Yeni Üyelik
12.
Bölüm

ON BİR

@hayalrafya

Akıl hastanesinde dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, kontrol saatleriydi. Kontrol saatlerinde uslu duranlar, ilacını tam vaktinde alanlar bayıltıcı iğnenin gazabından kurtuluverirdi.

Hasta bakıcı kapıyı kapatıp da dışarı çıktığında oturduğum yerden kalktım. Koşar adımlarla cam kenarına gittim. Dilimin altına sakladığım ilacı cam kenarındaki saksıda duran bitkinin toprağına gömdüm. Bu bitkiyi yetmiş yaşındaki oda arkadaşımla birlikte –ortaklaşa- kullanıyorduk. Şu ana kadar toprağa o kadar çok ilaç gömmüştük ki zavallı, minik limon fidanı yakında limon çiçeği yerine antidepresan açacaktı.

İlaçtan kurtulduktan sonra giysi dolabımın önüne geçtim. Dolabın iç döşemesini oyarak içine yerleştirdiğim metalden yapılma hatıra kutusunu kaptığım gibi yatağıma döndüm. Dört saat boyunca rahattım. Oda arkadaşım terapideydi ve hasta bakıcı da ikinci kontrole dört saatten önce gelmezdi.

Hatıra kutusunun kapağını açtım. İçinden telefonumu ve küçük, kare kâğıtlara pastel boyalarla çizdiğim yüz on üç adet çöp adam resmini çıkarttım. Geçmişte özenerek çizdiğim resimlere şimdi özlemle bakmaya başladım. Resimlerin tamamı aynıydı; yeşil gözler ve garip renklerin karışımı ile oluşturduğum açık kumral saç çizgileri. Çünkü resimlerin tamamı bir kişiye aitti.

Onu ilk kez görmemden sonra, ikinci görüşüme kadar geçen sürede aklıma geldiği her bir an için bir kare resmini çizmiştim.

Bir konuda haksızdı; şıpsevdi değildim. Onun aksine ben, bir tek onu sevmiş olsam da –korkmasın diye- yalan söylemek zorunda kalmıştım. Şıpsevdi olduğumu düşünmesi, akıl sağlığı için daha iyiydi. Zaten ikimizden birinin akıl hastası olması yetiyorken, bir diğerimizin de sağlığından olmasına gerek yoktu.

Öte yandan Avukat Bey bir konuda haklıydı da; resim koleksiyonumu tamamen adamıştım ona.

Resimleri bırakıp telefonumu elime aldım.

 

Siz: Yaşlı’nın bir sorunu var.

Avukat Bey: Yaşlı da kim?

Siz: Oda arkadaşım.

Avukat Bey: Oda arkadaşına yaşlı mı diyorsun?

Siz: Yetmiş yaşında.

Avukat Bey: Oda arkadaşın yetmiş yaşında olduğu için ona yaşlı mı diyorsun, nazik bir insan olduğunu düşünüyordum.

Siz: Oda arkadaşım yetmiş yaşında olduğu için kendisine ‘yaşlı’ diye hitap etmeli istiyor. İnsanların isteğini yerine getirecek kadar naziğim, evet doğru düşünmüşsün.

Avukat Bey: Beni fena bozuyorsun.

Siz: Cümlemin sonunu getirmemi beklesen bozulmazsın. Çok acelecisin.

Avukat Bey: Aceleme yetişemiyorsan konuşmayı sonlandırabiliriz.

Siz: Hukuk fakültesinde bunu mu öğretiyorlar?

Avukat Bey: Neyi?

Siz: Nasıl saldırıya geçeceğini.

Avukat Bey: Kısmen.

Siz: Saldırı silahlarını bir kenara bıraktıysan başa dönelim mi, Avukat Bey?

Avukat Bey: Dön bakalım başa.

Siz: Yaşlı’nın bir sorunu var.

Avukat Bey: Bana ne bundan?

Siz: Sorun, seni alakadar ediyor.

Avukat Bey: Hayatımda daha önce hiç görmediğim bir adamın sorunu beni nasıl alakadar edebilir?

Siz: Şahsını değil tabii ki mesleğini.

Avukat Bey: Avukatlık işi mi varmış?

Siz: Bir miras davası…

Avukat Bey: Hayır.

Siz: Neye hayır?

Avukat Bey: Miras davalarına bakmıyorum.

Siz: Ama avukatsın.

Avukat Bey: Miras davalarıyla ilgilenmeyen bir avukatım.

Siz: Daha önce ilgileniyordum.

Avukat Bey: Bu bir bağımlılıktı, soyadını paylaştığım akbabalar yüzünden bağımlı olmayı bıraktım.

Siz: Doğru ya, siz şehrin en önemli ve en zengin ailelerindensiniz.

Avukat Bey: Öyleyiz.

Siz: Miras davaları kâğıt uçak gibi havada süzülüyordur.

Avukat Bey: Öyle... Üstelik ailenin yüzde doksanı avukat olunca; uçakların çarpışması kaçınılmaz oluyor. İşler hiç olmadığı kadar çirkinleşiyor.

Siz: Onca çirkinliğin içinde seni tek başına bıraktığım için üzgünüm.

Avukat Bey: Beni tek başıma bıraksan keşke.

Siz: Telefon sayılmaz.

Avukat Bey: Neyse işte... Miras davası kotamı doldurdum.

Siz: Tamam, Yaşlı’ya konuşurum psikiyatrı durumu çözmeye çalışır.

Avukat Bey: Psikiyatr? Psikiyatrına miras davasını mı anlatacak?

Siz: Neden olmasın?

Avukat Bey: Psikiyatrlar sahiden bununla ilgileniyor mu?

Siz: Bizimle ilgileniyorlar; bizimle ve sorunlarımızla.

Avukat Bey: Nasıl oluyor?

Siz: Ne, nasıl oluyor?

Avukat Bey: Psikiyatrına ne anlatıyorsun, mesela?

Siz: Hasta- doktor gizliliği, sana bunu söylememi engelliyor.

Avukat Bey: Detaylara girme o zaman. Basitçe anlat.

Siz: Gerçekten, merak ediyor musun?

Avukat Bey: Gerçekten, merak ediyorum.

Siz: Pekâlâ... Kimisi duygularını, kimisi geçmişini, kimisi sıkıştığı şimdisini, kimisi de geleceğini anlatıyor. Kısacası herkes kendi hayatından bahsediyor.

Avukat Bey: Senin bahsettiğin kısım hangisi?

Siz: Hayatımın tamamı.

Avukat Bey: Hayatının tamamı, ne?

Siz: Sen. Benim hayatım sensin, Avukat Bey.

Avukat Bey: Psikiyatrına beni mi anlatıyorsun?

Siz: Senin dışında konuşmaya değecek bir şey yok ki aklımda.

Avukat Bey: Hiç tanımadığım bir doktora rezil oluyorum, desene.

Siz: Seni rezil etmem, merak etme.

Avukat Bey: Hastanenin genel işleyişi böyle mi, sadece terapiler mi var?

Siz: Bir günümü merak mı ettin, yoksa?

Avukat Bey: Anlatmaya hevesliysen, merak ettiğimi söylemekten çekinmem.

Siz: Dinleyicim sensen, fena hevesli olurum ben.

Avukat Bey: Anlat, öyleyse.

Siz: Her şey güneşin doğuşu ile başlıyor. Sabah uyanıyorum, ilaç içiyorum. Bahçeye yürüyüşe çıkarıyorum, sonra ilaç içiyorum. Ortak salonda diğer deliler zekâ oyunu oynuyorken ben romanımı yazıyorum ve yine ilaç içiyorum. Öğle yemeği vakti geliyor, yemekten sonra önüme ilaç getiriyorlar; terapi için sıram geliyor, terapiden sonra da ilaç içiyorum. Ve akşam, ilaç saatim gelene kadar odamda oturuyorum. Yaşlı’ya konuşuyoruz, sonra tekrar ilaç içiyorum.

Avukat Bey: Bu kadar çok ilaç içmen normal mi?

Siz: İlaçlar şartmış. Durumumun berbat olduğunu söylüyorlar.

Avukat Bey: Direkt sana mı söylüyorlar?

Siz: Hayır, hasta bakıcılar konuşurken duydum. Bitik haldeymişim.

Avukat Bey: Ahu...

Siz: Acıma bana.

Avukat Bey: İlaçların amacı ne?

Siz: Hım… Zihnimi dondurmak.

Avukat Bey: Zihnin donunca ne olacak?

Siz: Seni düşünmeyi bırakacağım.

Avukat Bey: Beni düşünmeni istemiyorlar mı?

Siz: Seni düşünmeyi bırakmamı istiyorlar, Avukat Bey. İyileşebilmem için senin, hatıralarımdan silinmen gerekmiş.

Avukat Bey: Şu ilaçlar…

Siz: Evet?

Avukat Bey: Başarılı oluyorlar mı, beni düşünmeni engelliyorlar mı? Beni, hafızandan siliyorlar mı?

Siz: Bilmem.

Avukat Bey: Nasıl bilmezsin?

Siz: İlaçları içmiyorum ki.

♡ 

 

Gözlerimdeki doluluk nedeni ile ekrana daha fazla bakamamıştım. Sonrasında yine mesaj atarsa dahi umurumda olmayacaktı. Telefonu hepten kapatıp yastığımın altına sıkıştırdım. Metal hatıra kutusunu ise yatağımın altına attım.

Yatağımın yumuşak yüzeyine sırt üstü uzandım. Avuçlarımla yüzümü kapattım. Bu defa kendimi tutmadım. Önce yavaş, ardından hıçkırıklarla ağladım. Ruhum ağrıyordu. Ağrılar bedenimi kıvrandırıyordu. Bitip giden her bir gün diğerinden daha meşakkatliydi. Rol yapmak canıma tak etmişti. İstediğim tek şey oydu. Ona yeniden bakmak, onu yeniden öpmek ve koklamak…

Hıçkırıklarımın çığlıya dönüşmesini engellemek için alt dudağımı ısırdım. Kim bilir neredeydi, ne yapıyordu, kimlerle birlikte soluk alıyordu? Oysa aldığım soluklar ciğerlerime yetersiz kalıyordu.

Parmaklarımı saçlarımın arasına daldırdım ve sarı tutamları gaddarca çektim. Başımda dinmek bilmeyen bir ağrı dolaşıyordu. Ben yine onu düşünüyordum, midem bulanıyordu. Nefretten değil, onu düşünmenin verdiği heyecandan. Yüzünün çirkin olmasından dolayı değil, fikirlerime sızan suretine duyduğum körkütük tutkudan.

Yaşlı, yavaşça kapıyı açıp odaya girdiğinde –yavaş olmasına rağmen- irkilmiştim istemsizce. Aksak adımlarla yatağıma doğru yaklaştı. Ben ona bakmıyorken bana tepeden bir bakış attığını hissettim. Cık cıklayarak halimi kınadı. Kendi yatağına otururken iç çekti, “Her zaman söylerim…”

Yüzüstü yatmayı bıraktım. Cenin pozisyonu alarak sağ tarafıma –ona doğru- döndüm. Avuçlarımı yüzümden çekmedim. Ağlamayı kesemedim yine de ilgimi çekmeyi başardığı için parmaklarımın arasından ona baktım. İyice uzamış sakallarına mavi boncuk diziyordu. “Neyi hep söylersin?”

Yarım yamalak güldü, “Güzel kızların kötü çocuklardan hoşlanmaması gerektiğini.”

Yattığım yerden bir ok misali fırlayarak doğruldum. Gözyaşlarının tuzu yanağımdan aşağı, boynuma süzülüyorken hıçkırıklar arasından zar zor konuşarak ona işin gerçeğini anlattım, “Ben ondan sadece hoşlanmıyorum ki, ben ona sırılsıklam âşığım. Aşkından kör olmadığım bir saniye bile yok. Hissettirdiği aşk öyle yoğun ki…”

Dudaklarımı birbirine bastırarak soluklandım. Öyle devam ettim, “Sanki kalbimi almış; sıkıca avuçlamış ve parmakları arasında acımasız sıkıyor. Kalbimi her sıkışında kanıyorum. Daha çok, daha çok kanıyorum. Ama Ah, Yaşlı…”

Başımı geriye doğru yatırdım, en son hatırladığım kokusu; gül ve sigara aromalarının iç içe geçtiği kokusu burnumu sızlattı. “Kanamak öylesine fazla zevk veriyor ki; anlatamam.”

Yaşlı birkaç saniye boyunca durdu. Elinden birkaç mavi boncuk kaydı, çınlayarak yere düştü. Fakat o aldırmadı. Bana baktı. “Sen kafayı yemişsin, kızım.”

Omuzlarımı silktim. “Kafayı yediğimiz için burada değil miyiz, zaten?”

Birbirimize bakmaya devam ettik. İki dakikanın sonunda bakışmayı kesen o olmuştu. İçten bir kahkaha attı. Kahkaha atmaya devam etti. İster istemez, kahkahası yüzüme bulaşmıştı. O andan sonra hem ağladım hem güldüm. Çokça da Avukat’ı düşündüm; hastalığımın sebebini, hastalığımın düpedüz kendisini.

Loading...
0%