Yeni Üyelik
32.
Bölüm

OTUZ BİR

@hayalrafya

Hayatım altüst olmuştu. Sanıldığının aksine altı üstünden daha çok elem veriyordu. Alabora dünyamı biran evvel düzeltmezsem şayet su altında nefes alabilmeyi acilen öğrenmem büyük önem arz ediyordu.

Geldiğimde kullandığım gibi merdivenleri kullanarak dönmüştüm gerisingeri. Babam bana söylediklerinden milim şaşmamıştı. Arabasının içinde oturuyor –acil servis girişinin az uzağında bekliyordu.

Yaz, yavaş yavaş, son günlerinin elini eteğini gezegenimizden çektirmeye hazırlanıyor gibiydi. Akşama yaklaşan havayı esinti, göğü kara bulutlar kaplamıştı.

Açık bıraktığım saçlarım dört bir yanımda savruluyorken arabaya yaklaştım. Kapısını açıp dakikalar önce terk ettiğim arka yolcu koltuğuna yerleştim. Babam öndeydi; şoför koltuğunun yanındaki yolcu koltuğunda. Aynı ortamda bulunsak da –kendince vebalı olduğumu düşündüğü için- aramıza mesafe bulaştırmayı tercih ediyordu.

Dikiz aynasını eğip büktü ve ufak aynayı iletişim aracı ilan ederek bana baktı. “Uzun sürdü.” Bakışları, davranışlarımda bozulma arıyordu. Oysa ben yalnızca bozuk çevremi taklit ediyordum.

Parmaklarımla oyalanmaya koyuldum, “Vedalaşmalar beni zorluyor.”

“Onun ne halde olduğunu gördün mü?”

“Gördüm.”

Bana inanmadı, “Gerçekten, gördün mü?”

Kulağıma temas ederek tüylerimi şaha kaldıran sesin sahibi, bir telefon hattının ucunda capcanlıyken ne gördüğümü gerçekten biliyordum ne de duyduğumu, “Gördüm.”

Babam kendi kendine homurdanmasının ardından ekledi, “Durumunu doktorlarla konuştum.”

Tıp tamamen kandırmacaydı. Ancak babamı dinlemeyi sürdürdüm, “Uyanmasının mucize olduğunu söylüyorlar.”

“Hı-hım.”

“Mucizelerle ilgili bilmen gereken bir şey var, Ahu.” Dikiz aynasının açısını –yeniden- şoför koltuğuna göre ayarladı. “Asla gerçekleşmezler.”

“Tesellin için minnettarım, baba.”

Çenesiyle bir hareket yapıp, “Sür,” dedi direksiyonu tutan yabancı adama.

Araba bir hastanenin önünden ayrılırken diğer hastanenin önüne gitmek için yola koyuldu.

Oturduğum yere yaslandım. Camı sonuna kadar açtım. Ağlamaktan dolayı yapış yapış olmuş cildimi yağmurun habercisi tatlı rüzgârın insafına bıraktım.

Babamın söylediklerinin bir tanesini bile kabul etmedim. Doğru bulmadım. Çünkü ben düpedüz biz mucizeye âşıktım.

 

Bulutlar çarpıştı. Bir şimşek çaktı. Ortalığa kül beyazlı, silik sarılı, koyu lacivertli ışıklar saçıldı. Gökyüzünün hiddeti yeryüzünün körpe dinginliğini sarstı.

Yabancı adam, akıl hastanesinin dikenli tel örgü ile hudutlarına ulaşır ulaşmaz arabanın frenine asılmıştı.

“Bir ihtiyacın olursa terapistinle haber gönder bana,” dedi babam. Artık sinirlerinin kat sayısı azalmıştı. Sanki benden kurtulacak olmak onu rahatlatmıştı.

“Terapistimle haber göndermeme gerek yok,” dedim. “Zaten o, benimle ilgili ne var ne yoksa anlık olarak aktarıyor sana.”

“Benimle aksi aksi konuşma, Ahu. Bana kızgınsın ama senin iyileşmen için uğraşıyorum.”

Benim için uğraşmayan yalnızca bendim. Kıvanç için uğraşan yegâne kişiydim. Çünkü teşhis kesindi. Evrenin temel işleyişine aykırı kaçsa bile ben hasta değildim.

Ona dönmeden, “Hoşça kal, baba,” dedim.

Kapıyı açıp arabadan indim. Ben iner inmez tozu dumana katarak hastane bölgesinden uzaklaşmışlardı.

Bir iki yağmur damlası üzerime atladı. Yürüdüm. Beni hastanenin bir hayli uzağında bıraktıkları için yürüdüm. Yağmur kıyametini kopartan göğün altında bir müddet yürüdüm. Ta ki melek heykelinin başında nöbet tuttuğu süs havuzuna varıncaya kadar.

Havuzun kıyışandan dolaşıp hastane binasına gireceğim esnada, “Hey,” diyerek bağırmıştı birisi bana.

Duraksadım. Bana bağıran kişiye çevirdim yön cetvelimi.

Yaşlı, havuz başında oturmuş; onu ıslatan yağmura karşı gülümsüyordu. Ellerini sallayarak beni yanına çağırdığını belirten bir işaret yaptı.

Yağabileceğim daha kaliteli bir aktivite olmadığından Yaşlı’ya eşlik ederek havuz başında oturmak fikri iyi görünmüştü algılarıma. Hastane binasını es geçip ona doğru adımladım. Yanına ulaştığımda benim için açtığı kamp sandalyesine oturdum.

Termos kapağına doldurduğu dumanı taze çayı bana uzattı. O, akıl hastanesinin keyfini çıkartan nadir delilerdendi.

“N’aber kaptan?”

Şimşek senfonisi sözlerini yutsa dahi ne demek istediğini anlamıştım. Verdiği çaydan bir yudum içmeden önce sordum, “Kaptan mı?”

“Kaptan ya… Karadeniz’de gemileri batırmış gibisin.”

“Kaptan…” hayatımın aşkının hayatını yağmalayan bir kaptandım. “Benden olsa olsa korsan olur.”

Beni babamdan daha fazla önemseyen Yaşlı, oturduğu yerde öne doğru eğildi. Yüzümü görmeye çalıştı ve candan tarzıyla ekledi, “Ne oldu sana?”

“Çok…” yukarıda asılı bulutlardan fırlayıp çayımın içine atlayan yağmur damlalarını seyrettim. “Çok uçuk bir şey oldu.”

“Terapiden sonra ortalarda görünmedin. Nereye gittin, kızım?”

“Babam,” dedim. Sarf ettiğim en manasız ifadeydi. “Ziyaretime gelmiş.”

Babamı tanıyordu. Bu nedenle, “Büyük patron,” der demez uzun soluklu bir ıslık çalmıştı. “Derdi neymiş?”

Yer yer ıslanan saçlarımın omuzlarıma binen ağırlığı altında eziliyordum. “Bana gerçekleri tekrar ispatlamak…”

“Gerçekler mi?” diye sordu. Elbette ki anlamamıştı. Zira bildiği bir tane Kıvanç vardı.

Başımı sallayarak onu onayladım. “Gerçekler…”

“Söylesene, senin gerçeğin ne, kızım?”

Çay dolu termos kapağını daha fazla tutamayacağıma karar verip yere bıraktım. “Babam beni Avukat’ın yanına götürdü.”

“Nasıl?” derken ki hayreti üç boyutluydu adeta. Kamp sandalyesini benimkine yaklaştırdı. Çünkü hızını çoğaltan yağmurun türküsü konuşmamızı baltalıyordu.

“Seni Avukat’ın yanına götürdü de ne demek? Avukat seni hatırlamıyor ki.”

Kafamı eğdim. Yüzümü ıslak avuçlarıma gizledim. Çaresizlik kemiklerimi rendeliyordu resmen. Varlığım un ufak olurken hiçbir şey yapamıyordum vaziyetimin vahametinden.

“Ben… Ben çok büyük bir paradoksun içindeyim, Yaşlı. Paradokstan çıkmaya çalıştıkça…” içli içli ofladım. “İplerine daha çok dolanıyorum.”

“Bak bana,” tuttuğu ellerimi yüzümden çekti. “Ne oldu?”

Avukat’ın bir anımızı hatırladığını yazdığı mesajın aslında olmadığını söylediğinde hevesimi kırmıştı. Daha birçok şeyi yalanlar korkusuna kapılmış, Yaşlı’ya kendimle ve Avukat’la ilgili yaşadıklarımızı anlatmak konusunda isteksizleşmiştim. Ancak son olanlardan sonra…

Başımda baygınlık yıldızıymışçasına çember çizen mevzuları birisine anlatmazsam eğer asit yutmuş gibi eriyecektim. Ve ardımdan yas tutan bir aşığım asla olmayacaktı.

Babam bana inanmıyordu. Babam bana deli muamelesi yapıyordu. Öte yandan Rehber, babamın muhbiriydi. Kıvanç ise beni hasta olarak lanse eden sebebe kaynak olmaktan ibaretti.

Neticede Yaşlı, yaşadıklarımı anlatabileceğim en uygun deliydi.

Ona anlattım; araba kazasını, komaya girme durumunu, hastaneye yaptığım ziyaretleri ve ziyaretlerimden birinde gördüğüm onun kanlı canlı halini…

Gerisini biliyordu zaten.

Yağmur muydu yoksa ben bozuk musluk misali gözyaşlarımın pınarlarını yine açmış mıydım?

“Sence gerçekten deliriyor muyum?” diye sordum.

Yaşlı, sakallarındaki boncukları dalgın hareketlerle yokluyorken gülümsedi. “Delilik, gerçeklere kör olanların uydurduğu bir etiketten ibaret.”

Saçlarımı başımın arkasına savurdum. Yaşlı, anlattıklarımı; Kıvanç’tan iki tane olmasını saçmalıktan ibaret bulmadığını söylüyordu resmen. “Nasıl yani?”

Kamp sandalyesine yaslandı. Ayakkabısının ucunu yerdeki ufak su birikintisine batırdı. “Senin yaşadığın durum gayet makul.”

Ne olmasını istediğimi bilmiyordum. Yaşadıklarıma hayal denmesine de yaşadıklarımın normal bulunmasına da itiraz ediyordum. “Ne?” dedim bağırmaya yaklaşarak.

“Sen, zaman tutulması yaşıyorsun, kızım.”

Buna bir ad koyduğuna inanamıyordum. “Zaman tutulması da ne?”

“Zaman tutulması oldukça güçlü bir doğa olayıdır. İnsanlar doğdukları anda onlarla birlikte uzay- zaman boşluğunda bir zaman çizgisi oluşur.” Zaman çizgisini temsil eder gibi işaret parmağını havaya kaldırmıştı.

“Her bir zaman çizgisi bir insanı temsil eder. Yani her insanın kendine ait bir zamanı, kendine ait bir zaman çizgisi vardır. Herkesin zamanı kendisine hastır. Benim geçirdiğim bir saniye ile senin geçirdiğin bir saniye aynı olamaz. Çünkü bizler eşsiz varlıklarız. Ancak…”

Kavrayamadığım bir dert nedeni ile iç geçirmişti. “Ancak… Bazı zaman çizgileri duyguların etkisi ile birleşir.”

Kıvanç ve benim aramdaki en kuvvetli duyguyu fikir misali ortaya attım, “Aşk gibi mi?”

“Doğru,” diyen Yaşlı beni onayladı ve açıklamayı sürdürdü. “Aşk, iki insanın zaman çizgisini birleştirebilir.”

Sertçe yutkundum. Söyledikleri uçarıydı fakat mantığıma yatıyordu. “Ben Avukat’a âşık olduğumda ikimizin zaman çizgisi birleşti mi demek istiyorsun, yani?”

“Tek taraflı olacak iş değil,” dedi. Mevzu duyguları çözümlemeye geldiğinde hiçbir kalem yazmıyordu tabii. “İki insan karşılıklı olarak birbirine âşık olursa… Zaman çizgileri işte o anda birleşir.”

Melek heykeli gözüme oldukça korkunç görünüyordu artık. Yaşlı, son yaz yağmurunun soğuğundan korunmak için ıslak ceketine sarılıyorken ben duyduklarımın çılgın ateşi ile yanıyordum.

“Sizin aşkınız karşılıklı olduğuna göre,” dedi. “Zaman çizgileriniz kesinlikle birleşmiştir.”

Kulaklarımın arkası zonkluyordu. Sahiden, burada neler oluyordu?

“Tamam ama,” burnumun kemiğini sıktım sabırla. “Bunun Avukat’ın iki tane olması ile ne alakası var?”

Yaşlı’nın cevabı hazırdaydı. Her derde kendinde bir deva kurgulamıştı. “Zaman çizgilerinin birleşmesine neden olan duyguda –sizin için bu, aşk oluyor- meydana gelen güçlü dalgalanmalar, zaman çizgilerini derinden etkiler. Bu durumda, Avukat’ın komaya girmesi senin aşkın için büyük bir dalgalanmaydı.”

Her gün rastladığı bir vakaymışım gibi bana karşı omuzlarını silkti. “Senin yaşadığın üzüntü nedenli dalgalanma, haliyle, Avukat’ın zaman çizgisini de etkiledi. Ve ciddi bir zaman tutulmasına sebep oldu. Zaman tutulması sonucunda aslında başka bir zamana ait olan Avukat, senin şimdiki zamanına karıştı.”

Babamın baskısından, annemin prensiplerinden, soyadımızın taviz vermez kurallarından kaçabileyim diye kendime sihir tozundan düşsel bir coğrafya inşa etmiştim. Böylece günümü ikiye bölmüştüm; gündüz ve gece, bir gündüz bir gece.

Gündüz vakitlerinde bana verilen hayatı yaşamış, benden beklenen şekilde davranmıştım. Gece vakitlerinde ise kurduğum hayaller sayesinde periler diyarına yaptığım yolculuklarda bir ejderha avcısıydım.

Hayatın acımasızlığı bana yüklendikçe ben peri masallarına sığınmıştım. Sonra karşıma Kıvanç çıkmıştı. Ona bir intikam gününde rastlamıştım.

Kuleye hapsolmuş beyaz atlı prensim.

Benim için tüm bunlar masaldan ibaretti. En azından şu ana kadar.

Yaşlı, bahsini açtığı zaman tutulmasıyla bana ‘gerçek’ diyordu. Bana cücelerin, develerin, kötü kalpli cadıların, öcülerin, iyilik perilerinin, akıl almaz büyücülerin, başka zamandan gelen fani kimliklerin gerçek olduğunu söylüyordu. Hayal ettiklerimin hayal olmadığını söylüyordu.

Bir şimşek patladı. Oturduğum sandalyede sıçradım. “Başka zaman mı?”

Yaşlı, soğukkanlılıkla devam ettirdi konuşmasını, “İnsanlar doğduğunda oluşan zaman çizgisine öncü zaman denir. Ancak –başta öyle olsa bile- öncül zaman tek bir zaman çizgisi halinde kalmaz. Yapılan tercihler öncül zaman çizgisini dallandırır ve alternatif zaman çizgilerinin meydana gelmesine neden olur.”

“Avukat sana âşık olduğunda zamanda bir alternatif açıldı. Avukat’ın sana hiç âşık olmamış bir versiyonu, alternatif zaman çizgisinde oluştu ve o yoldan gitti.”

Tüm bunlar dehşet vericiydi. Dehşet verici şekilde açıklığa kavuşturuyordu beynimi kavuran yanıtsız soruların her birini.

“Yani kızım, senin hissettiğin güçlü üzüntü, sana âşık olmayan Avukat’ı alternatif zaman çizgisinden ayırıp, öncül zaman çizgisine –buraya getirdi. Onun seni unuttuğunu söylüyorsun ya…” ellerini başının arkasında birleştirdi. Keyifle kahkaha attı. “Kızım, bu Avukat seni hiç tanımamış ki unutsun.”

Bu, filmin tam ortasında filmi durdurup imleci en başa çekmekten farksızdı. Filmin bittiğini kabul etmektense yeniden başlayacağını kabul etmek, onu yeniden izleme arzusu ile hoplayan yüreğimi yatıştırıyordu. Peki, ya sonu nasıl olacaktı? Yine hüsran mı?

Çatık kaşlarımı düzeltmeyerek sordum, “Avukat’ın komadaki hali uyandığında ne olacak?”

“Bir zaman çizgisinde aynı insandan iki tane var olamaz. Eğer komada olan uyanırsa diğeri, öncül zaman çizgisinden silinir,” dedi Yaşlı. “Eğer komada olan uyanmazsa ikisi aynı öncül zaman çizgisinde yaşamaya devam eder. Her şey komaya sıkışmış Avukat’a bağlı. Asıl varlık olan, o.” Dizlerini ovuşturmak için duraksadı. “Diğeri… Yalnızca alternatif bir zamanın ürünü.”

İki tane eğer saymıştı. Üçüncü eğeri kim hesaba katacaktı? Söylemekten nefret ettiğim, vuku bulacağını zihnime dahi getiremediğim o eğeri…

“Ya…” dedim. Gözlerimi kapattım. Yumruklarımı sıktım. Yağmurun taşıdığı soğukluğu ciğerlerimi kattı. “Ya komada olan yaşamaktan vazgeçerse?”

Ölürse, diyememiştim işte.

Yaşlı, çenesini sıvazladı. “Asıl varlık yaşamazsa…” ve bana cümle biçimine getirdiği hançeri sapladı. “O zaman ikisi de yok olur. Asıl varlık yaşamazsa alternatifi silinir. Öncül zamanı alternatif zamanın kökü gibi düşün. Kök yok olursa dallar kurur.”

Kaç boyutlu bir satrançtı bu böyle? Koruduğum şah, daha kaç mata göğüs gerecekti bir seferde?

“Anlattıklarına inanması zor,” dedim dürüstçe.

Empati yaptı ve bana katıldı, “Öyle.”

“Tam bir deli gibi konuşuyorsun.”

Tekrar kahkaha patlattı. Göğü parçalayan şimşekler de ona arka çıktı.

“Yaşlı, bu…” saçlarımın diplerini çekiştirdim. “Bu… Bu çok doğaüstü.”

“Hayat zaten başlı başına doğaüstü bir düzen üzerine kurulu.” Ayakkabısının burnuyla minik su çamurunu karıştırmaktan usanmadı. “Filmler, diziler, kitaplar… Hayattaki doğaüstü boyutu görmeyi başaranlar tarafından üretiliyor.”

Babamın öğütleri, Rehber’in ayakları yere basan öğütleri… Tüm kulvarlarda ötekileştiriyorlardı beni. “Çok mantıksız,” derken adeta yakarmıştım.

“İşte bu,” dedi Yaşlı. Parmaklarını yüzümün ötesinde şıklattı. “Eğer bir olayı mantıken çözemiyorsan hayatın doğaüstü boyutunu görmeye başlamışsın demektir.”

İlk mesajlarımdan birinde, Avukat Bey’e her durumda mantık arayışına kapılmaması gerektiğini söylediğimi hatırladım. Oysa öylesine söylemiştim. Lafın gelişi, öylesine söylemiştim. Ama şimdi, sanki, mantığa sırt çevirirsem huzura erecektim.

“Şunu bil, kızım,” dedi Yaşlı. Aylardır çektiğim sancıyı gidermeye artık bir adım ıraktaydı. “Akıl hastanesine kapatılanlar deliler değil, gerçeği söyleyenlerdir.”

Çekinsem dahi kendimi engellemeyerek sordum, “Sen neden buraya kapatıldın, Yaşlı? Aslında kimsin sen?”

“Kâhin,” dedi. Sanki orada birisi varmış, sanki orada birisini görüyormuş gibi melek heykelini mühim bir hasretle izledi. “Ben bir kâhinim, kızım. Bir kâhin olduğum için akıl hastanesine yatırıldım.”

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%