@harbidengerek
|
O KIZ (Bölüm 1) Uyandığımda Olimpos'taydım, yüzüm yanıyordu. Acaba bu, güneş yüzünden miydi yoksa annemin yüzüme döktüğü kaynar su yüzünden mi? Ayağa kalkıp etrafta dolaşmaya başladım. Toprak zemine bastıkça çıplak, altı nasır tutmuş, derisi kemiğe yapışmış ayağıma taşlar batıyordu. Normalde asfaltta yürüyünce sorun olmazdı veya mermerde şikâyet etmezdim ama bu toprak zemin canımı acıtıyordu. Alışık olduğum tozlu bodrum havasının aksine gayet temiz ve oksijen açısından zengin bir hava vardı. Ciğerlerim bunu kaldıramamış olacak ki aniden öksürmeye başladım. Geniş taş ve tahtadan binaları olan, binaların önünde tahtadan stantlar bulunan ve stantlarda takıdan tutun ete, kumaştan buğdaya her şeyin olduğu, yığınla insanın bulunduğu ama gayet sessiz bir ortamda öksürüyordum. Canım çıkıyormuşçasına öksürüyordum; ciğerlerim, daha fazla bu aciz, bahtı kara, çirkin, gelişmemiş bedende kalmak istemeyip isyan etmiş ve boğazımdan yukarı çıkmaya çalışıyormuş gibiydi. Birden ellerime baktığımda kan içinde olduklarını fark ettim ve etrafa bağırmaya başladım. Sanırım, en çok cesaretlenip hayata bağlanmaya çalıştığım andı. Daha önce de ciğerlerim kanardı ama bu kez bir cesaret vardı içimde, yaşama isteği damarlarımı doldurmuştu ve var gücümle bağırıyordum ama yine kimse duymadı işte... Gözlerim ayın ışığıyla doldu. Gözlerim aralandığında yerde kanlar içinde yatıyordum, etrafımda sokak köpekleri vardı; yere akan tüm kanı içip yaralarımı yalıyorlardı, sanki "ölü bir bedenmişim gibi." Hızlıca ayağa kalkmaya çalıştım ama kan kaybından dolayı eklemlerim tutmuyordu. Sokak köpekleri hareketlendiğimi fark edip kaçmışlardı. Ahh, yavrucaklar! Kaçtıktan sonra benim aslında hareket edemediğimi ve beni yiyebileceklerini öğrenselerdi, ne üzülürlerdi. Ben bunu düşünürken karşıdan bir adam gördüm. Beyaz, uzun sakallı, saçları aynı şekilde beyaz ve kısa, kaslı ve yine nevresim takımı tarzı beyaz bir paçavra giymiş bir adamdı. Belindeki geniş, demir tokalı deri kemerde Olimpos yazılıydı. Beni yavaşça yerden kucakladı ve tahta, sert bir tezgâha yatırdı. Cebinden çıkardığı cam, küçük bir şişedeki kırmızı sıvıyı ağzıma götürdü ve yanaklarımı çekerek ağzımı açtırdı. Bu sıvı şekerliydi sanırım ki, "şehadet şerbeti" deyiminin gerçek hali bu olsa gerekti; çünkü içer içmez bayılmışım. Uyandığımda üstümdeki çatı, benim hapishaneminki değildi, başka bir yerdeydim. Buranın çatısı mermerdi. Kafamı kaldırdım; ipekten, mor, altın varaklı, neredeyse bir seksen beş boylarında bir koltukta uzanıyordum. Her yer süslü sütunlar, tablolar, heykellerle doluydu. Üzerimde yine ipekten kırmızı bir örtü vardı ve evet, bu gayet gerekliydi; çünkü oda adeta içine kar yağmış gibi soğuktu, insanın dişleri takırdıyordu yahu. O sırada içeri, beyaz ve siyah kumaştan, göğüs dekolteli ve yere değen tarafı fırfırlı, geniş etekli, kafasında tavus kuşunu andıran bir taç taşıyan bir hanımefendi girdi. Sarı saçları bir buğday tarlası, gözleri birer okyanus olan bu hanımefendi, bana yaklaşarak önce eteğinin iki yanından tuttu ve eteği ayak bileklerinin biraz üzerine kaldırırken aynı anda bana doğru gövdesini eğdi. Ah evet, bu o kızda gördüğüm şeydi. Ne zaman hatırlamıyorum ama yine eve para getirmeye zorlanıp dışarı atılmıştım. Hava eksilerdeydi ve kar yağıyordu. Gökyüzü bana gülermişçesine bakıyordu; hilal ve yanında iki yıldız vardı. Ben de ona gülümsedim; sonuçta bana gülerek bakıyordu. Ya da belki üzerimdeki yırtık kıyafete ve üzerine para kazanmak için yazdığım: "Engelliyim, lütfen biraz parayı bana çok görmeyin" yazısına gülüyordu ama pesimist olmaya gerek yoktu, değil mi? Sonuçta kütüphanede okuduğum Polyanna da çok acılar yaşamış ve hep gülmüştü. Onun acıları böyle geçiyordu ve sonunda tekrar yürüyebiliyordu. Belki ben de bir gün çok zengin olur ve tüm servetimi anneme vererek ondan biraz sevgi satın alırdım. Bana acınasıymışım gibi bakmayın; sevgi manevi olsa bile annem için gayet maddiydi. Hatta birkaç sınıf arkadaşımdan annemin erkeklere para ile "sevgi" sattığını duymuştum ve bunu ona sorduğumda bana, bunu babama söylersem beni öldüreceğini söyledi ve ağzımı bantlayıp bodruma kilitledi. Sebebini bilmiyorum. Her neyse, işte o gece gök bana gülümserken tuğla bir binaya yaslandım. Üzerime kar yağıyordu. Derken karşımda bir kız belirdi; ay ışığında kahverenginin en güzel tonu görünüyordu. Ah, ve o gözler... hayatımda gördüğüm en güzel kahverengi gözlerdi. Gözlerinin aksine teni ay ile aynı renkti. Kafasında pembe bir bere, boynunda bir atkı, kabarık bir mont, ayaklarında ise üzerinde "Farby" yazan çizmeler vardı. Yüzüme bakıyordu ama hiç nefret veya acıma olmaksızın. Bana eldivenli elini uzattı ama ben yavaşça: "Tutamam, kirlenir; ben temiz değilim," dedim. Beni dinlemedi, elimi tutup ayağa kaldırdı. Önümde montunu tutarak selam verdi ve tam bir şey söyleyecekken oradan babası olduğunu düşündüğüm bir adam: "Yaren! Neredesin?" diye bağırdı. Bizi görünce koşarak buraya geldi, sanırım kızı kaçırmaya çalıştığımı düşündü ki bana okkalı bir tokat attı. Kafamı tuğla duvara vurdum, sağ yanağımda ise çok kötü bir sızı vardı. Ağzımın içinden kanlar akıyordu. Birkaç diş tükürdüm. Aaaah! Bunlar en sevdiğim dişlerdi, bunları çıkarmak için günlerce ağrı çekmiştim. O anda kız babasına bağırmaya başladı: "Baba, o bir şey yapmadı, ben ona elimi uzattım. Nasıl vurursun ona?" Kulaklarım bir bülbül mü duyuyordu yoksa bu kız mıydı bağıran? Babası kızı dinleyince bana kötü bir bakış attı ve önüme bir lira fırlattı. Kızına bakarak: "Hadi, gidiyoruz," dedi. Bu hanımefendinin duruşu onu anımsattı bana.
|
0% |