Kolay olmayacak elbet iz kalacak
.
.
.
Kubilay, içinde büyüyen çaresizliğin ağırlığıyla masanın başında oturuyordu. Geçmişin izleri, her anını zehirliyor, kalbinde derin yaralar açıyordu. Zamanın akışı ona iyi gelmemişti; aksine, her geçen gün, umutlarının daha da solmasına neden olmuştu. Artık tek bir amacı vardı: Ceylan’ı ve oğlunu korumak. Onların mutluluğu için her şeyi yapmaya kararlıydı. Ama her seferinde Ceylan'ı görmek, içindeki acıyı daha da derinleştiriyordu. Yine de bu fedakarlığı ona borçlu olduğunu düşünüyordu. Masaya konulan dosyayla bir anda irkildi. Emre'nin sesi, içindeki karanlık düşünceleri dağıtarak onu yeniden gerçekliğe çekti.
"Daldın aga, ne oldu?" Emre'nin sakin ama dikkatli ses tonu odada yankılandı.
Kubilay, düşüncelerinden sıyrılarak başını kaldırdı ve Emre'ye baktı. Dosyayı eline alırken, derin bir nefes aldı.
"Kimsenin haberi yok değil mi? O Rixton denen herife hiç güvenmiyorum," dedi, sesinde belirgin bir tedirginlik vardı.
Emre, güven verici bir gülümsemeyle başını salladı. "Yok, yok merak etme. Evine gizlice girdim, benden kaçmaz. DNA sonuçları da içinde."
Kubilay, Emre'nin odadan çıkmasını izlerken, elindeki dosyaya bir kez daha baktı. Şüphelendiği şeyin doğru olmasından korkuyordu. Ceylan, Rixton’un kardeşi olduğuna inanmıştı; peki ya gerçek? Dosyayı açtı ve gözleri sonuçlara kaydı. İçindeki tedirginlik, yerini büyük bir hayal kırıklığına bıraktı. Ne yazık ki, haklıydı. Rixton, onun kardeşi değildi.
Kubilay, öfkeyle dosyayı buruşturdu ve avucunun içinde sıktı. Bu gerçeği bir süre gizli tutması gerektiğini biliyordu. Rixton'un ne planladığını öğrenmeliydi, yoksa Ceylan ve oğlu büyük bir tehlikenin içine sürüklenebilirdi.
Tam o sırada telefonu çaldı. Ekrandaki isim, Kubilay’ı şaşırtmıştı.
"Kubilay, ben Tülin..."
"Ne istiyorsun?" diye sordu, sesi soğuktu.
"Konuşmamız gerek, yüz yüze," dedi Tülin, sesi alaycı bir tını taşıyordu.
"Seninle konuşacak bir şeyim yok," diye karşılık verdi Kubilay, sabrının sınırında olduğunu hissederek.
"Ben olsam öyle düşünmezdim," diye devam etti Tülin. "Bende çok önemli bilgiler var, mesela Baş Şef’le ilgili...”
Tam telefonu kapatacakken, Tülin'in dudaklarından çıkan "Rixton" adı, Kubilay'ı durdurdu. Bu isim, her şeyin kilit noktasıydı.
"Bu iki saate benim Şili'deki mekana geliyorsun, tek başına," diyerek telefonu kapattı Tülin. Kubilay, elindeki telefonu sertçe kapattı ve hemen ayağa kalktı. Kaybedecek bir saniyesi bile yoktu. Tülin’in söylediklerini öğrenmek, her şeyden önemliydi. Hızla ofisten çıkarken, gözleri kararlılıkla parlıyordu. Asansöre yöneldi ve düğmeye bastığında, içindeki endişe yerini soğukkanlı bir odaklanmaya bıraktı. Asansör kapıları açıldığında, adımlarını hızlandırarak garaja indi. Arabasının kapısını açıp direksiyonun başına geçtiğinde, motorun gürültüsü kalbinin ritmiyle uyum içinde gibi geliyordu. Kubilay, arabasını sürerken zihninde yankılanan düşüncelerle boğuşuyordu. Hızla geçip giden manzaralar, içinde kopan fırtınaları yatıştırmaya yetmiyordu. Direksiyonun başında kasılan elleri, çenesini sıkıca kapatan dudakları ve keskin bakışları, içindeki kararlılığın bir yansımasıydı. Zaman sanki ona karşı işliyordu; her geçen saniye, bir başka büyük adım atması gereken zamandan çalıyordu. Tülin’in söyledikleri kafasında dönüp duruyordu. Baş şefle ilgili ne biliyordu? Rixton’un adını nasıl öğrenmişti? Tüm bu sorular aklını kurcalarken, cevapları alabilmek için Şili’deki mekâna gitmekten başka çaresi olmadığını biliyordu.
Garajın loş ışıkları altında duran arabasına adımlarını hızlandırarak yaklaştı. Çevresine dikkatlice bakındı; izlenmediğinden emin olmak istiyordu. Her adımda kalbinin atışları hızlanıyor, beynindeki düşünceler birbirine karışıyordu. Tülin’i yeniden görmek istemese de elde edebileceği bilgiler, her şeyden daha önemliydi.
Arabaya biner binmez motoru çalıştırdı ve gaza bastı. Tekerleklerin asfaltla buluştuğu an, içindeki kararlılığın bir işaretiydi. Şehrin sokakları, hızla geçen ışık hüzmeleriyle doluydu. Trafik akışı, onun aceleciliğiyle çelişiyordu; oysa Kubilay’ın içinde bir savaş vardı ve her saniye bu savaşı kazanmak zorundaydı.
Yol boyunca Ceylan’ı düşündü. Onun mutluluğu için her şeyi yapmaya kararlıydı. Onu bu kadar üzmesine rağmen, hayatını sadece oğluyla ilgilenmeye adayacağını biliyordu. Ama Rixton meselesi çözüme kavuşmadan, huzura ermesi mümkün değildi. Dosyayı açtığında karşılaştığı gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Ceylan, Rixton’un kardeşi olmadığına inanmıştı ve ne yazık ki bu kez haklıydı. Kubilay, dosyayı buruşturduğunda kalbindeki hayal kırıklığını hissediyordu. O an, Rixton’un ne planladığını öğrenmesi gerektiğini anlamıştı. Bu sırlar, Ceylan’ın hayatını yeniden altüst edebilirdi.
Şili’deki mekâna yaklaştığında, adrenalin damarlarında dolanmaya başlamıştı. Mekânın önünde arabayı park etti ve derin bir nefes aldı. Tülin’le yüzleşmek kolay olmayacaktı, ama bu karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Yavaşça arabadan inip, gözleriyle çevreyi taradı. Kimseyi göremeyince, kapıya doğru ilerledi.
"Hoş geldin, Kubilay," dedi Tülin, sesi sakin ama tehditkârdı. "Sana söyleyeceklerim var. Dinlemeye hazır mısın?"
Kubilay, gözlerini ondan ayırmadan, "Ne biliyorsun?" diye sordu. Artık geri dönüş yoktu; her kelime, her bilgi, her hamle hayatının seyrini değiştirebilirdi.
Tülin, masanın üzerine eğilerek fısıldar gibi konuşmaya başladı. "Baş şef, Rixton ve senin bilmediğin çok şey var. Eğer dikkatli olmazsan, Ceylan’ın hayatı tehlikede olabilir."
Kubilay’ın yüzündeki ifadeyi görür görmez, Tülin onun ne kadar çaresiz olduğunu anlamıştı. Artık oyunun kuralları değişmişti ve Kubilay, bu oyunda kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazırdı. Böyle bir yerin bu kadar ıssız olmasını beklemiyordu; her şey fazlasıyla sessizdi. İçgüdüleri ona bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Belindem silahını çıkardı, emniyetini açtı ve yavaşça Tülin'e uzattı. "Seni şuracıkta öldürsem kimsenin haberi olmaz." Tülin'in gözleri büyüdü. "Baş şef içerde"
"Yürü önümden." Tülin önden Kubilay arkadan yürümeye başladılar. Her detayı, her sesi, her hareketi gözden kaçırmamak için duyularını keskinleştirdi.Adımlarını sessizce atarak deponun kapısına doğru ilerledi. Kapıyı ittiğinde, menteşelerinden çıkan cızırtı sesi, bu sessizlikte yankılandı, ama Kubilay buna aldırmadan hızla içeri girdi. Burası, muhtemelen yıllar önce bir okul olarak kullanılmış, şimdi ise harabe haline gelmiş bir depoydu. Terkedilmiş sıralar, tozlu kitaplar ve kırık camlar, yerin bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu anlatıyordu. Ancak şimdi, bu boşluk ve sessizlik onu daha da huzursuz ediyordu. Kubilay, kimsenin burada olmamasının verdiği tedirginlikle etrafı gözlemlemeye devam ederken, aniden boynunda keskin bir acı hissetti. Şimşek gibi bir refleksle sağ tarafına döndü, ama çok geçti. Boynuna saplanan iğneyi çıkarırken, elindeki silah istemsizce yere düştü. Gözleri önünde bulanıklaşan görüntüler arasında, pis pis sırıtan bir yüz belirdi. Bu yüz, Rixton’dan başkası değildi. Kubilay, Rixton’un orada olacağını hiç beklemiyordu. Zehir, hızla tüm vücuduna yayıldı, bacakları güçsüzleşti, görüşü karardı. Direnmek istedi ama bedeni artık ona itaat etmiyordu. Tüm kontrolünü kaybederken, Rixton'un şeytani gülüşü kulağında yankılanıyordu. Kubilay, son bir kez daha ayakta kalmaya çalıştı, ama yer çekimine yenik düştü ve yavaşça yere yığıldı. Karanlık, zihnini ele geçirirken, dünyayla son bağı da kopuyordu. Her şeyin sona erdiği o anda, Kubilay kendini bilinmezliğin soğuk kollarına teslim etti. Tülin, yerde baygın halde yatan Kubilay’a bakarken, yıllarca yenilmez sandığı bu adamın şimdi ayaklarının dibinde, hiçbir şey yapamadan uzanıyor olması ona komik geliyordu. Bir zamanlar korku salan, güçlü ve etkili bir adamın bu hale düşmesi, içinde karanlık bir tatmin duygusu uyandırıyordu. Baş şefin birkaç adamı, Kubilay’ı kollarından kaldırarak, köhne ve eski bir sandalyeye sıkıca bağladılar. Tülin, bir süre adamların işini bitirmesini izledi, ardından dikkatini Rixton’a çevirdi. "Benden istediğini yaptım, şimdi sen anlaşmanın gereğini yap," dedi Tülin, kararlılıkla. Onun için planladıkları hayat, bu karanlık dünyadan kaçmaktı, ve Rixton'un ona söz verdiği gibi yurt dışına gitmesini sağlaması gerekiyordu.
Rixton, kadını dikkatlice süzdü, birkaç saniye düşündü, sonra kabul edercesine başını salladı. "Bu gece saat iki de seni bekleyen bir yük gemisi olacak. Adamlarım seni o zamana kadar güvenli bir yere götürecek ve eşlik edecek," dedi soğukkanlılıkla.
Tülin, Rixton’un söylediklerini onaylarcasına başını aşağı yukarı salladı ve birkaç adamıyla birlikte depodan ayrıldı. İçindeki tedirginliği bastırmaya çalışarak Rixton’un planına güvenmek zorundaydı.
Rixton, Tülin’in gidişini izledikten sonra cebinden telefonunu çıkardı ve bir numara tuşladı. Burada daha fazla kalamazdı; Kubilay’ı ele geçirdikleri bu yer, uzun süre güvenli olmayacaktı.
"Alo, patron, Kubilay paketlendi. Nereye getirmemi emredersiniz?" diye sordu, sesinde ciddi bir tonla.
Telefondaki adamın talimatlarını dikkatle dinledi, istemsizce kafasını sallayarak onay verdi. Bu, beklenenden daha sorunsuz geçmişti, ama şimdi asıl mesele Kubilay’ı nereye götürecekleriydi.
"Tamam efendim," diyerek telefonu kapattı. Her şeyin planlandığı gibi gitmesini umut ederek hızla depodan ayrılmak için harekete geçti.
***
Rixton, kamerayı kapatıp, kaydedilen videoyu adamlarına uzatırken yüzünde donuk bir ifade vardı. "Bunu Ceylan Altınsoy'a ulaştırın," diye emretti. Bu, planının bir parçasıydı; Ceylan'ın aklını karıştırmak, Kubilay'ın kaçırılmasından kendisinin sorumlu olduğuna inandırmak.
Kubilay'ın bağlı olduğu odadan çıkarken, içinde beliren huzursuzluk hissini bastırmaya çalıştı. Diğer odaya girerken ceketini ilikledi, bu hareketin kendisinde yarattığı tiksintiyi içinden geçirdiği bir lanetle savuşturdu."İstediğiniz gibi videoyu çektim efendim. Kubilay'ı benim kaçırdığımı düşünecekler," dedi, karşısında oturan adama, bir nebze olsun takdir bekleyerek. Ama Ertuğrul, yanındaki küçülen adama dönüp bakma gereği bile duymadan, gözlerini masanın üzerindeki belgelerden ayırmadan konuştu.
"Ne dememi bekliyorsun, 'aferin' mi?" dedi soğuk bir sesle, küçümseyen bir tonla.
Rixton, o an sinirlerini kontrol etmekte zorlandı. Genellikle emir veren, oyun kuran kişi oydu; ancak şimdi, bu adamın merhametine kalmış gibiydi. Derin bir nefes alıp yavaşça verdi, elleri istemsizce yumruk oldu. Eğer Ertuğrul'un elinde koz olmasa, onu bir saniye bile hayatta bırakmaz, Kubilay'dan önce işini bitirirdi. Ceylan'a yalan söyleyerek yaklaşmıştı, ancak birkaç hafta içinde ona alışmış, ondan gerçekten hoşlanmaya başlamıştı. Onun hayatını mahvetmek gibi bir amacı yoktu; sadece Portekiz'deki yönetimi alıp gitmek niyetindeydi.
Fakat Ertuğrul, her şeyin yönünü değiştirmişti. Bu adam, Rixton’un tüm pis işlerini kayıt altına aldığı defteri ele geçirip, onu zorla bu çarpık plana sürüklemişti. Rixton, istemeden de olsa, Ertuğrul’un emirlerine boyun eğmek zorundaydı. Ancak bu durumun uzun sürmeyeceğine dair içten içe kendine söz verdi; eninde sonunda, bu denklemin kontrolünü ele geçirecekti."Daha ne bekliyorsun, çekil gözümün önünden."
Ertuğrul'un sert sesi odada yankılandığında, Rixton'un istemsizce parmaklarını çıtlatması dikkat çekti. Bu küçük ses, Ertuğrul'un bakışlarını ona çevirmesine neden oldu. Ertuğrul, gözlerini kısarak, karşısında durduğu adamın sinirleriyle oynadığının farkındaydı.
"Bir şey mi diyeceksin, beycik?" Ertuğrul'un küçümseyen tavrı artık dayanılmaz bir hal almıştı. Rixton, içinde kopan fırtınaları bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Bu adamın karşısında, öfkesini kontrol etmekte zorlanıyordu.
"Bana ihtiyacınız yoksa yapmam gereken şeyler var," diye cevapladı Rixton, mümkün olduğunca sakin bir sesle. Bu oyunda bir piyon gibi hissetmekten nefret ediyordu, ama elinde başka bir seçenek yoktu.
Ertuğrul kafasını salladı, tasmasının hâlâ kendi elinde olduğunun farkında olarak. "Gidebilirsin, kimselere gözükmeden yap ne yapacaksan."
Rixton, başka bir şey söylemeye gerek duymadan odadan ayrıldı. Biraz daha odada kalsa, adamı boğazlayacakmış gibi hissediyordu. Depodan çıkmadan önce son kez Kubilay'a baktı. Ne için yola çıkmış, ne olmuştu böyle? İçinde bir şeyler kopuyordu, ama şimdi zamanı değildi. Yapması gereken işleri vardı, ve bu işleri kimse fark etmeden halletmek zorundaydı. Ailesini korumalıydı.