
Koşuyordum, sanki birinden kaçıyormuşum gibi. Aniden önümde iki peri belirdi. Birinin beyaz saçları, mavi gözleri vardı. Üstünde mavi bir elbise, kanatları pembeydi. Bakışlarımı diğer periye çevirdim. Onun ise saçları sarıydı fakat aralarında pembe ve mavi renkli tutamlar da vardı. Gözleri diğerininkiyle aynı renkti. Elbisesinin rengi pembe ve maviydi, kanatları da aynı renkteydi.
Önümden hızla ormana doğru uçtular, ben de onları takip etmeye başladım. En sonunda karşıma bir ayna çıktı, periler onun içine girdiler. Ben ise kendime bakıyordum. Beyaz saçlarımın uçlarında maviler vardı. Boynumda ise kolyem. Kendime bakarken aniden biri karnımdan hançeri geçirdi. Elimi karnıma koydum fakat kanım kırmızı değil, siyah akıyordu. Kaşlarım çatıldı ve elime bulaşan kana baktım. Aynaya tekrar baktığımda ise gözlerimden siyah bir sıvı akıyordu.
Aniden sıçrayarak uyandım. Elim hemen boynuma gitti, kolyem hala boynumdaydı. Derin bir oh çektim. Gördüğüm şey kabustu. Üstüne fazla düşünmek istemedim çünkü korkmuştum. Hemen kalkıp dolaba gittim, neyse ki Brenda bana birkaç kıyafet getirmişti. Dolabı açtığımda içinde rengarenk elbiseler olduğunu gördüm. Koskoca krallıkta bir pantolon tişört yok muydu yani? Elimi elbiselerin üzerinde gezdirirken elime bebek mavisi bir elbise geldi. Sade bir elbiseydi ve tülden oluşuyordu. Hafif bir göğüs dekoltesi vardı ve kolları bilek kısımlarına doğru genişliyordu. Etek kısmı da elbise gibi tüldendi ve ayak bileklerime kadar uzanıyordu. Acılıktan ölmek üzere olduğum için hemen elbiseyi üzerime geçirip kapıya yöneldim. Tam çıkarken gözüm kapının yanında ki aynaya çarptı. Peruğumu takmayı unutmuştum! Hemen koşarak makyaj masasına gidip bir lastikle beyaz saçlarımı topuz yaptım ve siyah peruğumu taktım. Bu günlerde peruğumu taktığımdan emin olmalıydım. Sonuçta evimde değildim. Bunu hatırlayınca içime bir hüzün oturdu. Evet, ben hala evimde değildim. Bunu kesinlikle kralla konuşmalıydım. Burada yaşayamazdım sonuçta.
Hemen odadan çıktım ve koridorda ilk gördüğüm hizmetçiye Brenda’nın nerede olduğunu sordum. Tahmin ettiğim gibi bahçede kahvaltı yapıyormuş. Hizmetçiye teşekkür ederek koridorda yürümeye başladım. Tam köşeden dönerken birine çarptım, tam düşüyordum ki bir el kolumu tuttu. Karşımdaki adama baktım. Sarı saçlarının arasında yeşil tutamlar, yeşil gözleri ve keskin yüz hatlarıyla oldukça yakışıklıydı. Ama benim tipim değilsin kardeş, kusura bakma. “İyi misiniz, bir yerinize bir şey oldu mu?” Hafifçe gülümsedim ve elimi ondan kurtardım. “Teşekkür ederim, iyiyim.” Safariye diye çıkıp başka evrene geldim ben, bana hiçbir şey olmaz. “Sizi burada hiç görmedim. Bu arada ben Brandon. Sizin isminizi öğrenebilir miyim acaba?” Yavaşça elimi tuttu ve üstünü öptü. Ne piç ama! Elimi kendime çektim. “Benim ismim Laura. Sizin nedir?” Kaşları çatıldı. “Laura mı?” Bakışları boynuma indi. Kaşlarımı çatarak, kafamı salladım. Niye uzaylı görmüş gibi bakıyor bu adam? Hızlıca başka bir şey demeden yanımdan uçtu, gitti. Çattık ya! Ve ayrıca bu saraya niye herkes elini kolunu sallayarak giriyor? Dingonun ahırı gibi!
Hemen dışarıya çıkarak, Brenda’nın ve başka bir kızın oturduğu çardağa gittim. Brenda beni görür görmez ayağa kalktı. “Laura, günaydın! Bak seni Lorien ile tanıştırayım.” Lorien dediği kıza bakışlarımı çevirdim. Uzun açık kahve saçlarının aralarında mor rengi vardı. Gözleri kahverengiydi ve Korelilere benziyordu! Brenda kadar neşeli değildi fakat gülümsedi. “Merhaba Laura.” Bende ona gülümsedim. “Merhaba.” Diğer sandalyeye de ben oturdum ve tahmin ettiğimden daha çok eğlenceli, bol konuşma dolu bir kahvaltı yaptık.
Genel Bakış
Brandon, öfkeli ve hızla Eris’in sarayına gidiyordu. Şövalyelerin selamını umursamadan, Gölge Krallığı’na girdi. Hızlıca koridorları geçti. Hizmetçiler bile ondan bu sefer korkuyordu. Çünkü genelde Brandon onlara bile selam verirdi.
Eris’in nerede olduğunu ilk gördüğü hizmetçiye sorarak Eris’in yerini öğrendi. Hemen balkona doğru gitti ve kapıyı çalmadan açtı. Eris gözlerini kitaptan ayırdı. “Ne yapıyorsun Brandon?” Yine onunla uğraşacak sandı ama Brandon öfkeyle konuştu. “Bana neden söylemedin! Bunca zamandır onu aradığımı biliyorsun!” Eris’in kaşları çatıldı, ayağa kalktı, kitabı kapattı ve masaya bıraktı. “Neyden bahsediyorsun sen?” Brandon ise öfkeyle güldü. “O burada! Kolyesi var! Nasıl burada! Açıkla Eris! Her şeyi biliyorsun, bunu da biliyorsundur!” Eris dondu kaldı. O buradayı mıydı? Geçmişi, çocukluğu, fark etmese de ilk aşkı buradaydı? Asırlar sonra gelmiş miydi? Ama bu nasıl olurdu? Duygularını belli etmeden hemen kendine bir duvar ördü. “O burada mı?” Brandon onun bilmediğine şaşırdı çünkü ilk bunu Eris’in öğrenmesini beklerdi. Sakinleşmeye çalışarak Eris’e yaklaştı. “Onu gördüm. Kolyesinden tanıdım. Buraya nasıl geldi bilmiyorum.” Eris’in korktuğu başına gelmişti. O gördüğü kız oydu. Bunun olmaması için çok sayıklamıştı, oysaki dün kütüphaneden çıkarken. Onun yabancı olduğunu biliyordu ama tanıyamamıştı. Sadece tanıdıklık hissini hissetmişti. Nasıl tanımazdı o masmavi gözleri? Nasıl hemen anlayamadı? Bıraksalar şu an onu tanıyamadığı için kendini suçlayabilirdi ama sırası değildi. Ve onu asırlardır görmemiş, fotoğraflarıyla yaşamıştı.
“Kolyesini görmediğim için o olduğunu düşünmemiştim. Brenda’nın herhangi bir arkadaşı sandım.” Brandon sıkıntıyla nefesini verdi. Onu ne zamandır arıyordu. O ailesinden tek kalandı. “Eğer onun burada olduğunu öğrenirse… lanet olsun Eris! Bunu düşünmek bile istemiyorum.” Eris kaşlarını çattı. “Ben varken ona asla dokunamaz. İzin vermem.” Gözleri siyah olmaya başlamıştı. Brandon onun omzuna elini koydu. “Çok tehlikeli, bunu tek başımıza halledemeyiz. Julian ve Louis ile de konuşmalıyız.” Eris sakinleşmeye çalışarak kafasını salladı. İkisi aceleyle atlarına atlayarak Desperia Ormanı’na doğru yola koyuldular.
Brandon yanındaki siyah atın üzerindeki arkadaşına baktı. “Onu unutmuş muydun Eris?” Eris ona bakmadı, uzaklara bakıyordu. “Unuttum Brandon. Onun hayaliyle yaşayacak yaşı geçmiştim. Öyle olması gerekiyordu.” Brandon kaşlarını çattı. “Onu geri göndermeyi sakın aklından geçirme. Ve ayrıca onu unutmuşa benzemiyorsun.” Eris ona baktı ve alayla güldü. “Ne bekliyordun Brandon arkasından yas tutmamı mı? O Dünya’da olmalı. Burası ona iyi gelmez.” Brandon tam tersi düşünüyordu. “O Buz Krallığını…” Eris öfkeyle atı durdurdu ve Brandon’un sözünü kesti. “O bunu bilmeyecek! Onu azıcık düşünüyorsan geri gitmesini istersin. Ayrıca sence ondan ayrı kalma düşüncesi beni çok mu mutlu ediyor? İyiliği için gitmesi lazım!”
Eris, hızlıca atıyla rüzgar gibi geçti. Brandon, arkasından ona bakarken sıkıntıyla nefesini verdi. Ne olursa olsun, asla onu yollamazdı. Bazen bencil olup olmadığını sorguluyordu ama yine kendi haklı çıkıyordu.“Onu asla bırakamayacak. Dediğime geleceksin, Eris.”
Brandon bir şey biliyorsa, o da Eris’in ona ne kadar bağlı olduğuydu. O da atıyla hızlıca ormana girdi.
Eris, yanına gelen Brandon’a baktı. “Julian sınırda nöbettedir, onu ben bulurum.” Atıyla koşarak uzaklaştı.
Brandon bir küfür savurdu. “Koskoca ormanda tilki mi arayacağım lan ben! En zor görev yine bende!”
Brandon da atıyla hızla ilerledi. Yerde gördüğü tilkinin pati izlerini takip etmeye başladı.
“Louis! Çık hadi! Tilki formunda mısın?”
Sıkıntıyla nefesini verdi ve atından indi. Çevresine bakınırken aniden birine çarptı.
“Önüne mi baksan, Brandon?”kaşlarını çatarak adama baktı. Louis’in kahverengi saçları ve turuncu gözleri ona bakıyordu.
“Seni aptal tilki! Yarım saattir seni arıyorum!”Louis’in arkasındaki birkaç tilki, Brandon’a hırlamaya başladı. Louis ise güldü.“Yemek olmak istemiyorsan kapa çeneni, dostum. Ne istiyorsun benden?”
Brandon, gözlerindeki sorunu gizleyemeden ona baktı ve olanları anlatmaya başladı.
Eris ise sınıra doğru gitmeye devam etti. Onun işi en kolayıydı ama karşısına engel çıkma olasılığı da vardı. Mesela, aniden önüne atlılarla dolaşan ve Yüce Büyücü’nün oğlu Sezar’ın çıkması gibi.
Sezar, ukala bir gülümsemeyle ona doğru yaklaştı. Tek başlarına olsalar ona yaklaşmaya bile cesaret edemezdi. Babasına ve arkasında duran muhafızlarına güveniyordu. “Nasılsın, Eris görmeyeli?” Eris kaşlarını çattı, tam konuşacaktı ki başka birinin konuşmasıyla sözü yarıda kesildi.
“Ne oluyor burada?” Eris, bakışlarını turuncu saçlı, aralarında siyah tutamlar olan, ela gözlü arkadaşına çevirdi. Vücudunda dövmeye benzeyen siyah çizikler vardı.Sezar kaşlarını kaldırdı. “Ah, beni gördüğünüze çok sevinmediniz gibi.” Julian, soğuk bakışlarını ona çevirdi. “Buradan defolup gitmen için birkaç dakikan var. Ne cüretle izinsiz giriş yaparsın? Hem de benim bölgeme! Buranın koruyucusu benim ve senin burada yerin yok.”
Sezar konuşmak için ağzını açtı ama sustu. Herkes Julian’dan korkardı. Yüce Büyücü’nün oğlu bile. Julian ve Louis, bu ormanın koruyucularıydı. Bu ormana girdiyseniz onlara karşı çıkmamalıydınız.
Hiçbir şey demeden, ikisine üstten bir bakış atarak muhafızlarıyla beraber gözden kayboldu. “Selam, dostum.” Eris, atından inerek Julian’a yaklaştı. “Selam, ben de seni arıyordum. Yardımına ihtiyacım var.” Julian kaşlarını çattı. Kötü bir şey olmadıkça Eris ondan yardım istemezdi. Elini desteklemek için omzuna koydu.
“Anlat, dostum.” Eris anlatmaya başladı. En sonunda hepsi ormanın çıkışında buluştu ve Gölge Krallığı’na doğru yola çıktılar.
***
Umarım bölümü beğenmişsinizdir instagram hesabımızı takip etmeyi unutmayınn 💗
İnstagram: hayaldenyazarr
Laura'nın kolyesi:

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |