@hayalrafya
|
Aramayı yanıtlayacaktım. Ondan gelen aramayı reddedemezdim. Onu reddedemezdim. Öte yandan aramayı yanıtlayacak olduğum fikri beni geriyordu. Bildiğim hali karşımdaki hasta yatağında öylece yattığı için; bilmediğim halinin beni araması, mutluluğuma sebebiyet verip ayaklarımı yerden kesecek değildi ya. Odadaki mutlak soğukluğa rağmen terlediğimi hissettim. Dudaklarımı yaladım. Sırtımı yaslandığım cama doğru bastırdım. Kafamı aşağı- yukarı sallayarak aklımdan geçen kararlılığı kendimce onayladım. Bu hale düşmemin esas sorumlusu kimdi? Kıvanç’ın aniden bir klonunun ortaya çıkması mı yoksa sahip olduğum hayal gücünün henüz keşfetmediğim sınırları mı? “Hayal değil,” dedim kendi kendime. “Bir şeyler oluyor ama hayallerim yüzünden değil.” Telefonumun zil sesi habersizce kesilmesin diye geçip giden dakikalardan daha fazla çalmadım. Çatlak ekrandaki yuvarlak, yeşil ikonu yukarıya kaydırdım. Aramayı onayladım ve telefonu kulağıma taşıdım. İlk birkaç saniye boyunca ikimiz de sessiz kaldık. Nefes alıp verirken dinledim onu. Kulaklarım, nefes alıp verirken çıkarttığı hafif ıslığa aşinaydı. Yeniden aynı aşinalıkla sarmalanmaksa muazzamdı. Arsız olduğumu düşünmeden edemiyordum. Cansız bedeni komadayken ben, onun bir başka hali ile konuşacaktım. Gidiş yolları farklı olsa da sonuç aynıydı tabii. Ben ona tutkundum. “Ahu,” dedi en nihayetinde. Adımı söylerken a harfini uzatması, h harfinde iç çeker gibi yapması, u harfini kısa kesmesi… Her detayı, bildiğim versiyonu ile tıpatıptı. Adımı sesinden duymak fena güzeldi. Adımı sesinden duymaya hasret kalmıştım. Aynı şekilde karşılık vererek, “Kıvanç,” dedim. “Gerçekten biliyorsun.” “Neyi?” “Adımı. Adımı gerçekten biliyorsun.” “Adın ne ki…” gözlerimi kapattım. Üzerine makinaların gölgesi düşmüş bembeyaz yüzünü değil, adliyede tanık olduğum –hiddetle kuşatılmış- çehresindeki canlılığı aklıma taşıdım; algılarımın hoş kabul ettiği canlılığını. “Seninle ilgili daha neler biliyorum neler…” her seferinde, onun hâlihazırda hayatımda olduğunu vurgulamak istemiyordum. Onu rahatsız etmek pahasına bile olsa, vurgulamadan rahat da edemiyordum. “Seninle ilgili olanı biteni bilmek bana zevk veriyor.” Önce kendi kendine homurdandı. Sonra düşüncesini bana açtı, “Kamere şakası gibi…” “Kamera şakası… Bunu sana düşündürten ne?” “Hiç tanımadığım biri tarafından seviliyor olmak…” ufak bir hışırtı duydum. Yaşadıklarındaki bulanıklığı dağıtma gayesi ile –durduğu yerde- hareket etmiş olabilirdi. “Beni neden seviyorsun ki?” sorusuyla içindeki karışıklığı çözmek uğruna efor sarf ediyordu. Öylesine eşsizdi ki… “Seni neden sevmeyeyim ki?” “Yani, yanlış anlama ama… Aile içinde bile pek fazla sevildiğim söylenemez.” Bakışlarımı hasta yatağındaki halinden uzaklaştırdım. Ve rol yapmaya uğraştım. Konuşma sonlanıncaya değin, komada yatan halinin karşısında oturmuyormuşum gibi rol yapmaya… “Ailen haklı.” “Beni sevmemek konusunda mı?” Söylediklerime şaşırmakta haklıydı. Çünkü ben ona çok karşıt âşıktım; genel kabule çok karşıt. “Evet, seni sevmemek konusunda.” “Yapma. Bu kadar övgüye (!) dayanamayacağım artık.” Akabinde, ona aklımı çelmesinin ilk gerekçesini açıkladım, “Devamlı mutsuzsun. Hep depresifsin. Bakış açın karamsar, başarısızlığın bir numaralı müdavimisin. Sen, dert ehlisin.” İç çekti, “Çok yaratıcı konuşuyorsun.” “Kalbimdeki yerini tanımlamaya gayret ediyorum.” “Sevgiden ziyade…” dedi emin olmayarak. “Beni, kalbinin sevgisizlik odacığında tutuyor olabilir misin?” “Hayır. Sana aşkımın merkezinde geniş bir yer ayırdım.” “Konuşman aksini savunur gibi.” Makinaların ritmik çağrısı, yüreğime elektroşok okları sapladı. Sevdiğim adam tam da önümde yatarken ben, onun tıpkısı olan bir başkasına sığınıyordum. Tıpkı bir zavallı gibi, bir başkasına sığınıyordum. Sırf, onsuzluğa katlanmaktan tükendiğim için. Sırf, bencilliğim öteki yüzünü bana döndüğü için. Epey alçak bir tonlamayla, “Böylesine çok,” dedim. “Böylesine çok… Olumsuz örnek oluşturabilecek davranışa sahip olduğun için seviyorum seni. Belki, mutluluk abidesi olsaydın yüzüne dahi bakmazdım. “Vay canına!” “Bana fazlasıyla zıtsın ve bu zıtlığın beni sana çekiyor, durmaksızın.” “Kulağa olumsuz örnek oluşturabilecek bir davranış geliştirmişsin gibi geliyor.” Buruktum. Yine de tebessüm ettim. “Seni sevmek olumsuz bir davranışsa davranışlarıma çekidüzen vermeye hiç niyetim yok.” “Belki bencillik diyeceksin belki de kendini beğenmişlik ama…” İkilemek düşerek duraksadığında onu teşvik etmiştim cümlesinin devamını yazmaya, “Konuşmaya devam et, Avukat Bey. Sesini biraz daha duymak istiyorum.” Dediğimi yaptı ve konuştu, “Böylesine derinden sevilmek hoşuma gitmeye başladı.” Konuştuğunda gülümsüyordu. Anlamamak içinse her duyguya kör olmak gerekiyordu. Sonrasında yine sustuk. Sanki kullandığımız alfabenin tarihi geçmişti. Benim için sorun değildi. Onun telefon hoparlörüne vuran nefes eslerini hit şarkı niyetine dahi dinleyebilirdim. Ancak onun için aramızdaki ilişkinin bütün katmanları yabancıydı. Haliyle, yabancı olan taleplerimi sorgusuz sualsiz karşılayamazdı. Oturduğum fayans zeminde destek alarak sırtımı dikleştirdim, “Beni neden aradın, Avukat Bey?” Telefonunu yeniden kıpırdattı. Yeni bir hışırtı sesi kulağımda yankılandı. “Kafamı dağıtmak için.” Sıkıntısını defedecek çareyi bende araması beni memnun etmedi desem yalancılıkta seviye atlamış olurdum. Ona takılarak, “Kafanı dağıtmak için beni mi kullanıyorsun?” diye sordum. “Galiba…” bir müddet boyu sessiz kalışının ardından ekledi, “Seni kullanmamdan rahatsız mı oldun?” Beni rahatsız etmeye gücü yetecek en son kişi bile değildi. “Aksine,” dedim. “Beni kullanman hoşuma gitti.” Güldü. Tebessümden ya da ufakça gülümsemeden öte, sesli bir gülüştü. Epey de ahenkli. “Gerçekten,” dedi. “Farkında mısın bilmiyorum ama ansızın antidepresanım oluverdin, Ahu. Seninle konuşmak acımı azaltıyor. Açtığın saçma mevzular beni mutlu ediyor. Yetersiz biri olduğumu unutuyorum. Bana bir değerim olduğunu hissettiriyorsun.” Onun hayattaki değerini hesaplayamazdım. Fakat nezdimde sahip olduğu değer herhangi bir ölçü birimi ile sınırlanamazdı. Kıymeti benim için sonsuzluktaydı. Yine de sevinemiyordum. Benimle az biraz ilgilenmeye başlamasına, aklına sahiden düşmüş oluşuma, tattığı kötü duygularını beyninden ayıklayışıma sevinemiyordum bir türlü. İç sesim, ‘sen bu Kıvanç’a kapılarak kendi Kıvanç’ına ihanet ediyorsun’ diyorken de asla sevinemezdim. Ne artık ondan kopabilir ne de artık tam anlamıyla sevinebilirdim. “Şu anda, seni aramasaydım,” diyerek sürdürdü konuşmasını. “Muhtemelen… Hırsızın ailesini düşünüp durmaktan dolayı kendi cenazemi planlardım.” “Şöyle konuşma…” hasretini çektiğim bedene baktım. “Daha büyük kavuşmamızı yaşayamadık bile.” “Büyük kavuşma… Epey iddialı.” Onunla konuşmak bedenimi uyuşturmuştu. Ancak geçen zamanın gayet tabii farkındaydım. Babam aşağıda beklemekten sıkılır, buraya gelir ve beni komadaki Kıvanç’ın yanında; hayal ettiğime inandığı diğer Kıvanç’la konuşurken yakalarsa… Bu defa tolerans göstermezdi. Oturduğum yerden kalktım. Hırsızın ailesini kast ederek, “sana bir şey yapmalarına izin verme,” dedim telefona. “Seni, senden başkası koruyamaz.” “Denerim,” dedi. Onu bilmesem bile tanıyordum. Denemeye yeltenmeyecekti bile. “Tamam,” dedim. “Tamam.” Sesinden zar zor koptum. Telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdım. Yüzsüzlüğümden nefret ederek hareketsizce yatan Kıvanç’a yaklaştım. Alnını, gözkapaklarını, kirpiklerinin başlayıp bittiği noktaları, yanaklarını uzun uzadıya öptüm. Gözyaşlarım yüzüne damladı ve ben onu öptüm. “Üzgünüm,” dedim zayıf bir sesle. “Beni affet,” derince nefesler aldım. “Seni seninle aldatıyorum ve buna karşı koyamıyorum.” Sonra onu yeni baştan öptüm. Yoğun bakım ünitesini terk ettiğimde kafam daha önce tecrübe etmediğim kadar darmaduman ve karmakarışıktı. Resmen bir ilişki üçgenine düşmüştüm; Ahu’lu Kıvanç, Ahu’suz Kıvanç ve Kıvanç’sız Ahu. |
0% |