Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1-Dönüm Noktası

@havva_nrr

O sabah gözlerimi açmayıp uykunun derinliklerinde hapsolmak ve bir daha uyanmamayı dilerdim.

Ama maalesef öyle olmadı.

Sabah gözlerimi çığlık sesiyle açtım. Ne olduğuna anlam veremeyerek hızla yatağımda doğruldum. Çığlık sesleri ardı ardına sıralanıyordu. Göğsümde korkunun en saf halinin uyandığını hissedebiliyordum. Bir kaç saniye sonra çığlıkların sesinin mutfaktan geldiğini kavrayabilmiştim. Yataktan kalkarken yorganımı fırlattım. Bu sesi tanımıştım; annemin sesiydi. Koşarak kapıları sertçe açıp mutfağın kapısının önüne doğru ilerledim. Bir yandan korkumu dizginlemeye çalışıyordum. Tabii, başarlı olup olmadığım muamma. Kapının önüne yaklaşınca içeri bakmaya cesaretim yetmedi. Kapının arkasında, tam yanında duruyordum. Kalbim yerinden fırlayacakmışcasına atıyordu. Bacağıma bağlı olan hançeri çıkarttım ve havaya kaldırdım. Anneme bir şey olmamış olması için dua ediyordum. Çığlık sesleri durmuştu. Elimde havaya kaldırdığım hançeri sıkıca kavradım. Derin bir nefes alıp kapıdan içeri bakmamla beraber ruhumun sanki bedenimden çekildiğini hissettim. Yerde annem ve babamın cansız ve kanlar içinde yatan bedenini gören gözlerim gördüklerini inkar etmeye çalışıyordu. Gözlerim acımaya başladı, gözyaşları dolup serbest kaldı. Bedenimin her yeri uyuşmuş ve acı içindeydi. En belirgin acıyan yeri kalbimdi. Olduğum yerde çakılmış, duruyordum. Hareket edemiyordum, gördüklerim beni buraya zincirlemişti. İnanamıyordum çünkü inanmak istemiyordum. Beynim inkar ediyordu, beynim gözlerime inanmıyordu çünkü kalbim bunu istemiyordu.

Ailem kanlar içinde yerde yatıyorlardı. Ölmüşlerdi.

Mutfak kanlar içindeydi. Gözlerim yere, kanların üstüne kilitlenmişti. Akan kanlar durmamış, ayaklarıma kadar gelmişlerdi. Ailemin cansız bedenlerine bakıyordum. Elimdeki hançeri boğazıma saplayıp vücudumdaki kanlarımın onların kanlarıyla birleşmesini istedim. Yapamadım. Şoktaydım ve hareket edemiyor, konuşamıyordum. Sadece gözlerim konuşuyordu, olanları görüp çığlıklar atıyorlardı. Yaşayan bir ölüye dönmüştüm adeta ve bu kısacık bir anda olmuştu. Gördüklerimi idrak edemiyordum. Yanlarına gitmek istedim, sarılıp "uyansanıza, neden yerde böyle yatıyorsunuz?" Demek istedim. Ama yapamadım. Olduğum yerde öylece duruyor ve önümdeki vahşete bakıyordum.

En son duyduğum ses, elimden yere düşen hançerimin metalik ve tiz sesiydi. Aklımda sadece bir düşünce varken bilincimi yitirmiştim; yerdeki kanlar, ailemin kanlarıydı ve ben onların arasında boğulmuştum.

Gözlerimi açtığımda berbat hissediyordum. Nerede olduğumu ve neden burada olduğumu bilmiyordum. Gözlerimi bu tanıyamadığım yerde gezdirmeye başlayınca neler olduğu aklımın en ücra köşesinde belirmişti, hatırlamıştım. Aklımı yitirip de hatırlamasaydım keşke. Gözlerimi sıkıca kapattım. Gözyaşlarım tekrar akmaya başlamıştı ve bir daha kesileceklerini sanmıyordum. Gözümü açmak istemedim çünkü bu iğrenç hayata bu gözlerle bakmak istemiyordum. Göz kapaklarımın bana sağladığı karanlığın içindeyken düşündüm. Ailem, sırdaşlarım, en yakınlarım, koruyucu meleklerim, herşeylerim artık yanımda değillerdi. Gözlerimin bile inkar ettiği görüntünün detaylarını hatırlamaya başladım. Boğazları vahşice kesilmişti. Bunu düşününce dudağımı sertçe ısırdım. Kendimi tutamayıp hıçkırıklara boğuldum. Güçlü davranamazdım, böyle bir durumda bunu düşünemezdim dahi. Sadece yaşadıklarım bir kabus olsun istedim ama değildi, bunu biliyordum ve bilmekte canımı yakıyordu.

"Yapayalnızım."

Dudaklarımın arasından fısıltıyla çıkan bu kelime durumun en kısa özetiydi. Hayatın gerçeklerini görmek istemeyip kapattığım gözlerimi açtım. Yerimde doğrulmaya çalışırken bedenim ağrıyordu. Kaskatı kesilmiştim. Oturur pozisyon aldığımda hissiz bir şekilde duvarla bakışmaya başladım. Kim bilir, belkide yaşadıklarımı idrak etmeye çalışıyordum. Tekrar ağlamaya başlamıştım ama bu sefer tüm bedenim ağlıyordu sanki. Bağırıyordum ama dışa vermiyordum sesimi. İçim kan ağlıyordu ama dışıma yansıtamıyordum bu sahneyi. Kaybolmuştum. Karanlığın içine hapsolmuş, zincirlere vurulmuştum. Ruhum dar ağacında sallanıyordu sanki ve o hançerler ipi değil, benim boğazımı hedef almıştı.

Sonradan farkettim. Bitik durumdaydım. Aklıma bana hep tavsiye veren babam geldi. Onun ilaç gibi olan sözlerini hatırladım. 14 yaşımdayken dediklerini dün gibi hatırladığımı farkedince buruk bir şekilde gülümsedim. O her zaman en yaralı anımda baş ucumda biterdi. Yaralarım hiç bitmesin isterdim çünkü onun yanımda olacağını bilirdim. Eğer kanadı kırık bir kuş iyileşirse serbest bırakmak istenilir. Ben istemezdim.

Odamda tek başıma ağlarken babam gelmişti. Beni ağlarken görmesinden nefret ediyordum ama bir şekilde hissedip hep yanıma geliyordu ve görüyordu. Bu yaptığına her seferinde şaşırırdım. Yine ağlarken kapım çalınmıştı ama bu sefer "gir" dememiştim. Gelmesini istemiyordum. Aslında içten içe gelip bana sarılmasını istemiyor değildim ama bunu inkar etmekte ısrarcıydım.

Kapı açılmış ve arkasından beni ağlarken gördüğü için şaşıran babam çıkmıştı. Ağlamam binevi geçmişti aslında ama her yönden bakınca ağladığımın belli olduğuna adım kadar emindim. Hemen yanıma yaklaşıp yatağıma oturdu. Ellerimi büyük elleriyle sıkıca sardı. Bu yumuşak hareketleri içimin ısınmasına sebep oluyordu.

"Neden ağlıyorsun, güzel kızım?"

Tüm şefkatiyle konuşmuştu. Sesi huzur doluydu. Onun ağzından çıkan her kelime içime su serpiyordu sanki. Burukça gülümsedim ve benim ellerimi saran koca ellerine baktım. İçimdeki endişeyi onunla paylaşmak istiyordum

"Ya bir gün sizi kaybedersem, baba? Biliyorsun, bu iki krallık her an savaş başlatabilir. Ben.. ben korkuyorum."

Dediklerimi duyunca gülümsedi. Ah, bu gülümsemesi yok muydu... Böyle gülümseyince daha da ağlayasım geliyordu ama kendimi tuttum. Bana bu sefer ne diyeceğini merakla beklemeye koyuldum. Konuşmasına başlamadan önce ellerimi hafifçe sıktı. Sanki beni anladığını söylüyormuş gibiydi.

"Eğer bir gün, olur da bizi yitirirsen sakın korkma. Bu demek oluyor ki, artık kendi ayaklarının üstünde durma vakti. Savaşçı kızımın bunla da başa çıkacağını biliyorum. Evet, zor olabilir ama bu senin için bir imtihan ve yeni bir başlangıç olacak. Ayrıca bana güven, ben erken ölmem. Senin dağ gibi babanı kim indirebilir ki?"

Dediklerine kendisi güldü ve beni kendisine çekip sıkıca sarıldı. Kollarımı onun kocaman sırtına doladım. Gözlerim yine bana ihanet edip dolmaya başlamıştı. Başımı okşayıp, öptü. Dedikleri içime ve beynime işlemişti. Kendime babamın bu söylediklerini asla unutmayacağıma söz vermiştim.

Evet, diye düşündüm. Üzerinden 4 sene geçmişti ve ben sözümü tutmuştum. Dün gibi hatırlıyordum bu anı. Kulaklarımda babamın sesi tekrar ediyordu. Sesindeki huzurun içimdeki üzüntüyü yok etmesini istedim. Ama öyle bir şey mümkün değildi. Babamın dediğine göre vakit, kendi ayaklarımın üstünde durma vaktiydi. Ama ben bunu yapabileceğimi düşünmüyordum. Aksine tam bir yıkılma anımdaydım. Şuan kendimi hissedebildiğim kadar kötü hissediyordum. Bu ruh halinden hiç çıkamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Beynimin içinde uzak bir yerlerde bunun doğru olmadığını iddia eden düşünceler vardı.

Gözlerimi sonunda karşımda ki kalbim kadar boş olan duvardan ayırdım ve etrafta gezindirmeye başladım. Burası tanıdık geliyordu. Komşumuzun evi diye düşündüm. Evet, burası komşumuzun eviydi. Buraya bir kaç kez gelmeme rağmen iyi hatırlıyordum. Lydisa krallığında ki evleri birbirinden ayırt etmek zor bir durumdu. bizim yaşadığımız kısımdaki evlerin dekorları bile birbirleriyle aynıydı. Yine de hepsinin farklı bir havası vardı. Bazıları çok yabancı gelirken bazıları ise ev hissiyatı veriyordu. Bunun içindeki insanlardan kaynaklandığını biliyordum.

Farklı şeyler düşünmeye çalışıyordum ama aklıma hep ailemin yerde yatan cansız bedenleri geliyordu. Ellerimle kafamı tuttum, saçlarımı istemsiz olarak çekmeye başlamıştım. Kim yapmıştı bunu? Hangi şeref yoksunu insan bana bunu yaşatmıştı? Neden beni de öldürmemişti, neden? Aklıma birden bin bir türlü sorular dolmaya başladı. Bir sürü soru vardı ama hiç birisinin cevabı yoktu.

Birden içimde korkudan, acıdan farklı bir duygu belirdi: nefret. Herkesten, herşeyden nefret ediyordum. En başta da kendimden ve korkaklığımdan. Belki de mutfağın kapısının ardında beklemeyip içeri dalsaydım aileme bunu yapanın kim olduğunu görebilirdim. Belki de lanet olası uykumdan erken uyansaydım onları kurtarabilirdim. Annem bas bas bağırırken lanet olasıca komşular neredeydi peki? Hiç kimse gelmemişti.

İçimden herkese tek tek lanet yağdırırken gözümü önümdeki ellerime dikmiştim.

Evin içinden, gelen sesle dikkatim dağıldı. Bakışlarımı, odanın kapısına doğru gelen adım seslerine diktim. Kim gelip kurtaracaktı acaba beni, yalnızlık hissinden? Tabii ki kimse. Ben daha kendime teselli olamazken başkası mı ellerimi tutacaktı? Kapının arkasındaki kişinin İçeri girmesini bekliyordum. Kapının arkasında olduğunu biliyordum çünkü adım sesleri en son orda kesilmişti. Belki de benim gibi yıkık bir enkazla konuşmaya hazırlanıyordu, içeri girmeden önce. Kendi kendime hafifçe güldüm bunu düşününce. Dışım gülüyordu belki ama içimde mutluluktan eser yoktu.

İçeri komşumuzun kızı olan, beryl girdi. Bu kızı herkes çok beğenirdi. Gözlerinin rengi mavimsi yeşildi. Gözlerine bir kez bakanlar tekrar bakıyordu, büyüleyici rengine insanların kendini kaptırmasını oldukça doğal karşılardım. Saçları kumraldı ve beline kadar uzanıyordu. Kısacası güzeldi. Küçük bir burnu, burnunun üstünde çilleri vardı. dudakları yok denecek gibiydi ama bu kusur değildi. En azından ben öyle düşünüyordum. Ona çok yakışıyordu. Yüzündeki her bir detay onu kendisi yapıyordu. Ayrıca Gözleri kocamandı. Şuanda da bana o koca gözleriyle acıyarak bakıyordu. Elindeki tepsiye göz attım. Bir kase çorba vardı. Çorbanın içimdeki soğukluğu ısıtacağını düşünüyorsa çok yanılıyordu.

Yaklaşıp yandaki sehpalardan bir tanesine uzanıp yanıma doğru çekiştirdi. Tepsiyi sehpanın üzerine koydu ve yatakta bacaklarımın yanına oturdu. Çekingen bir şekilde davranıyordu. Ben onu ısıracak bir sırtlan değildim ki neden benden çekiniyordu? Bana hüzünle bakan gözlerine baktım, keşke o hüzünü saklamaya çalışsaydı. Boğazını temizleyip konuşmaya başladı.

" Ne yaşadığını anlayabiliyorum, Aliana. Ama -"

"Ne yaşadığımı anlayacak potansiyelde biri olmadığını tüm halk biliyor, beryl. O yüzden beni anlıyormuş gibi konuşmayı kessen iyi olur. Beni lütfen yalnız bırak."

İçimde biriken tüm öfkeyi beryl'in üzerine kusuyordum. Bunu haketmediğini biliyordum ama dediği her bir kelime sinirlerimin bozulmasına yetiyordu. Beryl'i severdim, arada oturur konuşurduk. Ama şuan onu yanımda istemiyordum. Ben kimseyi yanımda istemiyordum. Ailem yeterdi, onlar herşeyimdi. İnsan herşeysiz kalınca ne yapmalı, kime sarılmalı? Ben kimseye sarılıp onu herşeyim yapamam. Sevgiden anlamayan bir insan bunu beceremez. Hemde bu kişi berly'sa. Ne hissettiğimi anlamıyordu, sadece öyle sanıyordu.

Kelimelerim onu ürkütmüştü. O hep böyleydi, dışarıdan bakıldığında çok kırılgan ve ürkek bir kızdı. Birisi üzerine çok giderse hemen ağlamaya da başlayabilirdi. O yüzden hemen burdan gitse iyi olacaktı. Onu öfke dolu sözlerimle kırmak istemiyordum. Böyle bir hakka sahip değildim. Onu kesici bir aletle deşmek istemezdim. Çünkü bilirdim, kelimeler bir insanın en iyi silahıydı.

Fakat o gitmedi, bunun yerine kucağımdaki ellerimi alıp sıkıca tuttu, bir anne edasıyla. Bunu yapacak cesaret, bu ürkek ceylanda var mıydı ki, şaşırıp kalmıştım.

"Çektiğin acının ne denli olduğunu tabii ki bilemem ama paylaşmak isterim. Böyle ağır bir yükü sadece sen taşırsan yıkılırsın, paylaşmak iyi gelebilir."

Gözlerim dolmuştu. Tıpkı Annem gibi konuşuyordu. Ellerimi ellerinden kurtardım ve onun ellerini bu sefer ben tuttum. Bana destek olmak istemesi içimdeki yalnızlık hissini biraz da olsa azaltmıştı, bunun için ona minnettardım. Yine de bir insanın düşüncelerimi bu denli birden değiştirmesi hoşuma gitmiyordu. Kontrolün hep bende olmasına alışkındım. Ama kontrol duygular üzerindeyse, ben en baştan kaybetmiştim.

"Kötü hissediyorum, beryl. Kötü kelimesi bile az kalıyor, hissettiklerime. Ölmek istiyorum çünkü bu dünya bana fazla geliyor, hazmedemiyorum. Hayattaki anlamımı yitirdim."

Gülümsemişti, gülümsemesi içimde ki ateşe su serpmişti ama ne yazık ki ateş suyla sönmüyordu.

"Ölmek kurtuluş olsaydı, dışarısı cesetlerle dolardı."

Başımı sallayarak onu onayladım. Gözlerimi kapattım, haklıydı. Ölmek kurtuluş değildi. Hem ben ölürsem ailemi kimin öldürdüğünü kim bulacaktı?

Beryl bedenimi birden kendine çekti ve kollarını sımsıkı güçsüz bedenime doladı. Ağlıyordu. Sarılmasına karşılık verdim. Sarılmayı normalde pek fazla sevmezdim ama her şey değişmişti şuan sanki.

Kendimi beryl'ın kollarında serbest bıraktım. Ağlamaya tekrar başladım. Ne kadar ağlasam da yetmezdi gözyaşlarım. Yetmezdi çünkü gözlerimin yaşı, o kanın fazlalığını temizleyemezdi. Bu sefer çok daha şiddetli ağlıyordum. Çünkü kendimi yaslayabileceğim birisi vardı yanımda. Beryl'a olan sevgim tüm bu olanlardan sonra tavan yapmıştı.

"Eğer ki gözyaşların içindeki ateşi bir nebze de olsa söndürebilecekse, omzumda ağlamaya devam edebilirsin."

Sesinde ki şefkat hıçkırıklarımı daha da şiddetlendirdi. Sarılmayı sevmeyen ben şuanda ona sımsıkı sarılmıştım ve bırakmakta istemiyordum. Bırakırsam ellerimden kayıp gidecek gibi hissediyordum. Ben tüm bunları düşünüp ağlarken o da sırtımı sıvazlıyordu. Onu çok fazla sıktığımı düşünerek kollarımla uyguladığım baskıyı hafiflettim. Zaten incecik bir bedeni vardı onu da kollarımın arasında kırmak istemiyordum.

Ağlama seansımızdan sonra beni omuzlarımdan tutup nazikçe kendinden uzaklaştırdı. Gözlerimin içine baktı. Sanki içimde olan biten fırtınaları görebiliyordu. Rahatsız olduğum için yerimde kıpırdandım.

Bakışlarını benden çekip sehpanın üstünde ki çorbaya yöneldi. Çorbayı getirdiğinde üstünden dumanlar çıkıyordu ama şuan o görüntüden eser kalmamıştı. Buz gibi olduğuna emindim. Tıpkı benim gibi.

"Çorbamız soğudu. İstersen ısıtıp getirebilirim?"

Çorbamız mı, bu oldukça güzel gözüken yemeyi sadece kendim yiyeceğim sanıyordum ki bence hala da öyle. İkimiz için getirseydi, iki kase getirirdi. Böyle saçma bir şey düşünmek yerine sorusuna cevap aradım. Kibar sorusuna 'hayır' demek istemiyordum. Şuan sıcacık bir çorba iyi olabilirdi. Ama ayrıyetten onu da yormak istemiyordum. Kararsız kaldığımı fark edince bir şey demeden tepsiyi de alıp odadan çıktı.

Beryl'ın bu ani ilgisi bana iyi gelmişti. Yaşadığım onca şeyden sonra bir nebzede olsa kendimi iyi hissedebildiğime sevindim. Yaşadığım bu dehşet verici olayı düşünmemeye çalışsam da her yol oraya çıkıyordu. Ama aklımda kesin olan bir düşünce vardı ki ben bu düşünceye kendimden hiç olmadığım kadar emindim.

Ailemi kimin öldürdüğünü ve bana bunları yaşatanı bulacaktım.

Ve ona daha beterini yaşatacaktım.

Kendimi, bu düşünce için programlanmış gibi hissettim. Düşüncelerim ve hislerim beni ele geçirmeden önce kurtarıcı meleğim beryl odaya girdi ve bu sefer elinde ki çorbanın çok sıcak olduğunu tahmin ettim.

Yanıma doğru gelip yatağa oturunca

"biraz fazla kaynattım sanırım." Dedi ve çorbayı sehpaya yerleştirdi.

Çorbanın aşırı sıcak olup olmaması benim için bir sorun arz etmezdi aslında. Sadece soğuk olmaması yeterdi, zaten içim dışım yeterince soğuktu. Bakışlarını tekrar bana çevirip sorarcasına baktı.

"Şimdi yiyecek misin yoksa biraz soğumasını mı bekleyelim?"

"Şimdi yemek istiyorum."

"Pekala. bir şeyler yemek istemene sevindim, bu arada."

Eğer ki gelip bana sarılmasaydı ve destek olmasaydı, kendimi iyi hissetmez ve yemezdim. Şuan yemek yemek istememin tek sebebi beryl'dı. Ama bunu dile getirmek istemedim. Zaten bildiğini düşündüm. O hissedebiliyordu. Onun empati duygusu çok gelişmiş bir insan olduğunu bilmiyordum.

Çorbaya uzanıp bana yedirmeye çalıştığında biraz garipsedim. Bu durumda olmak tuhaf hissettiriyordu. Açıkçası kendim yiyebilir miydim, bilemiyorum. Elim kolum hiç birşey yapmak istemedikleri ve bana itaat etmedikleri için sanırım yapamazdım.

"Uçak geliyoor, hoop. Afiyet bal şeker olsun."

Dedikleriyle beraber kahkaha atmam bir olmuştu. Bu halde bile beni güldürebilmesi olağanüstüydü. Konuşmak istediğimde bana karşı gelen dudaklarım, ama sözleriyle gülebilmişti. Bunu bilerek ve gülmem için yaptığından emindim. Kendisi de şuan gülmemek için zor duruyordu. Dudağımın kenarları yamuk yedirdiği için çorba olmuştu. Elleriyle sildi ve bana baktığında Bu sefer üzülerek bakıyordu. Bu bakışlardan rahatsız oluyordum.

"öyle bakmazsan sevinirim."

Hiç bir şey demedi. Sadece gözlerini benden ayırıp çorbaya yöneltti. Diyecekleri varmış gibi hissettim. Zaten her insanın içinde sakladığı bir şeyler vardı. Bir sürü düşünce geçerdi insan beyninden, onlarca şeyin arasından bir tanesini seçer söylerdi. En acı vericileri saklardı. Bu hep böyleydi. Kolunu sıvazladım. Cesaret almış gibi suratıma baktı ve konuşmaya başladı.

"Bu vahşeti yapan kişi frendya krallığındanmış. Cinayet silahını orada bırakıp gitmiş. Kanlı bir hançermiş ve bu hançerde frendya krallığının simgesi varmış."

Söyledikleriyle kafam dank etti. Tabii ki böyle birşeyi sadece onlar yapabilirdi. Çocukluğumdan beri lydisa krallığını işgal etmek istiyorlardı ama bunu bir türlü beceremiyorlardı. Çünkü lydisa krallığı, vadideki en güçlü krallıklardan birisiydi. Bu yüzden bir sürü düşman olmasın normaldi. Frendya ise geçmişten bugün en iyisi olmak istemişti. Şimdi de krallığın soylu ailelerinden birisini öldürmek işlerine gelmişti tabii ki. Ama bunu tam olarak neden yaptıklarını bilmiyordum. Amacını kavrayamadım. İç savaş mı çıkartmak istiyorlardı acaba? Evet, bu olabilirdi. Sonuçta dıştan fethedemedilerse içten fethetmeye çalışmak mantıklı bir karardı. Bende onları içten fethederken keyif alacaktım, o zaman. Ama yine de düşüncelerimde oturmayan bir şeyler vardı. Neden simgeli bir hançer bırakılmıştı? Bunun altında daha büyük bir şeyler olduğuna emindim. Berly'nin konuşmasıyla beraber düşüncelerimi bir kenarda bırakıp dinlemeye devam ettim.

"Ama bunu frendya krallığı yapmamış. Yani en azından kral bu emri vermemiş. Kanıtları var, aliana. Bu sabah önemli bir toplantıları varmış. Zaten krallığımız ve onların krallığı böyle bir şey olmayacağına dair antlaşma imzalamıştı. Ama bu antlaşma, her ne kadar kanıt olsa da-

Sözünü kestim.

"şuan bu antlaşma geçersiz. Çünkü frendya krallığının simgesi olan bir hançerle öldürüldü benim ailem. Bu da bir savaş ilanı demektir."

Cümlemi tamamlamamla beraber ikimizinde bildiği gerçekleri dile getirmiştik. Bir birimize bakarak sessiz kaldık. Çünkü bunun ne demek olduğunu ikimiz de biliyorduk. Savaş çıkacaktı ve halk perişan olacaktı. Frendya krallığı lydisa krallığını halkından vuracaktı, geçmişin hırsını çıkaracaktı. Çünkü geçmişte de lydisa onlara bunu yaşatmıştı. Halkı öldürmüştü ve frendya krallığının geri çekilmesini sağlamıştı. Korkutmuştu binevi. Onların halkıysa benim de ailemdi.

"Aliana, bunu kralın emir verip yapmadığını ama o krallığın içinden birinin iki krallığı birbirine düşürmek istediğini düşünüyorum ben. Yapmazlar, yapamazlar. Frendya, en kötü dönemlerinden birine geçiriyor. Savaş çıkarmayı göz alacak kadar aptal olamazlar."

Sessizliği bölen beryl olmuştu. Dediklerinde haklıydı. O son savaştan beri frendya kralı korkmuş ve geri çekilmişti. Ayrıca son dönemlerinde savunma sistemleri çökmüştü, neden olduğunu bilmiyordum ama Şuan böyle bir hamle yapmaya kalkışamazdı. Bunu kralın emri olmadığını hissediyordum. Başımı sallayarak beryl'ın düşüncelerine katıldığımı belli ettim.

"Ne yapmayı düşünüyorsun, şimdi?"

Sorusunun üstüne düşünmeme gerek bile yoktu. Cevap besbelliydi.

Frendya krallığına girip, bana ve aileme bunu yapanı bulacaktım.

...

"Frendya krallığına gireceğim."

Kelimelerin ağzımdan dökülmesiyle beraber beni dinleyen herkesten şaşkınlık belirten ifadeler çıktı. Evet, bu beklenmedik bir hamle olabilirdi. Bu olay ve verdiğim bu karar benim için dönüm noktasıydı. Ama güçlü durmalıydım. Hayatımda herşey tersine dönmüş olabilir ama ben yıkılmamalıydım. Babamın sözleriydi bunlar. Unutmama sözü verdiğim sözler.

Kızlar bana şaşkın bir şekilde bakarken konuşmamın devamını getirmemi bekliyor gibiydiler Ama benim öyle bir niyetim olduğu söylenemezdi. Bana meraklı gözlerle bakarlarken bu dört kızın arasından Farah konuşmaya karar vermişti.

"Aliana, senin bu azmini pekala anlıyorum lakin diyelim ki oraya gittin, senin kimliğini tespit ederlerse ne olacağını düşünmek bile istemiyorum. Sonuçta soylu bir ailenin kızısın ve her yerde adın bir kere de olsa geçmiştir. Ayrıca soyunun belirleyici özelliklerini herkes biliyor. Bir bakışta anlaşılabilir. Yeter ki şüpheye düşsünler."

Bu sözcükleri bir an bile olsa düşünmeme neden oldu. Ama ben kararımda kararlıydım. Zaten hayatımın hiç bir önemi kalmamıştı. Bunu yapmazsam bir yanım hep eksik kalacaktı ve ben bu şekilde yaşamak istemiyordum. Ben bir şey kafama koyduysam onu yapmalıydım. Böyle yetiştirilmiştim. En nihayetinde ben Aliana'ydım.

Farah aklı başında bir kızdı. Orta durumlu bir aileden gelmesine rağmen gönlü çok zengindi. Yüzü herkesten farklıydı ve bence bu onu çok özel yapıyordu. Çok esmer bir ten rengi vardı ve yemyeşil gözleriyle birleşince ortaya benzersiz bir güzellik çıkmıştı. Dudakları oldukça dolgun, burnu ise fındık gibiydi. Onun dans etkinliklerinde öne çıkan birisi olduğunu bilirdim. Herkes onu konuşurdu şölen zamanlarında. Kendini göstermeyi bilirdi. Bense onun aksine kendimi saklardım. Zıttık ama denktik. Onlar dışında Çok zeki bir kızdı. Bu yüzden böyle durumlarda onun fikirlerini daima önemserdim ama şuan kimsenin kararıma karışmasını istemiyordum. Bu benim hayatımdı ve kimse gerekmedikçe burnunu sokmamalıydı. Fikir dahi belirtmemeliydi, çünkü sormamıştım.

"Merak etme, Farah. Benim kendi iradem var, yapıp yapmayacağım şeylere karar verebiliyorum. Kimsenin önüme köstek olmasını istemem."

Son kelimelerime vurgu yaparken odadaki herkesin gözlerine tek tek baktım. Sert çıkıştığımı biliyordum. Farah'ı severdim ama şuan herkese karşı çok agresiftim. Duygu değişimlerim hızlı gerçekleşiyordu. Mesela birden sinirlenirken ağlamaya başlıyordum. Çünkü yaramın üstünden daha bir gün geçmişti ve kanıyordu.

Verdiğim sert tepkiyle beraber herkes susmuştu. Beryl ve Farah beni desteklercesine bakarken cordelia ve Gilda ise bana üzülerek bakıyordu. Bu bakışlar arasında sıkışmış gibi hissediyordum. Rahatsız oluyordum çünkü benim acımı durmadan aklıma getiriyordu, bu bakışlar. Ben acınılmak istemiyordum.

Cordelia ve Gilda ikizlerdi. Onlarda orta halli bir aileden geliyorlardı. İkisini bazen birbirleriyle karıştırdığım oluyordu. Koyu kahverengi saçları ve buğday ten renkleri vardı. Aslında tam bilmiyordum, bunu kendi kendime tartıştığım olmuştu. Ten renkleri esmere de çalıyordu ama ben buğday da karar kılmıştım. Gözleri kehribar rengiydi ve çok yakışıyordu, yüzlerine. İkizlerin bana böyle bakmasını anlayabiliyordum. Çok küçükken ailelerini kaybetmiş ve onlarsız büyümüşlerdi. İşte beni tek onlar anlayabilirdi ama ben onları anlayamazdım. Onlarınki daha derinden gelen bir yaraydı ve bende öyle eskilerden gelen bir yara yokken onun tedavisini bilmem olanaksızdı. Kişi yaranın tedavisini kendinden bilirdi.

İçimin git gide daraldığını hissettiğim için konuşmayı sonlandırmaya karar verdim. Odama çekilip tek başıma bir şeyler yapmak istiyordum. Herhangi bir şey. Annemi ve babamı düşünebilirdim mesela. Onun yerine frendya'ya nasıl giriş yapabileceğimi de düşünebilirdim. Böyle bakınca bir çok seçenek varmış gibi duruyordu. Ama aslında yoktu. Aklım yine tek bir şeye odaklanacaktı. Bana sınır tanımıyordu.

Oturduğum koltuktan yavaşça ayağa kalktım. Bedenim sızlıyordu, kemiklerim bağırınıyordu. Kızların yüzlerine teker teker baktım. Hepsini çok sevdiğimi farkettim o anda. Ailemin eksikliğini hissettirmemek için yanıma gelmişlerdi. Hepsine minnettardım. Her ne kadar pek yararlı olmasa da.

"Ben odama çekileceğim. Hepinize yürekten teşekkür ediyorum. Benim için çok değerlisiniz, kızlar. Bu kış gününde benim için buraya geldiniz."

Hepsi bir ağızdan "olur mu öyle, tabii geleceğiz." Gibi kelimeler deyince gülümsememek elde değildi.

Beryl'ın ailesinin benim için ayırdığı misafir odasına doğru yürümeye başladım. Bacaklarım tutmuyor gibiydi. Zar zor yürüyordum ve her adımda ayağımın altına bir çivi batıyordu sanki.

Kendi evimde, ait olduğum yerde kalmak istemediğim için beryl'ın ailesi sağ olsun, bu odayı ayarlamışlardı. Evime giremeyeceğimi düşündüm, tekrar bayılmak istemiyordum. Ya da belki de o çok sevdiğim anılarımı hatırlamak istemiyordum çünkü hatırlayınca kalbime sıcak bir demir bastırıyormuş gibi oluyordu. İçim yanıyordu ve ben bu yangını dindiremiyordum, canım yanıyordu ve ben bunu durduramıyordum.

Ahşap kahverengi kapının önünde dikildim ve yavaşça kapıyı aralamaya başladım. Annemin odasına girerken de kapıyı yavaşça aralayarak açardım. Alışkanlık olmuş dedim kendi kendime, gözlerim dolarken. İçeri girip kapıyı kapattım. Gözlerimden yaşlar yine akmaya başlamıştı ama bu sefer ruhum durgundu. Çünkü biliyordum, ailemin intikamını alınca bu gözyaşları mutluluktan akacaktı.

Bu odada ki eşyaların neredeyse hepsi ahşaptan oluşuyordu. Çok kaliteli diyemezdim ama buna şükrediyordum. Tatlı, minik bir odaydı burası. Ama daralıyordum burada. Ruhum bedenime sığmıyor, bu odaya sığmıyordu. Derin bir nefes alıp ellerimle yüzümü yellemeye başladım. Beryl,dün önemli eşyalarımı benim için evden getirmişti ve bu rafa dizmiştik. Bunların içinde lydisa ve frendya'nın haritası vardı. İkisi birlikte çizilmişti. Çünkü bu iki krallık bir birinden nefret etse de tüm diyarda bir bütün olarak anılıyorlardı. Belki de birbirleriyle çok fazla savaş halinde olduklarından böyle anılıyordu, kim bilir.Dünya böyle garip bir yerdi işte, kimi sevmezsen burnunun dibinde bitiyordu.

Kitaplarımı minik ahşap masanın üstüne dizip karıştırmaya başlamıştım. Bu kitaplarda genellikle önemli bilgiler dururdu. Bunların arasına haritayı sıkıştırdığımı anımsıyordum. O yüzden hepsinin sayfalarının içine tek tek bakmaya başladım. Bir süre oyalandıktan sonra aradığım haritayı bulup boylu boyunca açtım. Büyük ve uzun bir haritaydı bu. İki krallığın toprakları azımsanacak gibi değildi. Frendya'ya gidebileceğim yolları incelemeye başladım. Genelde bu iki krallık arasında çok fazla etkileşim yoktu. Sadece tek bir yer vardı, ticari işlemlerin yapıldığı, malların gittiği yol.

İki krallığın birleştiği tek yer bu yoldu. Bir birileriyle savaş halinde bile olsalar muhtaçlardı, birbirlerine. Zafer kazanmışcasına gülümsedim. Ama oraya gitme imkanım tamamiyle yok olabilirdi. Resmi savaş ilanı verilince krallıklar birbirleriyle ilişkisini koparırlardı. Hızlı davranırsam böyle bir talihsizliğe uğramazdım. Herşeye rağmen bu yolu bulduğum için dünden beri gerçekten ilk kez bu kadar sevinmiştim sanırım. Sevindiğim için kendimden içten içe nefret ediyordum ama kafamı dağıtmak zorundaydım. Yoksa bu kederle çürüyüp gidecektim.

Haritayı iyice incelerken kapı çaldı. Düşünmeden "gir" dedim. Sesim eskisinde ki gibi değildi. Güçten eser kalmamıştı. Kırılgan bir hal almıştı oysaki. Bir kez daha nefret etmiştim acının benim üzerimde olan etkisinden. Acı insanı değiştiriyordu, bazen tamamiyle ruhunu sömürürken bazen güç bahşediyordu.

İçeri beryl girmişti. Elindeki tepside iki tabak sütlaç vardı. Annem bana çok yapardı. Tek sevdiğim tatlı sütlaçtı bile diyebilirdim. Berly'nin bunu nereden bildiğini tahmin edebiliyordum. Annemle çok samimilerdi ve durmadan görüşürlerdi. Annemin benden bahsetmemesi imkansızdı zaten. Herkese beni överdi. Küçüklüğümden, nelerden nefret edip neleri sevdiğimden bahsederdi. Bazen sinir bozucuydu ama şu an hatırladığımda ise beni ne kadar sevdiğini görebiliyordum. Göz yaşartıcı türdendi.

Sütlacı nereye koyacağını şaşırmıştı. Masamın üstü doluydu ve burada sehpa da yoktu. Elimle yatağımı işaret ettim.

"Yatağa koyabilirsin, sorun olmaz"

Hızlıca tebessüm edip yatağa oturmuş, tepsiyi koymuştu. Ne yaptığımı merak etmiş olacak ki hemen yanı başıma üşüştü. İlgiyle baktığım haritaya bir göz attı. Gözlerinde ki şaşkınlığı farketmiştim. Böyle bir haritaya sahip olmak herkesin hakkı değildi. Genelde haritalar az ve öz çizilirdi. Bu işin bir hayli zor olduğunu duymuştum.

"Bunu nereden buldun?"

"Babamın krallıkta ki maliye işleriyle uğraştığını unuttun herhalde. O getirmişti."

Babamdan bahsederken sesimi hüzün bürüdü ve kontrol edemedim. Ondan bahsederken gülümsüyordum. Harika birisiydi. İnsana yüzünde güller açtırttıran türden bir adamdı. Annem onun gibi birisine sahip olduğu için şanslıydı. Aslında sadece annem değil, ikisi de birbirine sahipti şu dünyada.

Anladığını belli etmek için kafasını belli belirsiz salladı. Haritaya bakıyordu, özellikle de parmağımı koyduğum noktaya. Oradan gideceğimi anlamış olmalıydı. Bir bana bir haritaya bakarken mutlulukla güldü ve ellerini sevinçle çırpmaya başladı. Bir şey mi farketmişti? Belki benim görmediğim bir detay?

"Babam yarın bu yoldan atlarla mal götürecek. Seni arkasına saklarsak sağ salim ve gizlice krallığa girebilirsin."

Bu haberin beni ne kadar mutlu ettiğini kimse tahmin edemezdi. İşim çok daha basit hale gelmişti ve risk oranı da azalmıştı. Tanrı bana yardım ediyordu. Onun varlığına hep inanıyordum, kendimi bildim bileli. İçimdeki sevinci kocaman gülümsememle yansıttım dışarı.

"Ama bir sorun var." Yüzünü buruşturdu. "Krallık sarayına nasıl girmeyi planlıyorsun? Oraya kolayca girmene izin vermezler ki. "

Bu detayı ona söylememiştim ama bilmesi çok normaldi. Frendya'ya girip orda şekerleme yapmayacaktım herhalde. Onların inlerine girecek, herşeylerini öğrenecektim. Sonrası ise benim merhametime kalmıştı. Belki tehdit ederdim? Belki krallıklarını başlarına yıkardım? Düşüncesiyle bile içim bir hoş oluyordu. Yaşayınca kim bilir ne kadar haz alacaktım.

"İnan, bilmiyorum beryl. Orasını zaman gösterecek."

Dudaklarını birbirine bastırarak beni onayladı. Yarın beryl'ın babasının malları götürdüğü arabaya binecek ve kolay bir şekilde krallığa ulaşacaktım ama asıl nokta orasıydı; krallık sarayına nasıl girebilirdim, hiçbir fikrim yoktu. Plansız bir işe koyulmakla içim bir nebze rahat etmese de bunu zaman belirleyecekti.

Beryl'la beraber oturup sütlacı iştahla yemeye başladık. Ortam sessiz, sakin ve huzurluydu. Huzurlu kelimesi bana her ne kadar uzak olsa da buradaydı işte, yanımızdaydı. İkimizde bunu bozmaya cesaret edemediğimiz için susuyorduk. Sessizliğin bana iyi geldiğini farkettim. Çok konuşan insanlar kafamı şişiriyordu ve onları sevmiyordum. Kalabalıktan hep bu yüzden nefret etmiştim. Babam beni her saraya götürmek, orada ki insanlarla ve vasilerle tanıştırmak istediğinde onu kesin bir dille reddederdim. Onların bana saygı duyacağını biliyordum ama başka insanlara karşı yüksek baktıklarını da biliyordum. Ego diye bir kelime vardı. Beş para etmez insanların kendilerini ve gururlarını yüceltmek için kendinden altta gördükleriyle uğraşması demekti benim için. Oysaki o altta olan kişiler her konuda üstünlerdi. İnsan gibi bir varlığın bunu kabul etmesi zordu.

Beryl uyuyacağını söyledi ve bana sarılıp odadan çıktı. O çıktıktan sonrada kapımı kimse çalmadı. Baş düşmanım olan düşüncelerle baş başa kalmıştım. Yatağıma uzandım ve tavanı izlemeye başladım. Tavanda annem ve babamın yüzünü hayal etmeye çalıştım. Onların hiçbir zerresini unutmak istemiyordum. Onları unutma düşüncesi içimi kötü bir hüzünle boğuyordu. Onlar benimle yaşayacakken benim onları unutma ihtimalim bile olmamalıydı. Kızlarıyla hep gurur duyarlardı ama bunu hak ettiğimi hiç düşünmezdim. Şimdi bunu tam anlamıyla hak edecektim. Düşünceler eşliğinde uykum her saniye daha da kaçıyordu. Dün gece de hiç uyuyamamıştım zaten, işkence gibiydi. Zihnim bana en alçak oyunları oynuyordu. Üstelik yarın noeldi. Noel'in benim için bir anlamı kalmamıştı ama olsundu. Bu gece az da olsa uykumu almak istiyordum. Annemi ve babamı düşünerek uykuya dalmaya çalıştım. Belki rüyama girer, benim ne kadar güçlü bir kız olduğumu söyler ve benimle gurur duyarlardı. Hayallerimde yaşasınlar, aklımda hep bir köşede benim yanımda olsunlar istiyordum. Bu benim uykuya dalmak için tek tesellimdi.

 

Öyle de olmuştu.

 

Loading...
0%