Yeni Üyelik
53.
Bölüm

ELLİ BİR

@hayalrafya

Ağlamaktan yorulmuştum. Ağlamaktan tükenmiştim. Ağlamaya devam edebilecek takatim de kalmamıştı. Üstelik… Gözyaşlarımın getirdiği büyükçe bir de dezavantaj vardı. Gözyaşlarım nedeniyle onun karşımdaki yüzü puslu bir hal alıyor; beni ona –doyasıya- bakmaktan alıkoyuyorlardı.

Tüm bu ters etkenleri aynı çatının altında topladım. Çatıyı yıkıp tüm etkenleri toza dumana karıştırdım. Direncimin sınırlarını esnettim. Ağlamayı güç bela da olsa bırakabildim. Gözlerimin içinde kalan yaş kırıntılarını ise kirpiklerimi art arda kırpıştırarak yokluğa bağışladım.

Artık görüşüm netti. Onun yüzü benim için ciddi bir nimetti. Disko topundan etrafa saçılan mavi, mor, pembe, yeşil, turuncu, sarı ve kırmızı renkli ışıklarım izdüşümü teninde emiliyordu. Varlığı, ışıklarla birlikte öylesine nefes kesici bir uyum meydana getirmişti ki kolumu tutuyor; kendini –doğrudan- bana hissettirmiyor olsaydı şayet… Dans etkinliği için özel olarak sipariş edilmiş bir dekor malzemesi olduğunu sanabilirdim, kolayca.

Kolayca. Kolayca.

Ona bakmayı sürdürüyorken komada terk ettiğim halinin gerçekliğini unutmak ne de basitti, usulca.

Komadaki hali. Komadaki hali.

Sağ elimin parmaklarını yumruk haline getirdim. Bu şekilde, kolumu kavrayan elinin tutuşu gerilmişti. Stres hali içinde, dudaklarımın içini kemiriyorken doğru bildiğim eylemi gerçekleştirmeye kararlı, gerçek hali uyansın diye ona kapılmamak ve onu kendimden uzaklaştırmak konusunda –umutsuzca- ısrarcıydım. Israrım canımı derinlemesine yakacak olsa da.

Tuttuğu kolumu ona bıraktırmak üzere hamle yaptım. En başta, hamleme hazırlıksız yakalanarak sendelemişti. Ancak bu sendeleyiş, bizi ayırmaya yetmemişti. Parmaklarını sıkıştırdı. Üzerimdeki gücünü arttırdı. Bileğini saran metal saatin kenarındaki çıkıntı ise –sertçe- tenime battı.

Dişlerimin arasından konuşarak, “Bırak kolumu,” dedim. Bile isteye kötücül bir tavır takınmıştım. Zira aksi bir davranış hem benim ona hem de onun bana daha çok bağlanıp kalmasına sebebiyet verecekti. Ve bu sebebiyetin sonucu iki kişilik bir kapıyla sonuçlanacaktı. En son isteyeceğim şey ikisinin de bir anda benden kayıp gitmesi olurdu.

Sözüme karşılık başını iki yana salladı. Kolumdaki hâkimiyetinden faydalanarak beni kendine doğru çekti. “Bırakmayacağım. Kıpırdama, Ahu.”

Saatindeki çıkıntı –baskısından dolayı- acıtmanın ötesine geçti ve tenimi zedelemeye koyuldu.

“Çek elini,” dedim tane tane.

“Rahat dur.”

“Uzaklaş benden.”

Aramızdaki mesafe milimlerle ölçülecek bu seviyedeyken… Bakışları, gözlerime odaklanmakla dudaklarımı seyre dalmak arasında kararsızlık yaşıyordu, sanki. “Uzaklaşayım senden,” diyerek tekrarladı ve gülümseyerek mevzuyu uzattı. “Bunun için çok geç kaldım.”

Boştaki elimin işaret parmağını ona doğru salladım, “Bak,” yutkunmak için duraksadım. Zaten zordu. Ona karşı direnç geliştirmek zaten zordu. Bir de yetmezmiş gibi direncimi un ufak etmeye uğraşıyordu. “Bak, seni son kez uyarıyorum.”

Yüz hatlarına yakışan gülümsemesi, durduğu yeri benimseyerek derinleşti. İşaret parmağımı tuttu; aramızdan çekti. “Uyarılarına kulak asacağımı sanmıyorum.”

İşaret parmağımı ona doğru salladığıma pişman olmuştum. Zira iki elim de onun esiriydi.

“Neden geldin ki sen buraya?” gelmeseydi, telefonumun içinde, düşlerimin kuytu bir köşesinde barınsaydı sadece… Varlığını reddetmem, zaman tutulmasına tepki göstermem, bir tek gerçek versiyonunun varlığına bağlı kalmam mümkün olurdu en azından.

“Konuşacağız,” diyerek kendini açıkladı.

“Seninle konuşmak isteseydim…” kendimi geri çekmeyi yeniden denedim. Yeniden, bana izin vermedi. Üstelik daha yakınımdaydı, şimdi. “Seninle konuşmak falan istemiyorum. Seninle konuşmak isteseydim telefonumu akvaryuma atmazdım.”

Gözlerini şaşkınlıkla açtı. İrislerinin içini bürümüş yeşil, saatinin tenimde bıraktığı acı hissiyatını adeta katladı. “Telefonunu akvaryuma mı attın?”

“Telefonumu akvaryuma attım.”

“Telefonunu akvaryuma atmış olamazsın.”

Giydiğim topuklu ayakkabılara rağmen ondan kısa duruyor olmak sinirlerimi bozuyordu. Parmak uçlarımda yükseldim. Boyuna az da olsa yetiştim. “Gel gidelim,” dedim meydan okuyarak.

“Nereye?”

“Üçüncü kata.”

İç çekti, “Üçüncü kata mı?”

“Üçüncü kata.”

“Ne yapacaksın bana?” tek kaşını kaldırıp başını biraz yana yatırarak devam etti. “Üçüncü katta.”

“Seni, uygulamalı olarak akvaryumla tanıştıracağım.”

“Şu hırçın tavırların beni sana daha çok çekiyor, haberin olsun.”

Dilediği gibi konuşuyordu. Uzunca düşünmüyordu. Hissediyor ve derhal uygulamaya geçiyordu. İkilemde kalmıyordu. Ne canı yanıyordu ne de vicdan azabından kavruluyordu. Çünkü bilmiyordu. Hayatının bağlı olduğu asıl varlıktan haberi yoktu. Zaman tutulmasının bir ürünü olarak karşımda durduğundan haberi yoktu. Ona karşı beslediğim duyguları pekiştirirsem… Yaşamının söneceği tehlikesinden haberi yoktu. Ona kapılıp rüzgârında savrulursam öleceğinden haberi yoktu. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Bilmiyordu ve mutluydu. Bilmemek sahiden mutluluktu. Cahillik, ömür uzatıyordu.

Kendime olan öfkemden, ona olan çaresizliğimden dolayı kriz geçirmeme ramak kalmıştı, neredeyse.

“Beni. Derhal. Bırak.”

Karanlığa rağmen çenesini kastığını fark ettim. “Seni bırakmayacağım,” dedi. Parmakları koluma gömüldükçe gömüldü. Takındığı keskin tavrı neticesinde, saatindeki çıkıntı hepten yara işlemişti tenime.

“Seni bırakmayacağım ve sen de derhal kıpırdanmayı keseceksin.”

Çoktan kuruttuğum yaşlar gözlerimin içini hafif hafif yakıyor olsa da bakışlarımı dalga geçercesine kısmayı başardım, “Yapma ya…”

“Dediğimi yapacaksın,” dedi. O benim sabrımı sınıyorken ben de onun sabrını sınıyordum belli ki.

Sırf benden vazgeçsin diye çıkışımı sürdürdüm, “Dediğini yapacak mıyım?”

“Aynen öyle.”

“Sen, bana dediğini yaptıramazsın.”

“İddialaşma benimle.”

“İddialaşırsam ne olur?” bu defa, ona yaklaşan taraf bendim. “Kimsin ki sen?”

Bakışlarım ve tavrı aynı anda yumuşadı, “Kimim ki, ben?” diyerek sorumu tekrarlamıştı. “Âşık olduğunu söylediğin adamdım,” dedi. “Bir zamanlar…”

Âşık olduğumu söylediğim adam; âşık olduğum adam.

Benim aşkımı başlatan kişi, o değildi. Başka bir versiyonuna âşık olmuştum ben; gerçek olan versiyonuna. Oysa kopyalanmış versiyonu da tıpkı gerçeğini aratmayacak bir heyecanda çarptırıyordu kalbimi çırpındırırcasına.

Sesimin titreyeceğini bile bile adını söyledim, “Kıvanç.”

“Ahu…” diyerek fısıldadı. Etrafımızda dolaşan şarkı, çok fazla gürültünün birinci muhatabıydı. Yine de onun ses tonundan patlayan fısıltı kulağımın yakaladığı yegâne çığlıktı.

Dudaklarımı birbirine bastırıp derin derin soluklar aldım. “Geri çekil.”

Bana doğru eğildi. “Hiç niyetim yok.” Sonrasında kolumu tutan eline baktı. “Sen de geri çekilmeye niyet etmesen iyi olur.” Parmakları, saatinin çıkıntısı nedeniyle tahriş olmuş tenimi okşadı. “Kendine zarar veriyorsun.”

“Çok mu önemsiyorsun?”

Başını ağır ağır iki yana salladı, “Hem de nasıl önemsiyorum…”

“Önemsiyorsan, bırak.”

“Önemsediğim için bırakamam.”

Cildine vuran disko topunun ışıkları altında, ona teslim olup sürüklenmek istiyordum umarsızca. Zihnimin başlattığı kopya-gerçek savaşının ortasında, baltaları yakıp yalnızca kendimi feda etmek amacıyla ikisinin de hayatta kalmasını istiyordum, doyumsuzca.

‘Keşke,’ dedim içimden. ‘Gerçekten delirseydim. Böylece tutarsız davranışlarıma tahammül edebilirdim.’

“Seninle konuşmak istemiyorum,” diyerek yineledim. “Ne yapacaksın, zor mu kullanacaksın?”

“Neden olmasın?” söylediğim, dâhiyane bir fikirmişçesine gülümsedi. “Ben seninle konuşmak istemezken sen de zor kullanmamış mıydın?”

“İkisi aynı şey değil. Sana yalnızca mesaj atıyordum.” Çünkü çektiğim özleme katlanamıyordum.

“Eğer kendini birdenbire ulaşılmaz kılmasaydın, ben de sana yalnızca mesaj atacaktım.”

Kolumu bile isteye saatin çıkıntısına bastırdım ve aklımı uçuran gözlerinin yemyeşil şahitliğinde kendimi yaraladım. “Ne bu? Kurtuluş yok mu senden ya…”

“Her zaman bir kurtuluş yolu vardır.”

“Öyleyse hemen şimdi, bana senden kurtulmanın yolunu göster, Avukat.”

Kolumu aniden bıraktı. Boşluğa düşmüş gibi hissettim.

“Dans et, benimle.”

“Ne?”

“Duydun.”

“Anlamadım.”

“Romanına bir dans sahnesi yazmıyor muydun?”

“Evet ama-”

Konuşmaya devam ettiğim esnada sözümü kesti. “O sahneyi benimle beraber canlandır.”

Ona baktım. Salondaki çılgın kalabalığa baktım. Pervane misali dönen disko topuna baktım. “O yazdığım… Basit bir roman.”

Omuzlarını silkti. “Her yazar yazdıklarının canlanmasını istemez mi?”

“Hımm…” diyerek mırıldandım. “Kaç kez kitap yazdın da bu kanıya vardın?”

Başını eğdi. Ensesini kaşımak için kendine kısaca izin verdi. “Bir şey itiraf etmem lazım.”

“Kitaplarla alakan yok.”

“Biliyorsun.”

“Bunu da biliyorum.”

“Yapma.”

“Neyi yapmayayım?”

“Benimle dans etmen için bahane bulmaya çalışıyorum.”

Bakışlarına kazıdığı yoğun istek, aşırı sıcak olan şu salonda, kutuplara terk edilmişim gibi ürpermeme sebep oluyordu. “Beceremiyorsun,” dedim cılız bir sesle.

“Yani?” diye sorduğunda anlamıştım. Galiba başarmıştım. Pes etmesini sağlamıştım. Şu an kaçıp gitsem, arkamı dönsem ve koşsam… Peşimden gelemeyecekti.

“Ne, yani?”

“Beni ret mi ediyorsun?”

Dişlerimi alt dudağıma geçirdim. Kanatana kadar ısırdım. Titreyen bedenimi devamlı nefeslerle yatıştırmaya çalıştım. Tırnaklarımı sapladığım avucumdan, doğru düzgün acı bile kazanamadım. Bir ikilemin içinde on bin parçaya ayrıldım.

Bir kereden bir şey olmazdı. Oysa en güçlü bağımlılıklar bir kere ile tarihe yazılırdı. Ben ihanetin avladığı bir riyakârdım; yemyeşil gözleri umutsuzlukla önümde bekliyorken ona daha fazla karşı koyamadım. Tam da benden uzaklaştığı bu kısacık aralıkta ona yeniden bağlandım.

“Sorun da bu ya…” dedim ıstırapla. “Karşımda durduğun sürece seni reddedemiyorum.”

Bakışları parladı. Ya da ışık oyunları nedeniyle ben öyle sandım.

“Sonunda,” dedi.

“Sonunda, ne?”

“Duymak istediğim cümle…” Yukarıya kıvırdığı dudaklarının kenarlarına çöken tatlı kıvrımların sebebi miydim, şimdi ben?

“Ahu,” sol elini –tutmam için- bana doğru uzattı.

Uzattığı eline hipnotize olmuşçasına baktım. “Söyle, Kıvanç.”

“Bir şarkının içinde, kaybolsana benimle birlikte…”

Elimi uzattığı elinin içine bıraktım. Sıcacık parmakları, parmaklarımın etrafını anında sarmıştı. Böylece kesinleşmiş oldu. Çünkü aşkımı ona karşı zapt etmem mümkün değildi. Dizginleyemediğim duygularım yüzünden asıl varlık ölecekti. Kopya da varlık ölecekti.

Bu hikâyenin sonunda Kıvanç ölecekti. Öldüren de ben olacaktım; sırf onun başka bir haline yeniden âşık olduğum için.

 

 

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%