1. Bölüm

1. Bölüm

Handan Taş
hanne_3

---

 

Bölüm 1: İstanbul’a Yolculuk

 

Yağmur, eski İstanbul’un taş sokaklarına sessizce düşerken, şehrin kendine özgü kokusu yükseliyordu. İstanbul, o yıllarda bir masal gibiydi; her adımda kaybolan bir hikâye, her köşe başında unutulmuş bir aşkla karşılaşırdınız. Gecenin karanlığı, aydınlatan lambalarla birlikte şehri sarar, her şeyi daha da eski, daha da gizemli kılardı.

 

Ömer, İstanbul’a yeni atanmıştı. Genç yaşta bir doktor olarak, hayalini kurduğu mesleği yapmak için yıllar boyu beklemişti. Ancak ne kadar parıldasa da, ruhundaki karanlık hiçbir zaman kaybolmadı. Zengin bir ailenin tek oğlu olarak büyümüş, lüks içinde yaşamıştı ama içindeki boşluk, ne servet ne de prestijle doldurulabiliyordu.

 

Bugün, İstanbul’daki ilk gününde, bir adım daha attı şehrin sokaklarına. At arabasından inip şemsiye açarken, gözleri karanlık sokakları taradı. Her köşe başı, her dar cadde, eski bir zamanın hatıralarını fısıldıyordu. Onun için şehir, hayatta kaybolmuş duyguların, geçmişin hüzünlerinin izlerini taşıyordu. Şemsiye, İstanbul’un yumuşak yağmuruna karşı onu korurken, kalbinde başka bir fırtına vardı. Ömer, ne kadar ilerlerse ilerlesin, geçmişi ve ailesinin baskısından bir türlü kurtulamıyordu.

 

Bir an, omzuna hafif bir dokunuş hissetti. Gözlerini kaldırdı, karşısında başı örtülü bir genç kız vardı. Elinde, taze kırmızı karanfillerle dolu bir sepet tutuyordu.

 

“Alır mısınız sevdiğinize?” dedi, yumuşak bir sesle. Gözleri, sanki bir sırrı taşıyor gibiydi. O an, her şey durdu.

 

Ömer, bir an duraksadı. Ama kalbinde hâlâ bir boşluk vardı, hem de çok derin. Gözlerinin içine bakarak, soğuk bir şekilde, "Çiçek alacak bir evdeşim yok," dedi. Sesinde bir kırgınlık vardı. Hızla sırtını döndü ve yürümeye devam etti.

 

Fidan, bu cevaptan ne kadar üzülse de, sesini çıkarmadan çiçek sepetini sıkıca tuttu. Kırmızı karanfil, İstanbul’un gri sokaklarında kayboldu. Ömer birkaç adım attıktan sonra, bir iç sesi onu durdurdu. Kızın gözlerindeki hüzün, içinde bir boşluk bıraktı. Geri dönmeye karar verdi, ama bir an sonra, sokakta Fidan’ı bulamadı. Yalnızca yağmurun sesi ve yavaşça sönmeye başlayan lambaların ışıkları kaldı.

 

Bir hafta boyunca, her gün aynı sokakta yürüdü. Belki bir gün, o çiçekçi kızı tekrar bulur ve bir kez daha gözlerinin içine bakar diye düşündü. Ama her geçişinde, o anı, o kırmızı karanfili bir türlü bulamadı.

 

 

---

 

O gün akşam, mesai bitimi geldiğinde, hastanenin acil servisine bir çocuk getirildi. Çocuk, neredeyse bayılacak gibi görünüyordu; cildi solgun, yüzü ter içinde. Yanında ağlayan bir genç kız vardı. Fidan…

 

Ömer, aniden şok oldu. Gözleri, ilk defa bir tanıdığına odaklanmıştı. Fidan’ı tanıdı, ama onu burada, hastanede görmek, hiç beklemediği bir şeydi. Fidan, soluğunu zor alıyordu.

 

“Ne oldu?” dedi Ömer, hemen çocuğa yönelerek, gözlerini ondan ayırmadan. Fidan, derin bir nefes alıp, “Kardeşim... Murat... Ateşi çok yükseldi. Nefes almakta zorlanıyor.” dedi, sesi titreyerek.

 

Ömer, hızla Murat’ın durumunu inceledi. Çocuğun durumu çok ciddiydi. Kendisini profesyonel olarak hemen tedaviye koysa da, içinde başka bir şey vardı. Fidan’ın gözleri, onu bu kadar içten etkileyebilecek kadar çok şey taşıyordu. Fidan, kollarında küçük bir hayat taşırken, kendi hayatını hep geride bırakmış gibiydi. Kardeşine yardım etmek, onun için her şeydi. Kendi rüyalarını, umutlarını bir kenara bırakıp, sadece Murat’ın iyileşmesi için savaş veriyordu.

 

Fidan, derin bir nefes aldı. “Teşekkür ederim,” dedi, gözleri dolu dolu. “Siz, doktor musunuz?”

 

Ömer, sert bir şekilde gülümsedi. “Evet. Ama bazen, bir insanı kurtarmak, sadece bir doktor olmayı gerektirmez.” dedi, gözleri Fidan’a kayarak.

 

Birazdan, Murat’ın durumu stabil hale geldi. Ömer, tedaviye devam ederken, Fidan’ı başka bir odada yalnız bırakmayı uygun gördü. Fidan, hala şaşkın bir şekilde Ömer’in yardımını kabul etmenin ötesinde, onunla konuşacak, derdini paylaşacak bir şey bulamıyordu. Yalnızca sessizce bekledi.

 

 

---

 

O akşam, Ömer’in evinde ailesi onu bekliyordu. Zerrin Hanım, mutfakta yemek hazırlarken, Mustafa Ali Bey’in sert bakışları odada gezinip duruyordu. Ömer içeri girdiğinde, babasının gözlerinde soğuk bir temizlik vardı. Zerrin Hanım, klasik bir hanımefendi edasıyla ona bir tebessümle yaklaştı, ama içindeki korku her halinden belli oluyordu. Mustafa Ali Bey’in gözleri, adeta işaret bekler gibiydi.

 

“Ömer, İstanbul’a geldik, ama burada kalmanı istiyoruz,” dedi Mustafa Ali Bey, sesinde bir otorite vardı. “Senin için daha uygun bir hayat var burada. Artık seni bu küçük hastanede görmek istemiyoruz. Bizim dünyamızda çok daha büyük işler seni bekliyor.”

 

Ömer, babasının bu lafı karşısında öfkesini içten içe hissetti. “Ama ben ne istiyorum, baba?” dedi. Sesinde yükselen bir tını vardı. “Benim istediğim bir hayat yok mu? Benim de hayallerim var! Bu hayat tam da bana göre. Ben senin işlerinin başına geçmeyeceğim baba, sizin ne iş yaptığınız belli."

 

Mustafa Ali Bey, sert bir şekilde omuzlarını silkti. “Hayallerin bizi geçemez, oğlum. Bu senin yerin değil. Bizim işimiz, senin geleceğini güvenceye almak. Kendi işini değil, bizim işimizi yapmalısın!”

 

Zerrin Hanım, kocasıyla oğlu arasında geçen bu gerilimde sessiz kaldı. İçindeki korku, her kelimede biraz daha artıyordu. Mustafa Ali Bey’in sesi arttıkça, Zerrin Hanım’ın bedeni daha da küçülüyordu.

 

Ömer, artık dayanamayacak noktaya gelmişti. “Bundan sonra ne olursa olsun, kendi yolumu seçeceğim,” dedi, sertçe. “Ve bundan sonra bu evde ya siz kalırsınız yada ben.” Ömer, kollarını katlayarak odadan çıktı. Arkasında, annesinin çaresiz bakışlarını bırakarak, dışarı doğru adımını attı.

 

Bunun, sadece bir başlangıç olduğunun farkındaydı.

 

Ömer, sabahın erken saatlerinde uyanmıştı. Gözleri hâlâ uykusuzdu; geçen geceki olaylar, kafasında dönüp duruyordu. Sabahın serinliğinde, yatağından kalkıp pencereye doğru adım attı. İstanbul’un sabah manzarası, dünün karanlığını sarmış, şehri bir umut gibi sarmalayan bir gri örtüyle kaplamıştı. Yağmurun izleri hala sokaklarda taze duruyordu, ama bu sabah hava daha sakin, daha soğuktu.

 

Bugün, hastaneye gitmek için sabah kahvaltısını dahi yapmadan hazırlanmayı tercih etti. Onun için kahvaltı, hiçbir anlam taşımıyordu. Ailesinin huzursuzluğu, babasının sert bakışları, annesinin sessizliği, hepsi bir ağırlık gibi ruhunda ağırlaşıyordu. Bir çırpıda giyindi, gömleğini düzeltti, şapkasını taktı. Yavaşça kapıyı açtı, evin içinde sessizliğe gömülen sabahı terk etti.

 

Mustafa Ali Bey, kahvaltı masasında sessizce oturuyordu. Gözleri hâlâ oğlunun kararlarına kızgındı, ama her zamanki gibi bir şey söylemeden durdu. Ömer, odadan çıkarken babasının sözlerini duydu.

 

“Bir gün, kendi yolunu seçmenin bedelini ödeyeceksin,” dedi Mustafa Ali Bey, sesi derin ve soğuktu. “Sana verdiğimiz her şeyin karşılığını vermek zorunda kalacaksın, oğlum.”

 

Ömer, bir an duraksadı. Babasının tehditkar ses tonuna alışkındı, ancak bugün onun söyledikleri daha soğuk, daha karamsar geliyordu. Başını çevirmeden sadece omuzunun üzerinden bir kez bakarak, “Bilmiyorum,” dedi. Sonra başını sallayarak, evin kapısını arkasında kapattı ve dışarıya doğru adım attı.

 

Havanın nemli serinliği, sabahın ilk ışıklarıyla birleşerek yüzünü okşadı. Şemsiyesini açtı ve faytona yöneldi. At, sabahın sessizliğinde, yavaşça ilerlerken, Ömer’in aklı hâlâ dün akşamki tartışmada kalmıştı. Babasının hırsı, annesinin korkuları ve kendi içinde büyüyen isyan… Ömer, her bir adımında, bu şehri biraz daha terk ettiğini hissediyordu. Bir an, içindeki boşluğu daha derin hissetti.

 

Faytonla giderken, bir sokak köşesine geldi. O sokağın önünden geçerken, geçmişin gölgeleri onu sardı. Yağmurlu bir akşamda, o kızla karşılaşmıştı. Kırmızı karanfilin kokusu hâlâ burnundaydı. Fidan’ı düşündü. O anın güzelliği, şehrin karanlığında kaybolmuştu, ama Fidan’ın gözlerindeki hüzün, içindeki kaybolmuş umudu anlatıyordu . O kırmızı karanfil, hiç unutamayacağı bir anının simgesi olmuştu.

 

O sokakta, geçmişin yansıması gibi, Fidan’ın varlığını hissedebiliyordu. Ömer, yavaşça fayton dan inip birkaç adım atarken, bir an için, sadece bir an için, o anı tekrar yaşamak istedi.O an, sanki zaman durdu. Sadece Fidan’ın gözleri ve kırmızı karanfili kalmıştı.

 

Bir fısıltı gibi, o anı unuturken, Ömer, İstanbul’un sokaklarında kaybolmaya devam etti.

 

Ömer hastaneye adım attığında, zaman sanki biraz yavaşlamış gibiydi. Hastane koridorları, sabahın sessizliğinde yankılanan adımlarından başka hiçbir sesle dolmuyordu., Fidan’ın gözlerinin ve kırmızı karanfilin düşüncelerinde kaybolmuştu. O an, sanki İstanbul’un o soğuk sabahında hastane odalarına girerken, içinde bir umut ışığı vardı; belki, belki bugün onu görebilecekti

 

Fidan’ı görebilmek bir takıntı halini almıştı.isminin fidan olduğunu dungece hasta yakın bilgilerinde öğrenmişti, Dün akşam acile gelen çocuğun, gözyaşları içinde yardım isteyen o genç kızın kim olduğunu öğrenmek istiyordu. Belki de, belki o da o sokaktandı, belki aynı karanfilin kokusunu paylaşıyordu.

 

Ömer, başından geçenlerin etkisinden kurtulamadan, hızla acil servis bölümüne yöneldi. Hızlı adımlarla hastanenin arka koridorlarında ilerlerken, bir yandan içerideki hasta odalarının kapılarını kontrol ediyordu. Ne var ki, dün akşamki çocuğun odasına girdiğinde, oda boştu. Üstü örtülmemiş yatak, pencereden sızan sabah ışığıyla sanki daha solgundu. Çocuğun, Fidan’ın orada olacağı umuduyla girdikleri odada, tek bir iz bile kalmamıştı.

 

Yüzündeki hayal kırıklığı, onu daha da ağırlaştırmıştı. Fidan’ın burada olup olmadığını bilemeyecekti. Ama öylesine güçlü bir içsel his vardı ki, o da bu odada bir zamanlar var olmuştu. Ne yazık ki, bu umut da kaybolmuştu. Ömer odanın kapısını kapatıp, kafasında dolanan karamsar düşüncelerle dışarı çıktı.

 

Bir süre sonra, yakın arkadaşı Halil’i buldu. Halil, hastanedeki en yakın dostuydu. Halil ile üniversiteyi beraber okudu, Yıllardır birlikte çalışıyorlardı ve birbirlerine duydukları güven, arkadaşlıklarının temelini atmıştı. Halil, başını eğerek Ömer’i gördü. Yüzünde, onun hâlini görmüş bir dostun anlayışı vardı.

 

“Ömer, ne oldu? O çocuk… Hangi çocuk?” dedi Halil, sesi normalden daha yumuşak, sanki biraz da üzgündü.

 

Ömer, sessizce başını salladı. “O çocuk ve ablası… Onlar nereye gittiler, Halil? Hangi odalarına aldınız?”

 

Halil biraz tereddütle cevap verdi. “Ömer, çocuk ve ablası hastanede kaldı ama… Onların durumu yoktu. Yani, çok zor durumdalar. Buranın şartları onların kalmalarına izin vermedi. Gittiler…”

 

Ömer’in içinde bir boşluk hissetti. O kadar kısa bir cümleydi ama içinde o kadar çok şey saklıydı ki. Fidan’ın gözlerindeki acı, çocuğun yaralı hali ve ikisinin de bu hastaneye nasıl bir umutla geldikleri… Hepsi birer kaybolan iz gibi havada uçuşuyordu.

 

“Gittiler mi?” Ömer’in sesi titredi. “Nereye gittiler? Kimse onlara yardımcı olmadı mı?”

 

Halil, omuzlarını silkti. “Bazen, burada kalmak bile yetmiyor, Ömer. Bu hastane herkes için değil. Onlar gitmek zorunda kaldılar. Ama eminim, başka bir yerde tedavi olacaklardır.”

 

Ömer, bir an için hiçbir şey söylemeden Halil’e bakarak başını salladı. Bütün o anı bir hayalet gibi hissetti. Fidan, hala kayıptı ve her geçen dakika onun için bir adım daha uzaklaşmak anlamına geliyordu. Kendi ruhunda, bu hikayenin sonu olamayacağını, bir şekilde bu kaybolan izlerin peşinden gitmeye devam etmesi gerektiğini biliyordu.

 

Ama bu hastane, her geçen dakikada, onun karanlık sularına doğru daha da derinleşiyordu.

 

 

Bölüm Sonu....

 

Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin. İyi okumalar🌸

Bölüm : 08.12.2024 04:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Handan Taş / 'KAYIP MEKTUP' / 1. Bölüm
Handan Taş
"KAYIP MEKTUP"

22 Okunma

5 Oy

0 Takip
2
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...