@hayalrafya
|
Elinden elime akan bir güç vardı, sanki. Damarlarımı ısıtıyordu. Beni olmazlara inanmaya mecbur bırakıyordu. ‘Belki’ diye düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi. ‘Zamanda benim için de bir alternatif vardır, katil olmayacak kimliğimi yaşatır.’ Parmaklarını çıldırtan bir yavaşlıkta parmaklarımın arasından geçirdi. Bu sahne, romanıma yazdığımdan bile daha güzeldi. Gözlerini bir saniye için bile gözlerimden çekmedi. Geriye doğru attığı adımlarla beraber beni, kalabalığın merkezine, disko topunun tam altına kadar çekiştirdi. Ortak salonu inleten şarkı fena halde hareketliydi; yavaşlığa karşı olağanüstü bir sabırsızlık taşır gibi. Ama o, aceleye tamamen zıt gitti. Beni de yavaşlığına uyum sağlar hale getirdi. Nazikçe tuttu bileklerimi. Ellerimi ensesine özenle yerleştirdi. Kollarını belime doladığında, sağladığı desteğe rağmen, yer kayıyordu ayaklarımın altında. Böylece ona tutunurken bulmuştum kendimi. Yok edeceğim adama, hayatta kalmak için tutunmuştum adeta. Ve disko topunun altında, bir deli kalabalığının direkt ortasında, gereksiz bir şarkının nöbet alanında, saçma sapan bir uyum içerisinde; bir o kadar da yavaş hareketlerle dans etmeye başlamıştık. “Bir daha…” Sakince öksürerek boğazını temizledi. “Bir daha gitmeyeceğini söylemiştin,” dedi. Bakışlarımı onda sabitleyemedim. Omzunun üzerinden, arkasında kalan kalabalığı gözetledim. “Gitmek istememiştim.” Bakışlarımı kaçırmamın da etkisi vardı belki, gözlerini yumuverdi. “Ahu…” eğildi, alnını alnıma yaslayarak dinlendirdi. “İstemediğin eylemlerin neden içindesin?” Yaptığını taklit ettim. Ben de gözlerimi yumdum. Burnuma vuran parfümünün eşsiz kokusunu soludum durdum. Ona teslim olup gitmemin kaderi, bir pamuk ipliğine bağlıydı resmen. “Böyle olması gerekiyordu.” “Söylesene…” Belimdeki kollarının yetkisini kullandı, beni biraz daha kendisine çekti. “Kim gerekli kılıyormuş bunu?” “Zaman,” dedim ve sona kalan ucuz menteşeye bir yumruk da ben indirdim. “Zaman,” diyerek mırıldandı. “Zamanla alıp veremediğin ne, senin?” “Zaman ve ben…” kokusunu solumak hiç iyi değildi. Baştan aşağıya uyuşturuyordu bünyemi. “Zaman ve ben… Paylaşamıyoruz, işte.” “Neyi?” diye sordu merakla. “Seni.” Tatlı tatlı güldü. Gülüşüne gizlediği ezgilerle beni süründürdü. “Biliyor musun,” dedi sonra, gülüşüne tezat bir mutsuzlukla. “Söz vermeler konusunda beni haksız çıkartmanı dilerdim.” Gözümden bir damla yaş düştü. Düşen yaş, ceketinin kumaşında söndü. Beni söz bozan birisi olarak etiketlemişti çoktan. Ancak asıl versiyonu uğruna gerçek kıldığım sözleri ne aklı alırdı ne hayali; ne mantığı kabul ederdi sırf onun için yaptıklarımı ne de bağlandığım yüreği. “Bu fikrini değiştirebilirim,” dedim. “En güzel sözleri kullanarak zihnine girerim. Düşlerini boyar, gözlerinin önüne resimler çizerim. “Ve sen…” canını bilhassa yakayım diye tırnaklarımı ensesine batırmaktan çekinmemiştim. “Yeniden inanırsın bana.” Tıpkı bir dolandırıcı gibi konuşuyordum. Çünkü o, dolandırılmak için gelmişti yanıma; dolandırılacağını kabul ederek çıkmıştı karşıma. “Yeniden inanır mıyım acaba, sana?” başını hafifçe kıpırdatarak tırnaklarımın keskin baskısından kaçındı. “Sana ve tutmakta berbat bir iş çıkarttığın sözler repertuarına…” kısa bir an için kendi kendine homurdandı. “Kulağa epey zor bir işi başarmaya uğraşacakmışsın gibi geliyor.” “Dert değil,” dedim soğukkanlılıkla. “Kolayı bana denk gelmez, zaten.” Belimi kavradığı elinin tekini yumruk haline getirdiğini hissettim. “Aklının içinde dönüp duran her bir düşünceyi bilmek isterdim.” Güldüm. “Bilseydin, aklının kaçırırdın.” O da güldü. “Aklımı kaçırmak için sence de doğru yerde değil miyim?” “Sahi…” dedim. Arada kaynayarak erimiş bir bilinmezi, sordu soruyla yeniden dirilmişti. “Sen, bu doğru yere nasıl geldin?” “Defalarca kez aradım,” dedi. “Açmadın. Mesaj attım, geri dönüş yapmadın.” Bile isteye geri çekildi. Beni de kendisinden uzaklaştırmıştı şimdi. Açtığı gözleri, açmama sebep olduğum gözlerimi ilgiyle izliyorken ekledi, “Not yazıp güvercin ayağına bağlayamadım. Ateş yakıp mesajımı dumanla da yollayamazdım.” Nefesini sıkıntıyla dışarıya üfledi. “Anla işte,” dedi dermansız derdinin neticesinde. “Sana ulaşmam gerekiyordu.” Kolları arasındaki mayıştıran sıcaklıkta, korkuyla ürperdim. Zaman tutulmasının mekanizması nasıl çalışıyordu? Kopya hali, asıl hali ile hangi anıları ortaklaşa depoluyordu? Nasıl oluyordu da her seferinde bana gerçek versiyonunu hatırlatan sözleri söylemeyi başarabiliyordu? Onu nasıl yeniden seslendirebiliyordu? Farklı yollardan gittiklerini söylememiş miydi, Yaşlı? Aynı cümleleri birebir tekrar etmesi, nasıl bir dayanağın ardından önüme düşüyordu? Yüzüne daha fazla bakmaya dayanamadım. İçimi parçalayan gözlerinin yeşiline tutuklu kalırsam sahiden çıldıracaktım. Bu nedenle ensesindeki tutuşumun gücünü kullandım. Onun bana doğru biraz fazlaca eğilmesini sağladım. Sonra da yanağımı yanağına bastırdım. “Bana ulaşamadın. Ve çıkıp geldin.” “Ve çıkıp geldim.” “Aldığın davaları da kazanman gerekiyor ama olmuyorsa olmuyor deyip bırakıyorsun, üstelemiyorsun...” parmaklarımı ensesinden yukarıya doğru ilerlettim; saçlarının içine sızdırdım. “Buraya gelme meselesini neden üsteledin?” “Çünkü sen...” diyerek fısıldadı. “Herhangi bir davadan farklısın...” başını az biraz geriye yatırdı. Parmaklarıma daha büyük bir yetki sahası tanımladı. “Bana ilkleri yaşatan bir varlıksın.” İlklerimi yaşatan ilk insan; en sevdiğim adamın ilk kez olmuştum ilklerini yaşatan. Bundan daha ironik çok az olguya rastlanırdı, herhalde. “İlkler,” diyerek söylendim; aslında içinde bulunduğum ağrılı duruma isyan etmiştim. “İlkler…” parmaklarımı saçlarına hepten gömer şekilde, başını aralıklarla ve hafif hafif geriye yatırıp duruyorken ekledi, “Kaybetmek istemediğim ilkler…” İlkler kaybedilmek istenmez miydi, yoksa önceleri olmadığı için derine işlemekte mükemmeller miydi? Derine gömüldükçe, ruhun köklerine uzanan arsız sarmaşık misali. “Hastanenin yerini nasıl buldun?” diye sordum. Başını yeniden hareket ettirdi. Yüzünü kapatan kirli sakalın telleri, tenimi ciddi bir hoşluk bırakarak çizdi. “Aslına, pek bir şey yapmam gerekmedi.” Elimi saçlarından çektim. Ondan ayrılarak bakışlarını önüme getirdim. “Nasıl yani?” Saçlarını hükümdarsız bırakmam moralini bozmuşçasına homurdansa da, “Sen ve bu hastane… Adeta yoksunuz yeryüzünde,” diyerek soruma cevap vermişti. “Araştırdım. Soyadımın sağladığı tüm avantajları kullanarak araştırdım ama ne senin izine rastladım ne de hastanenin.” “Ne yaptın, peki? Oturup çaresizce bekledin mi?” Kaşlarını çattı. Parmaklarının ucunu alnıma dökülen kısa saç tutamlarında dolaştırdı. “Oturup çaresizce beklediğim anda işler değişti.” “Kim değiştirdi?” “Yaşlı.” Yaşlı, her taşın altından çıkmasa olmuyordu, değil mi? “Yaşlı,” diye sordum. “Ne yaptı?” “Beni buldu.” “Seni buldu, sonra?” “Bir anlaşma yaptık.” Yaşlı, ciddi bir kâhindi. Yeteneklerinin boyutuna hayal gücü dahi ermezdi. Hastaneye ayak bastığım ilk günlerde anlatılan şehir efsanelerinin başlıca çıkış noktasıydı kendisi. İki cambazı bir ipte oynatıp, aksi bir hal olduğunu kimseye sezdirmezdi. Onunla iyi geçinebiliyor oluşumun gerekçesi de buydu ya. Ben sadece konuşuyordum. Onunla anlaşma yapmıyordum. Onunla anlaşma yapılmaması gerektiğini civardaki herkes bilirdi. Keşke civara adım atmadan önce daha temkinli davransaydı, beyefendi. Sessiz düşüncelerimi özetleyerek, “Yaşlı, Rumpelstiltskin gibidir,” dedim. “Onunla yaptığın anlaşmanın sonu, seni bitirir.” “Varsın bitirsin.” Umursamıyordu. Umursamadığını direkt açık ediyordu. “Şimdi, kollarımdasın ya… Değmediğini söyleyemezsin.” “Ne bu halin?” “Ne varmış halimde?” “Gelmeden önce şiir kitabı falan mı yuttun, sen?” Kendine güvenle, “Ne o,” derken çarpık sırıtışını sergiledi. “Etkileniyor musun, yoksa?” “Bayıyorsun, Kıvanç.” “Öyle mi yapıyorum?” “Öyle yapıyorsun.” “Öyleyse biraz daha gayret et.” “Ne için?” “Bakışlarının da sözlerini desteklemesi için.” “Şu karanlıkta bakışlarımı göremezsin.” Avucunu, sırtım boyunca, bir aşağı ve bir yukarı kaydırdı. “Hissetmemi de engelleyemezsin.” Hislerinin ayarı bozulmasın diye onu kendime çektim, yine. Dans etmeyi es geçmiştik birlikte. Ona sarıldım. Karşılığını bulmak konusunda da zorlanmadım. Söz konusu dans etkinliğinden sonra Yaşlı ile yeni bir hesaplaşmanın içine girmem gerektiğini kendime tembihleyerek, “Anlaşmadan bahset,” dedim. “Nasıl bir anlaşma yaptın?” Çenesini omzuma yasladı. “Miras davasında onu temsil etmeyi kabule dersem,” diyerek konuşmaya başladı. Konuşurken omzuma değen dudaklarının sıcaklığı, sevimli bir öpücüğü andırırcasına kavuşuyordu bedenimle. “Beni, seninle buluşturacağını söyledi.” Davranışlarıma halim olabilmem, artık, mümkün değildi. Burnumu boynuna dokundurdum. Kokusunu duyumsayıp defalarca kez mest oldum. “Bu vaadi duyar duymaz anlaşmayı kabul mü ettin?” “Burada olduğuma göre…” “Davayı kaybedeceksin.” “Yaşlı, kaybetmeyi dert ediyormuş gibi değildi. Onu beni gayet iyi tanıtmışsın. Kazanmayı gerçekten isteseydi bana anlaşma teklif etmezdi.” “Karşılığında… Başka bir şey istedi mi?” Duraksadı. Düşündü. Açıkladı. “Basit bir kâğıt imzalattı.” “Basit mi?” “Basit gibi gözüküyordu.” “Gibi gözüküyordu da ne demek?” “İmzalattığı kâğıdı okumadım, demek.” Hislerim dingin olsaydı şu anda, vurdumduymazlığını sorgulardım mutlaka. Ancak onula kurduğu yakınlık, aklımı buzluğa kaldırıyordu. “Nasıl okumadın? Avukat olduğuna emin misin, sen?” dedim alçak perdeden. “Sen, bendeki tüm mantığı almadan önce…” iç çekti beni imha edercesine. “Kısmen de olsa avukattım.” “Of, Kıvanç ya…” “Sadece, anı yaşasan keşke.” “Geleceğin geldiğini bile bile mi?” “Boş ver,” bana yaslandı. Şakağını şakağıma çarparak bir çeşit dinlenme ortamı hazırladı. “Gelecekle, gelecekte ilgileniriz.” Mahallenin öğüt veren teyzesi gibi cık cıkladım. “Çok kayıtsız olmuşsun, sen.” “Merak etme. Değişmedim. Hâlâ dert ediyorum, ama sadece bunu erteliyorum.” Şarkı değişti. Mikrofonu kapan bir hasta, anlamsız sözcüklerini bizlere bildirdi. Defalarca kez anons geçildi. Anlamadık. Şarkıyı takibe de almadık. Bir tek birbirimizde kalıp; disko topunun ışıkları üzerimize yağıyorken, öylece, birbirimize sarıldık. “Hastaneye girdiğinde,” dedim. “Rehber gördü mü seni? Ya da… Sen gördün mü Rehber’i?” “Rehber mi?” “Rehber.” “Rehber kim?” “Doktorum.” “Doktorunu hiç görmedim ki, onunla karşılaşıp karşılaşmadığımı bileyim.” Kıskançlığın ne yeriydi ne de zamanı. Fakat kıskançlığım ne doğru yeri bilirdi ne de zamanı. “Rehber’i görsen, anında tanırsın,” dedim. “Nasıl biri?” “Delinin teki.” Kahkaha atarak gülmekten kaçınmadı. “Burada herkes deli, biliyorsun değil mi? Biraz daha spesifik olman lazım.” “Pekâlâ…” dedim. Ona âşık olan bir kadını etraflıca tanımlamayacaktım, elbette. Yine de… Karşılaşıp karşılaşmadıklarını anlayabileyim diye ifademi uzattım, “Boynunda stetoskopla gezen bir deli.” Başını omzumdan ayırdı. Yakınlarımızda bir yerlerde duran, doktor kıyafetleri içerisindeki genç bir kıza kafa karışıklığıyla baktı. Gözlerimi devirdim. Avucumu başının arkasına bastırdım. Zor kullanarak çenesini, omzumdan ayırdığı yere tekrar koymasını sağladım. “Hayır,” diyerek karşı çıktım, sonra. “O, değil.” Sahiden Rehber’i bulabilmek için bir defa daha etrafa bakınmaya yeltenmesineyse müsaade etmedim. “Onu aramak için bakınma.” “O zaman onu nasıl göreceğim?” “Görmediysen zorlama.” “Karşılaşmamızı istemiyor gibi bir halin var.” “Gibi az kalır. Karşılaşmanızı istemiyorum.” “Niye?” “Çünkü Rehber sana âşık.” “Bana âşık mı?” “Sana sırılsıklam âşık.” “Doktorunun bana âşık olduğunu mu iddia ediyorsun?” Aksi bira tavırla, “İddia etmiyorum. Gerçek olan bu,” dedim. Akabinde geri çekilen taraf bendim. Geri çekildim ve çenesini sıkıca kavradım. Gözlerini, göz hapsine aldım. “Keyifli mi buldun yoksa?” “Ne alakası var?” “Neden gözlerin parlıyor, peki?” dişlerimi birbirine çarpmamak adına direndim. “Söylesene, ikinci bir âşık fikri hoşuna mı kaçtı?” “Asla,” dedi. Çenesini tutuşumdan kurtardı. Burnunu, elmacıkkemiklerimin üzerinde usulca dolaştırdı. “Kıskanılıyor olmak hoşuma kaçtı.” “Baksana…” “Bakıyorum.” “Hastanenin havası hiç yaramamış, sana.” Belini dikleştirip alnını kırıştırdı. “O niye?” “Seni kıskandığımın hayallerini görüyorsun.” “Beni kıskanmadığın konusunda sahiden kendini mi savunuyorsun?” “Savunmakmış… Seni kıskanmadığımı doğrudan söylüyorum.” Başını aheste aheste salladı. “Şu Rehber…” “Ne olmuş Rehber’e?” “Nasıl biri demiştin?” “Dalga mı geçiyorsun?” “Belki.” “Bitiririm seni, Kıvanç.” “Beni zaten bitiriyorsun, Ahu. Artık bunu fark etmeye başlaman gerekiyor.” Fark ediyordum. Maalesef fark ediyordum. Fark etmeye de dayanamıyordum. Onu kendimden ayırmam gerektiği gerçeği içimi parçalıyordu. Onu kendimden ayırmak istemiyordum. Hiç. Zaten zar zor birleştirmiştik kaderlerimizi; birlikte çabaladığımız günlerin hepsini, elimin tersiyle itmek istemiyordum şimdi, benimle çabalayan insan tam da şu anda sarıldığım insan olmasa bile. “Yaşlı, karşıma çıkıp kendini tanıttığında çok şaşırdım,” dedi ansızın. “Neden?” “Onun kadın olduğunu sanıyordum.” “Neden?” “Bilmem,” dedi. “Oda arkadaşın, değil mi?” “Öyle,” dedim ve yaptığım hatayı anlar anlamaz düzelttim. “Öyleydi.” “Yani... Hastane politikası Bir kadınla erkeğin aynı odayı paylaşmasını izin veriyor mu?” “Vermiyor.” “Öyleyse, nasıl oldu da aynı odaya düştünüz?” “Buraya ilk yatırıldığımda...” dedim ve devam etmeden önce kısacık bir duraksama molası verdim. “Çok...” ellerimi omuzlarına bastırıp ondaki enerjiyi –bir nevi- kendime çektim. “Çok fazla kriz geçiriyordum.” Etkisinden çıkamadığım krizleri anmak dahi, sesimin çatallaşmasına yetmişti. “Ardı arkası gelmeyen, kesilmek bilmeyen krizler, işte.” Onunla kurduğum yakınlık, hislerime yetmiyormuşçasına, topuklu ayakkabılarımın ucunda tekrar yükselerek daha fazla maruz bıraktım kendimi ona. “Bu kriz anlarını yönetmekte en başarılı olan kişi, Yaşlı’ydı. On senedir burada kalıyormuş. Kriz yönetimi konusunda doktorları aşan bir deneyimi var.” Ona temas etmek adına kendimi paralıyordum. O ise belimdeki ellerini ustalıkla kullanarak beni kendinden ayırmayı başarıyordu. Beni yine kendinden ayırdı ve endişeli ifadesiyle yüzüme baktı. “Şimdi nasılsın?” “İyiyim,” dedim. Keşke kendi çekiminin bilincinde olmasını sağlayabilseydim. “Geçti.” “Nasıl geçti bu krizler?” Kocaman gülümsedim. “Sana mesaj attım.” Ona attığım mesaj, tamamen bir tesadüfün eseriydi. Bu tesadüfün kurucusu ise Yaşlı’nın ta kendisiydi. Ağlamaktan kendimi parçaladığım bir anda, elinde bir telefonla çıkagelmişti yanıma. “Bu ne?” diye sormuştum ona. “Telefon.” “Görüyorum. Ama ne yapacağım saçma sapan bir telefonla.” “Seni bu hale getiren kişiye mesaj at.” “Avukat’a mı?” “Seni bu hale getiren, Avukat mı?” “Sanki bilmiyorsun.” “Tamam, Avukat’a mesaj at.” “Dalga mı geçiyorsun benimle? Ne çeşit bir kaçıksın, sen? Onun komada olduğunu bilmiyor musun? Ne yapacak, komada yatmaya ara verip mesajıma cevap mı yazacak?” “Denemeden bilemezsin.” “Git başımdan. Sinirlerimi bozuyorsun. Başkasıyla uğraş.” Başkasıyla uğraşmamıştı. Yaşlı, ben mesaj atıncaya kadar başımın etini yiyip durmuştu. Sonuç olarak, beni bir zaman tutulmasına savurmuştu. Derken art arda konfeti patlattılar. Konfetilerin içindeki simli kâğıt parçaları başımızdan aşağıya döküldü. Kıvanç, kâğıt parçaları tamamen dökülüp bitinceye değin bekledi. Ardından elini saçlarıma götürüp, saç tutamlarımın arasına karışmış kâğıt parçalarını ayıklamaya koyuldu. “Bunca konfetiden sonra, bizim için düzenlenen bu etkinliğin tadını çıkartmamız şart oldu, artık.” “Bizim için düzenlenen etkinlik mi?” “Hepsi Yaşlı’nın fikriydi. Kimsenin ruhu duymadan senin yanına gelirsem başımızın belaya girmeyeceğini söyledi, aksi mümkün değildi.” Üstünkörü bir şekilde çevreye baktım, “Bolca gürültü ve bolca karanlık.” “Bizi saklayan mükemmel bir perde...” Parmaklarının saçlarımın arasında dolaşması, belli belirsiz baskılarla başımı okşaması öylesine güçlü bir güvenli alan oluşturuyordu ki tüm korkularıma, gözlerimi yumup sonsuz uykuya yatmayı diliyordum. “Ahu,” dedi hafif bir dalgınlık edasıyla. Yarım bir ifadeyle mırıldandım, “Hım?” “Saçlarına ne yaptın, sen?” “Kestim.” “Yazık olmuş.” “Tekrar uzar.” “Umarım... Tekrar uzadığını görebilecek kadar yanında kalırım.” “O ne demek?” “Beni, yeniden, ne zaman kendinden uzaklaştıracağını bilmiyorum, demek.” Omuzlarını tutmayı bıraktım. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Hasretini çektiğim yüz hatlarına doyasıya baktım. “Söylesene,” dedi sanki bana kırılmış gibi. Sorduğum soruyu cevaplaması bu kadar mı zordu?” Düşünebildiğim tek gerçek, çenesinin altını öpmekken ne sorduğu hakkında elbette bir fikrim yoktu. “Ne sormuştun?” Konuşmadan önce birkaç kez yutkundu. “Neden benim soyadını kullanıyorsun, Ahu?” Keşke gerçek olsaydı. O kaza hiç yaşanmasaydı. Aşkların güçlü kalması, acı çekmenin boyutu ile doğru orantılı olmasaydı. “Eğer öğrenirsen, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz,” dedim. “Eskimde sen yoksun...” derken ısrar etti. Yeşilini hatmettiğim gözleri, çaresizlik dilendi. “Eskiye dönmek isteyen kim?” İçimdeki çatışmaya karşı çıkamadım. Bunu sürdürmekten nefret ediyordum. O anda, nefretimi zincire vurdum. “Tamam.” “Ne, tamam?” “Anlatacağım,” dedim. Anlatacaktım. Sonunda, benden uzaklaşırsa bunu kendi isteği ile yapacaktı. Böylece onu kendimden uzaklaştırmak meselesi, benim kontrolümden çıkmış bir şekilde gerçekleşecekti. Anlatmayı bitirdiğimde aklını kaçırırsa şayet… Yaşlı, ona da bizim katta bir oda ayarlardı. Delirmesi, ölmesinden daha iyiydi. “Anlatacak mısın?” diye sordu. İnanamaması normaldi, tabii. “Anlatacağım.” “Ciddi misin?” “Çok ciddiyim.” Sağa sola baktı. Başının arkasını kaşıdı. Heyecan içinde dudaklarını yaladı. “Tamam,” derken ne yapacağını kestiremiyordu. “Ama burada olmaz,” diyerek ekledim. “Beni kaçırman gerekiyor.” Kaşları çatıldı. “Seni kaçıracak mıyım?” “Beni kaçıracaksın, Avukat Bey.” “Nereden?” “Hastaneden.” “Nereye?” “Başka bir hastaneye.” Kafası daha çok karışmıştı, elbette, “Ne?” “Beni hastaneden kaçıracaksın ve gideceğiz.” “Ta-tamam. Ama nereye gideceğiz?” “Birisinin yanına?” “Kimin yanına?” Ceketinin yakalarını sertçe kavradım. Dengesini sarsarak onu kendime yaklaştırdım. “Başka bir Kıvanç’ın yanına…” Instagram: hayalrafya |
0% |