliyordu. “İçin soğuduysa sorun yok,” dedi Kubilay, sesi soğuk ama yine de yürek burkucu bir tondaydı. Bu sözler, bir suçlama değil, daha çok bir teslimiyet gibiydi. Sanki Ceylan’ın ihaneti, her şeyin son noktasıydı ve bundan sonra ne olursa olsun, onun için artık fark etmezdi.Ceylan, Kubilay’ın bu sözleriyle bir an için durdu. Göğsünde derin bir ağırlık hissediyor, boğazı düğümleniyordu. Gözlerini yere indirdi, onunla yüzleşmek istemiyordu. Yutkundu, nefes almak bile zor geliyordu. Bu anın ağırlığı, ruhunu ezip geçiyordu. Kubilay’ın gözlerinde gördüğü o acı ve hayal kırıklığı, ona işledi. Yine de, başka bir seçeneği olmadığını biliyordu.
“Mecburum,” dedi Ceylan, sesi neredeyse bir fısıltı kadar kısık, ama içinde derin bir çaresizlik vardı. Bu kelime, her şeyin özeti gibiydi. Bu kelimeyle, Kubilay’a verebileceği tüm cevabı vermişti. Bu, bir tercih değil, bir zorunluluktu; onun için değil, başkaları için yapılması gereken bir hareketti. Kubilay, Ceylan’ın sözlerini duyduğunda içinden bir şeylerin kırıldığını hissetti. Bir daha geri dönülemeyecek bir yola girdiklerinin farkındaydı. Ceylan, başını eğerek uzaklaşırken, Kubilay ona baktı; kelepçeler bileklerini sıkarken bile dimdik durmaya devam etti. Ceylan’ın her adımı, Kubilay’ın kalbinde yankı buluyordu, ama o, artık bu hikayenin sonunu yazmak zorundaydı. Mahkeme salonunun soğuk ve ağır atmosferi, Kubilay ve Ceylan arasındaki bu derin yarayı daha da açmıştı. |
0% |