@hayalrafya
|
Şimdi dışarı çıksam; kışın başında bir bahar havasında hayal etsem kendimi… Cırcır böceğinin ötüşleri, kirletirdi düşlerimi. Huzurlu saydığım ortamın en ufak sesi, katlederdi tozpembe düşüncelerimi. Oysa kalabalıkta bulunmak farklıydı, kalabalığın getirisi kabul edilen kargaşa farklıydı. Çokça insanın olduğu ortamda, tek başına kalmak farklıydı. İşi bilen kaçmaz, aksine, kalabalığa sığınırdı. Ve upuzun bir zaman sonra… Odamın dinginliği değil, kalabalığın gürültüsü benim için sığınaktı. Hayal dünyamın kötü yürekli kurgu yazarlarına karşı, beni –ansızın- kanatları altına almıştı. Galiba. Bunu, her adımımla büyük salona yaklaşıyorken keşfediyordum. Açılan şarkının sesi öylesine yüksekti ki, ayakkabılarımın altındaki yer titriyordu adeta. Titreşimle beraber beynime batan iğne misali uyaranlarsa beni düşünmekten alıkoyuyordu fütursuzca. Düşünmüyordum. Gerçekten. Salona doğru yaklaştıkça patlayarak dağılan şarkı sözlerindeki anlam yoksunluğunu fark etmemek mümkün değil, aldırmaksa bir o kadar reflekse tabiiydi. Koridoru yürümeyi bitirdim. Salonun kapısına asılmış siyah balonların altından geçtim. İçeriye girdim. Yaşlı, düzenlediği bu dans etkinliği için hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Salon ışıl ışıltı ve alabildiğine kalabalık… Tavanın tam ortasına asılmış bir disko topu vardı. Bunu nereden bulmuş olabileceklerini merak etmiştim ama bulup getirmişlerdi işte. Seksenli yıllara aitmiş gibi gözüken disko topunun saçtığı ışık gökkuşağı olmuş, insanların üstüne rengârenk yağıyordu. Çığlık atanlar, içecek peşinde koşanlar, durduğu yerde sallananlar ve bol miktarda renkli karanlık. İçerisi sahiden karanlıktı. Rengârenk ama karanlık… Çünkü tek ışık kaynağı disko topuydu. Disko topunun dışında herhangi bir ışık aracı yoktu. Kimin kim olduğu belli bile olmuyordu. Yalnızca, kimliksiz siluetler durdukları yerde kıpırdanıyordu. Kimse birbirini göremesin diye, sanki görüş mesafesi özellikle kısılmıştı. Bu gibi anlarda Yaşlı’nın amacına asla akıl sır erdiremiyordum. Kapının önünde dikilmeyi bırakıp kalabalığın içine karıştım. Devamlı olarak, bilinçle ya da bilinçsizce bana çarpan bedenlerin arasından neredeyse sürünerek ilerledim. Ortam boğucuydu, sıcak ve yorucu. Yine de bir artısı, düşündürmüyordu. Salonun en sakin köşesine, istasyon gibi gözüken –yarım ay şeklindeki- bar tezgâhının önünde geçtim. Sandalyelerden birini çekip oturmadım. Sadece kollarımı tezgâha yaslayıp başımı önüme eğdim. İşte bu sırada, sürpriz yumurtadan çıkıp gelen barmen, ellerini birbirine çarpmış; bulunduğum yerde sıçramamı sağlayarak beni mevcut ana bağlamıştı. İrkildiğim gerçeğini göz ardı ederek başımı kaldırdım. Memnuniyetsiz surat ifademi görmesini sağlayarak ona baktım. Tanıdıktı. Süs havuzunun başında toplandığımız zamanlarda Rehber’in bizi sakinleştirmesi için getirdiği, gitar çalan adamdı. İtiraf etmeliyim ki varlığını unutmuştum. Onu burada görmeyi asla beklemiyordum. Disko topunun ışıkları yüzünü onlarca ayrı tona büründürüyorken dişlerini sergileyerek bana sırıttı. “Fotoshop gibi görünüyorsun,” dedi dâhiyane bir tespite değinmişçesine. “Adeta… Burada olmak istemiyorum diye bağırıyorsun.” Sırtımı dikleştirdim. Kollarımı yasladığım yerden çektim. “Öyleyse, kulaklarını tıkamanı öneririm,” dedim aynı şekilde sırıtarak. “Çünkü zaman geçtikçe sesim daha çok yükselecek.” Dans etkinliğinin katılımcısı olmak hususundaki isteksizliğim açıktı. Kalabalık her ne kadar zihnime dolu kadehi ters tutmak gibi bir etki aşılıyor olsa da, mutsuzluğumu perdeleme gayretinde değildim. Sadece… Bunun önüme direkt sunulması, canımı biraz daha sıkmıştı. Gitarcı olarak tanıdığım barmen, ufak bir çocuk misali, dudağını aşağı doğru sarkıttı, “Seninle konuşmak oldukça gerginlik verici olmalı.” Tek cümlem üzerinden yaptığı çıkarımı kafa karışıklığı ile karşıladım. Daha önce hiç, oturup da konuşma biçimim temelinde bir analiz yapmamıştım. Kendimi bildim bileli kelimelerimin huyu aynı huysuzluk hali içerisindeydi. Benim için bu şekilde konuşmak; bazen kaba olarak algılanıp çokça da insanları tersliyormuşum kanısı yaratmak sıradandı. Belki de toplumda kabul görmüş normlara aykırı davranıyor olabilirdim. Öyleyse bile bunu hiç fark etmemiştim. Belki de… Sıradan hissetmemin, normal davrandığımı sanmamın gerekçesi Kıvanç’ın benimle baş edebilmek mevzu bahis olunca sergilediği üstün yetenekti. Omuzlarımı yukarı kaldırıp aşağı indirdim, “Bilmem.” “Ne demek, bilmem?” Tırnaklarımı bileğime batırdım ve cildimi acımasızca kaşıdım. “Benimle konuşmaya…” yutkunmak için kısaca duraksamamın ardından ekledim, “Her şeye rağmen… Benimle konuşmaya çok hevesli birisi var, aslında.” Niyetim, ağzımdan bunların çıkması değildi, dönüp dolaşıp yine ona varmak değildi. Lakin anı aklıma dahi getirmek… Kalbimdeki varlığını –derhal- sözlerime yapıştıran bir etiketti. “Çok hevesli birisi mi?” “Çok hevesli birisi.” “Çok mu hevesli?” “Çok hevesli.” “Hımm…” diyerek mırıldandı barmen. Elinin tekini yumruk yapıp çenesine yasladı. Parmaklarına geçirdiği envaiçeşit yüzüğün taşı, disko topunun şatafatlı ışıltısı ile işbirliği yaparak gözlerime yansıdı; bakışlarımı kamaştırdı. Bana bakmaya ara vermiyorken, yüzünden asla silmediği tekinsiz bir de gülümsemesi vardı. “Galiba…” dedi düşünceli düşünceli. “Onu heveslendiren etkenin ne olduğunu görebiliyorum.” Gözlerimi art arda kırpıştırdım. Azıcık sağa çekilip yansımadan kaçındım. “Sakın,” dedim sertçe. “Sakın, deneme.” “O niye?” Yanlış koya ayak basmıştı. İlerlemek için kullandığı kulaçlarının ölçüsünü kaçırırsa şayet… Bir kaşık suda boğulacaktı. Eylemcisi ise haksız yere deli sıfatı yakıştırılmış bir hayalperest olacaktı. Sol elimi yukarıya kaldırdım. Yüzük parmağımdaki alyansı ve tek taşı algılamasını sağladım. “Benim, başım bağlı.” Yüzüklerimin ışıltısı, onunkilerle yarışamayacak kadar zayıftı. Yine de benim yüzüklerimin bıraktığı tesir, daha gözlenebilir boyuttaydı. Cevap verirken yüzünü asmaktan çekinmedi, “Anlattığın hikâyenin başrolü mü?” diye sordu. Rehber’in ısrarı üzerine, süs havuzu başında neredeyse herkesle paylaştığım anımı kast ediyordu. Dişlerimi sıktım. “Ta kendisi.” Anladığını belirtircesine başını ağır ağır salladı, “Şu Avukat’tan bahsediyoruz, herhalde.” Arka planda dolanan şarkı, ifadelerini çabucak yorumlamama engeldi. Konuşurken kullandığı ses perdesinin yüksekliği ise beni az önce engel saydığım kalabalığa rağmen düşünmeye yeltendiriyordu; daima, onu düşünmeye. “Ondan bahsediyoruz,” diyerek onayladım. “Varsın, sen de ondan bahset…” tırnaklarımı sabırsızlıkla bar tezgâhına çarptım durdum. “Zaten bu aralar ondan bahsetmeyen yok.” “Ondan çokça bahsedilmesi sinirlerini bozmuş, sanki” dedi. “Beyefendiyi kıskanıyor olabilir misin?” sevimli olduğunu düşünüyorsa şayet büyükçe bir yanılgı içindeydi. “Kıskanıyorum,” dedim tereddüt etmedim. “Çok fena kıskanıyorum.” O kadar çok kıskanıyordum ki hem de… Bazen kıskançlığımın gücü beni bile korkutmaya yetiyordu. “Özellikle de…” biraz öne doğru eğilerek beni netçe duymasını garantiledim. “Üstüne vazife olmadığı halde ondan bahsetmeye yeltenen insanların düşüncelerinden.” “Vay canına…” bir kahkaha seli tarafından ele geçirildi sonra. Bekledim. Dişlerimi sıkmayı bırakmadan bekledim. “Halin, tavrın, sözlerin…” “Ne olmuş halime, tavrıma, sözlerime?” Tüm iticiliğini kullanarak dudaklarını yaladı. “Dünyada ondan başka insanlar da var.” “Mesela?” Geriye çekildi. Bar tezgâhından uzaklaştı. İki elini de kullanarak kendini baştan aşağıya işaret etti. Kollarında yalnızca bir gitar tutuyorken… Bu adam daha tahammül edilebilir gibiydi. “Üzgünüm ama onun yanında hiç şansın yok.” “Asla, asla deme.” Kendine gücen miydi bu, yoksa aptallık mı karar veremedim. “Asla demekte bir sakınca duymuyorum. Çünkü ben onun her versiyonuna derin bir aşk besliyorum.” “Her versiyonu mu?” “Her versiyonu...” dedim pekiştirerek. “Sana bir sır vereyim mi?” Ellerini beline koydu, “Bu sır hiç de hayra alamet değilmiş gibi…” Boş bir ifade ile gülümsedim ve söylemeyi hayal dahi edemeyeceğim o cümleyi söyledim, “Ondan iki tane var.” Elbette, inanmamıştı. “Avukat’tan mı?” diye sordu. “Avukat’tan.” “Pekâlâ...” belki de konuşmadan kaçınmak içindi. Tezgâhın altına eğilip büyükçe bir cam bardak çıkarttı. “Hadi kafanı ikisinden de uzaklaştıralım.” Deli olduğuma sahiden kanaat getirmiş olabilirdi. “Ne içersin?” “Sert bir şeyler.” Durduğu yerde dönüp, tezgâhın üzerine sıraladığı şişelere baktı. “Vişne suyu olur mu?” Kaşlarımı hayretle havalandırdım, “Dalga mı geçiyorsun?” “Ciddiyim, sana verebileceğim tek sert içecek…” en başta duran cam şişeye uzanıp mantar tıpasını çekti. “Su katılmamış vişne suyu olur.” Hayret etmeye devam ederek vişne suyunun cam şişeden bardağa akmasını seyrettim. “Ne biçim bir bar bu böyle?” “Hastane politikasına uymak zorunda kalan bir bar...” yarısına kadar doldurduğu bardağı tezgâh boyunca kaydırarak önüme doğru itti. “İçiyor musun?” Hoşnutsuzluk içinde yüzümü buruştursam da reddetmedim. “Ne yapalım,” dedim. “Ver bakalım...” bardağı alıp, tatlı sıvıdan ufak bir yudum içtim. “Vişne suyu seni çarpmayacağı için üzgünüm.” Bir yudum daha içtim ve bir yudum daha… “Dert etme...” dedim başımı iki yana sallayarak. “Bir insanı düşünmek beni yeteri kadar çarpıp duruyor, zaten.” “Bir insan...” dedi iç çeker gibi. “Avukat’ın yerinde olmak isterdim.” İfadesine karşılık gözlerimi devirdim. Anlaşılan ona yeteri kadar gözdağı verememiştim. Bu nedenle konuşmayı kesip ona arkamı döndüm. Sırtımı tezgâha yasladım. Kulaklarımı yalnızca anlamsız şarkıyı duymaya adadım. Disko topunun renkli karanlığına dalıp kalabalığı izlemeye daldım. Bir yandan vişne suyunu yudumladım bir yandan da sağa sola bakındım. Gözlerim kalabalığı talan ediyordu resmen. Siluetlerin içine gizlenmiş yüzlerin kimlere ait olabileceğini çıkartmaya çalışıyordum. Dakikalarca bununla uğraşmıştım. Nihayetinde öyle bir dakika gelip çatmıştı ki ben… Vişne suyuna alkol katılıp katılmadığından emin olamadım. Disko topunun tam altında, morlu pembeli ışık yansımasının altında algılarımı paslandıran bir insan duruyordu çünkü. Açık kumral tonlarındaki saçları ortamın bütün güzelliğini emen birisi… Duruşu, çevresine bakınışı, birkaç adım atmaya gayret ederken sergilediği yürüme tarzıyla arkası dönük olsa da yüzünü tahmin etmekte oldukça başarılı olduğum birisi… Bedenimi mantığa bağlayan kablo yanık kokusuyla sarmalanmış, içten içe çürüyordu, şimdi. Gördüğüm kişi etrafına bakmayı bırakmadan geri geri yürümeye başlamışken ondan başka tarafa odaklanabilmem mümkün değildi. Kalbime bir şeyler battı sanki. Parmaklarım buz kesti. Basit bir bardağı taşıyacak gücüm dahi kesilmişti. Nefes alamadım, gözyaşlarımı kullanamadım. Sadece bakakaldım. Bu bir hayal miydi yoksa Kıvanç gerçekten buraya mı gelmişti? Şu zamana kadar aklımı kaçırmadıysam bile tam da şu zaman… Aklımı kaçırmam için oldukça cazipti. Elimdeki bardağı zor bela tezgâha bıraktım. Yüzümü avuçlarıma saklayıp derin derin soluklanmaya uğraştım. Burada olamazdı, en azından, gerçek olanı. Burada olması yaşadığım her duruma aykırıydı. Gördüğümün bir halüsinasyon olup olmadığını anlayabilmenin yüzleşmekten başka çözümü yoktu, sanırım. İçimde kabaran korkuya başkaldırdım. Bilhassa avuçlarımı kanatmak gayesiyle tırnaklarımı etime sapladım. Sonra ufak bir hesap yaptım. Onun geri geri yürüdüğü hizaya geçtim. Amacım onun bana, çarpmasını sağlamakta. Aramızda gerçekleşecek olan çarpışmanın, beni gördüğüm bu rüyadan uyandıracağına olan inancımsa tamdı. Tırnaklarımı batırdığım yerden ayırmadan bekledim. Hasta olduğunu kabul etmenin işlerimi kolaylaştıracağını bildiğim beynimin Kıvanç olduğunu düşündüğü kişi eri geri ilerledi, ilerledi, ilerledi. Bana çarpmasına yaklaşık on, on iki adımlık bir mesafe kalmıştı. “Haydi,” diyerek fısıldadım. Aramızdaki boşluktan geçen diğer insanlara söylendim, “Çekilin. Çekilin artık.” Zira bir an önce yaşayıp bitirmek istiyordum bunu. Altı, beş, dört… Kalp atışlarım coşuyorken dudaklarımı heyecanla kemirdim. Bangır bangır bağıran müziğin sesi, ilgi sahası değişen beynim tarafından kısılmıştı. Üç, iki, bir… Kıvanç olduğunu sandığım kişi bana çarptığında refleks olarak gözlerimi yumdum. Sert bir çarpışma olmuştu. Yüzünü tatsızlıkla buruşturup ağrıyan burnumu tuttum. Bana kalsa bu şekilde durabilirdim. Kıpırdamadan, nefes almadan, konuşmadan, burnumu tutmuş ve gözlerimi yummuş bir halde. Lakin bana kalan bir şey yoktu. Onlarca müdahalenin içinde yön vermeye çalışıyordum hareketlerimi. Yere düşmeyeyim diye kollarımı tutan ellerin sıcaklığını hissettiğim saniyede yumduğum gözlerimi açtım. Ağlamaya dünden razı olan gözlerimi kıramadım. “Kıvanç.” Kollarımdaki tutuşunu sıkılaştırdı. Midemi krampların saplanmasına neden olan bir tonlamada adımı söyledi, “Ahu...” Hayal değildi. Sahiden buraya gelmişti. Konuşmamaya yeminler ettiğim, düşünmemeye çaresizce gayret ettiğim, gerçeği ile arama giren kopya varlık bir şekilde karşımdaydı işte. Beni tutan kollarını ittim. “Ne işin var senin burada?” Fevri tepkime karşın kaşlarını çattı. “O kadar fazla kaçtın ki…” gerçek Kıvanç’ı bana yaşatan bir halde ensesini kaşıdı. “Bir an için seni asla yakalayamayacağıma inandım.” Elimin tersiyle yüzümü kuruladım. “Kaçmak mı?” tatlı tebessümü yüreğimi dağlıyor, sahte olmasına rağmen ona kapılmaya savuruyordu beni. “Oyun mu oynadığımı sanıyorsun?” “Eğer oyun oynuyorsan...” bana doğru yaklaştı. Elini uzatıp kolumu yakaladı. “Bu oyunu seninle birlikte oynamak istiyorum, senin karşında değil.” “Ne işin var senin burada, dedim,” korkuyordum, titriyordum, özlemiyle kavruluyordum gerçek Kıvanç’a ettiğim ihanetin acısıyla ölüp ölüp diriliyordum. “Hastanenin yerini nasıl öğrendin?” Başını yana eğdi. “Kuşlar söyledi,” derken takındığı muzip ifade beni irkiltmişti. Onun mesajlaşmak kolaydı. Onu görmemek kolaydı. Karşımda durması, kaybettiğim insanın tıpatıp aynısı olmasıysa büyük azaptı. “Beni nasıl buldun?” derken mantıklı ısrarımda direttim. “Seni buldum,” dedi. “Çünkü ben hayatım boyunca seni arıyormuşum.” “Bırak edebiyat yapmayı da doğru düzgün cevap ver, bana.” “Doğru düzgün bir şeyler istiyorsun demek...” bakışlarını bedenimde dolaştırdı. Yeninden uzandı ve beni yeniden tutuşuna hapsetti, “Elbise çok yakışmış.” “Doğru düzgün bir şey söyleyecektin...” ona karşı çıkacak kuvveti bulmak yorucuydu. Ve ben, çok yorgundum. Elini kolumdan ayırmaya girişsem de, etkisizdi. Başaramamıştım. “Bırak kolumu.” “Hayır,” dedi kararlılıkla. “Hayır mı? Ne demek, hayır?” “Hayır, bu defa gitmene izin vermeyeceğim demek.” Instagram: hayalrafya |
0% |