@harbidengerek
|
1. BÖLÜM ÖLÜMÜN SICAK KOLLARI Hatırlıyorum, evin bodrumundaydım, çırılçıplak. Galiba on yaşımdayken, ah evet, annem karşımda bana, içinden ne hissettiği okunan gözleri ile bakıyor. Gözleri bana: "Öl, öl artık! Neden ölmüyorsun?" diyerek bağırıyordu adeta. Aralık ayındaydık, hava sıfır dereceden biraz yüksekti. Normalde donması gereken ben, adrenalin ve korku eşliğinde yanıyordum. Gerçi bu sürekli olan bir his değil miydi sanki? İnsanların olduğu her yer yangın yeriydi. Ayakkabılarım erimiş, ayaklarımın altı yanıyordu. Eskiden acıtırdı; şimdi ise şu kemer bile acıtmıyor. Ben bunları düşünürken annem bana bağırmaya devam ediyordu: "Neden, neden normal değilsin? Şeytan girmiş içine, ya oradan çıkarsın ya da seni öldürür, öyle çıkartırım!" Ondan sonra bayılmışım. Komşular polisi aramış; köye rezil olmamak için amire rüşvet vermişler ve normalde yurda gitmem gerekirken evde kalmışım. Ah evet, orada bir tane daha var. Bu ise babam: bir maden işçisi, neredeyse 2 metre bir adamdı. Kasları madende kazma sallamaktan dolayı çok gelişmiş, nasırlı elleri bir boğayı devirebilecek kadar güçlüydü. Siyah, büyük gözlerinden her gün ateş fışkırır, uzun kalın kirpikleri ve siyah, adeta kömüre benzeyen üç santimlik kaşları ona bakınca bir yük gibi üzerine bindirirdi. Saçları baret giymekten yıpranmış, çoğu dökülmüş, kalan ufaklar hâlâ kazıkmışçasına saplanmış duruyordu. Dişleri bir kaplanınkine benzercesine keskin, süt kadar beyazdı. Annem 14 yaşındayken onunla evlenmiş, daha ona onun kaç yaşında olduğunu sormaya cesaret edemedim. Her neyse, bir gün ödev yaparken geldi başıma. Çok sevdiğim öğretmenim Ayça öğretmenin dersindendi bu ödev. Ah, Ayça öğretmenim... Sarı saçları altın gibi parlar, gözleri birer okyanus, gül kırmızısı dudaklarıyla her bir sözcük söylediğinde bir bülbül edasıyla ses çıkarırdı. Her çıkardığı ses kulaklarım yerine kalbime girer, onu daha da yüceltirdi gözümde. Ah, aptal insanlar bir keresinde onun müdürle olduğu iddiasıyla adını çıkarmışlardı. Neymiş, o tatlı, melek insan müdürle ilişki içindeymiş. Bir kere, onun gibi bir kadının bizim dazlak müdürle alakası yoktu; aralarında dağlar kadar fark vardı. O gün çıktım ve aynen bunları söyledim. İşte hikaye de burada birleşiyor. Önce müdürden dayak yemiştim. Babam yoldan geçerken olanları köylüden duymuş. Diyorum ya, ah bu insanlar; dedikodu ve lafcılıktan başka bildikleri bir şey yok. O günü size anlatırsam bu hayata lanet edersiniz ve benim gibi intihara yolunuz düşer. Size son birkaç lafım daha var. Benden bıkmasanız iyi edersiniz çünkü bunlar benim son sözlerimdir: Diyebilirsiniz ki "Bunlar intihar için geçerli neden değil, neden olsa dahi sonucu intihar olmamalı." Bunu diyecek olursanız size şunu anlatırım. Gece 3 suları idi, sokakta: kara kediler, Azrail ve ben vardım. Sanırım 13 yaşımdaydım. Ebeveynlerim, "Eve para getirmem," için beni sokağa salmış; "Para getirmezsen, sen de gelme," demişti. Kesinlikle eve bir şeyler götürmem gerekliydi, yoksa bir evsiz olur ve Ayça öğretmenin gözünde düşerdim. İşte bu motivasyonla yapabilecek bir şeyler aramaya başlamıştım. Bir sokağa girdiğimde bir binadan çıkan onlarca adam gördüm. Sanırım fabrikadan çıkan vardiyalı işçilerdi. Her birinin üzerinde kunduz derisi, kalitesiz, alt sokaktaki dükkandan alınma paltolar vardı. Renk renk paltolar ile aceleyle evine giden adamlar bir an bana bahar zamanı gökkuşağını hatırlattı. Ama farklı bir şey vardı; ilkbaharda her şey gülerdi, yani bana öyle öğrettiler. Buralarda fazla bahar olmaz. Bu adamlarınsa suratları asık ve ellerinde maaş çekleri vardı. Bir an düşündüm. Evet, Ayça öğretmen hırsızlık kötü bir şey demişti ama bu ölüm kalım meselesiydi. Onun gözüne girmek için yavru kedilerimi bile öldürür, kürklerini satardım. Gerçi çok moda değil bu günlerde sanırım, yoksa babam zaten satardı. Adamlar uzaklaşırken birini gözüme kestirdim. Koşarak yaklaştım. Adam, kısa bıyıklı, kafasında fötr tarzı şapka olan, soğuktan burnundaki kıllar donmuş birisiydi. Tam maaş çekini çalıp kaçacakken, güçlü, babamınkinin yarısı (ki onunkiler fazla büyüktü) elleriyle beni tuttu ve bir kenara attı. Tam kafamı kaldırdığımda yüzümün ortasına bir tekme yedim. Biraz sonra "sanıyordum ki" uyandım. Ne fark ettim dersiniz? Saat 5, tam 2 saat, dondurucu soğukta kanlar içinde yatıyordum. Gerçi kanım bile sıcak değildi artık; "kanım dondu" kelimesinin tam anlamıydım. Derime yapışmış kanları sökmek tekmeden daha çok acıtıyordu. Her kan buzulunu çektiğimde bir parça deri ile beraber geliyordu; adeta lime lime oluyordum. En son bu vahşetten vazgeçtim ve sokakta dolanmaya başladım. Tahminen güneş doğarken bir ses duydum; bir adam, Ayça öğretmenin anlattığı şu filozoflara benziyordu: "Gel," dedi bana, "gel." Şaşırmama rağmen yanına gittim, beni bir yere götürdü. Ona seslenmeyi denedim: "Bayım, bayım!" ama o da beni duymuyordu, diğer herkes gibi. O beni görmezden gelirken iyice inceledim onu: Saçı kahverenginin siyah tonlarında, sakalı ne çok uzun ne de kirli sakal; elbisesi beyaz kumaş üzerine geçirilmiş bir kemer. Kemerin üzerine "Olympos" adı işlenmiş kahverengi deri bir kemerdi. "Dilerim altında iç çamaşırı vardır," dedim. Biraz böyle yürüdükten sonra bir duvarın önünde durduk. Elini havaya kaldırdı ve bağırdı: "De omnibus dubitandum!" |
0% |