@hayalrafya
|
“Yeni bir ateş söndürür başkasının yaktığını, Yeni bir acıyla hafifler eski bir ağrı.” Tıpkı Shakespeare’in yazıya aktardığı… Canımı acıtmıştı şimdiki ağrımın kaynağı. Zehirde oydu panzehirde. Düpedüz kanımı zehirliyordu, Lokman Hekim’in tedavisiyle. Kolumu tutan parmaklarının sıkılığı canımı bir hayli yakıyordu. Yanan canımdan şikâyet etmiyordum. Bu, bana onun sahiden hayatta olduğunu hissettiriyordu. Kopya olarak bile olsa… Tutuşunun altındaki tenim hem karıncalanıyor hem yanıyordu. Asıl olanı beni üzüyor; kopyası, üzüntüme su serpiyordu. Meraklıydı. Şaşkındı. Bana karı ilgiliydi. Bu yaşadıklarım sanki bir rüyadan ibaretti. Doğrulmaktan vazgeçti. Yatağından tamamen kalkıp karşıma geçti. Kolumu kavrayan parmaklarını bir açtı bir kapattı; gücünü sağlamlaştırır gibi, yeniden kaçmamam için uğraşır gibi. “Evimin yerini biliyorsun,” dedi. Soru sormaktan çok; söylediği, yaptığımın bir tespitiydi. Yutkundum. Fakat kupkuru boğazıma fayda etmedi. Dolan gözlerim yaş akıtmaya hazırdı. İkinci defa karşısındaydım, işte. Dokunuşu, ikinci defa, bana saldırmıştı. Bedenimi nasıl durduracaktım? Yeşillerine çöken kaygılı ifadenin hedefiyken ben, onun özlemine nasıl karşı koyacaktım? “Ben…” dedim. Derin derin nefesler çektim. “Ben senin bir gecede kaç kez uyandığını bile biliyorum.” Ne kadar sıklıkla nefes alırsam alayım sesimin titremesini durduramayacaktım, sanırım. Bana doğru bir adım attı. Adımlarıyla birlikte keskinleşen aramızdaki boy farkına meydan okuyabileyim diye başımı azıcık yukarıya kaldırdım. Sarı abajur ışığı yüzünün yarısına vuruyorken öylesine öpülesi görünüyordu ki… Ona saldırmamak uğruna yanağımın içini dişledim epey gaddarca. Tek kaşını havalandırdı, “Senin gibi birine odama nasıl girdiğini sormam da saçma olur, öyleyse?” Benim gibi biri; onun varını yoğunu hatmetmiş biri. “Benim gibi biri mi?” diye sordum. Başını yana yatırdı. Bana uzun uzadıya baktı. Şaşkınlığını atlatmış, tavrı eğlence avındaydı. “Hı-hım…” diyerek mırıldandı. “Senin gibi biri…” onlarca manaya yorumlanabilecek sırlar katmıştı; sesine, yüzüne, belli belirsiz gülüşüne. Lakin benim oturup mana şablonu çıkartabilecek vaktim yoktu. Zihnimin gerisinde bir yerlerde ‘asıl Kıvanç’a ihanet etme’ ibaresi çınlıyorken burada durduğum her dakikada kopyasının çekimine kapıldıkça kapılacaktım. O anda kendimi kaybetmem kaçınılmaz olacak, bu, bir doğum günü kutlamasından öteye taşınacaktı. Tuttuğu bileğimi –yüzümü buruşturarak- kıpırdattım. “Kolumu bırak.” Ayaklarının ucu ayaklarımın ucuna değinceye kadar üzerime yürüdü. “Söyledim,” dedi. Telaffuzu beni yine mest etti. “Bu defa bırakmayacağım.” Öylesine güzel kokuyordu ki gözlerimi yumarsam saatlerce yanında kalırdım. Ondan uzaklaşmak uğruna, aklımı başıma alabilmek uğruna deriye doğru adımladım. “Kolumu bırakmazsan,” dedi tehditten ziyade ona beni bırakması için yalvarır gibi. “Seni bayıltırım.” Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. Yüzünde patlak veren gülüşle beraber aklım, dudaklarının kenarında oluşan kıvrımlara takıldı. Ben Kıvanç’ı yalnızca sevmiyordum. Ben ona basit bir aşk büyütmüyordum. Ben ona direkt saplantılıydım. “Nasıl yapacaksın bunu?” diye sordu. Yüzüne vuran sarı ışık nedeniyle –hızlıca doğaçlama yaptım. “Abajuru kafana geçiririm.” “Bak sen…” başını biraz daha yana yatırdı. “Kıyabilir misin ki bana?” düpedüz dalga geçiyordu. “Zor olur,” dedim kararlılıkla. “Ama denerim.” Kendi kendine mırıldandı. Ne dediğini algılayamadım. Ancak bileğimi katiyen bırakmayacağı açıktı. Boştaki eliyle abajura uzandı. Fişini çekti ve ben neler olduğunu kavrayamadan önce abajuru açık camdan aşağı attı. Bakışlarım şaşkınlıkla büyüdü. Abajurun yere çarparken çıkarttığı sesi duyduğum anda –durduğum yerde- sıçradım. Vitraylı cam on binlerce parçaya ayrılmış olmalıydı. “Ne yaptığını sanıyorsun, sen?” dedim. Omuzlarını silkti, “Olasılıkları ortadan kaldırıyorum.” Gözlerini bilhassa kırpmamaya özen göstererek bana bakıyordu. Hâlâ tanımıyordu, varlığım hâlâ ona eskiye işli anıları canlandırmıyordu. Fakat beni sahiden öğrenmek istiyor gibi davranıyordu. Elimi göğsüne bastırarak bana doğru milim milim ilerleyen adımlarının önüne set çektim. “Daha fazla yaklaşma.” Buradan gitmem gerekiyordu. Acilen. “Rahatsız mı oldun?” “Ben…” gözlerimi yumdum. “Sadece…” yüzümü sıvazladım. “Ben…” kolumda hüküm süren elinden tenime akan tatlı sıcaklığa daha fazla direnemedim. Omuzlarımı yenilgiyle aşağı indirdim. “Ben hatırlayan halini çok özledim.” Onu asla suçlamıyordum. Hayatına daha önce hiç girmemiştim ki. Olmayanı hatırlamadığı için onu suçlayamazdım. “Üzgünüm,” dedi samimiyetle. Ansızın ciddiyete bürünmüştü. “Neyi, nasıl unuttuğumu bilmiyorum.” Saçlarımı izledi bir süre. “Sen de pek yardımcı olmuyorsun.” Zaman tutulması mevzusu beni bile sarsmışken ona neyi, nasıl açıklayacaktım ki? “Akıl sağlığını kaybetmemen için bazı şeylerin bir süre daha sır olarak kalması gerekiyor,” dedim. En azından bana tamamen alışıncaya kadar tek kişilik bu sırrı sürdürmek zorundaydım. “Peki,” dedi. Hiç diretmedi. “O zaman karşımda geçirdiğin vakti sırlar üzerine konuşarak geçirmeyelim.” Kolumu yeniden çekmeyi denedim. Burada daha fazla vakit geçiremezdim. Hastane yokluğumu fark etmeden, Yaşlı, ilacın etkisini atlatıp uyanmadan önce geldiğim yere dönmeliydim. “Gitmem lazım,” diyerek yineledim. “Bırak beni.” “Boşuna çırpınma,” dedi. “Esrarengiz prenses…” ki zaten işaret parmağı, önüme düşen saç tutamlarından birine nazikçe dokunduğunda çırpınmaya devam etmem imkânsızdı. “Ben sana bakmaya doyuncaya kadar elimin altında kalacaksın.” Neden böyle güzel konuşuyordu, neden bakışları içime işliyordu? Alternatif zamanın ürettiği bir kopyaysa şayet neden beni aslı kadar derinden etkiliyordu? “Kıvanç.” “Ahu…” bir şeyi henüz hatırlamışçasına alnını kırıştırdı. “Uyanmasaydım eğer çekip gidecek miydin, gerçekten?” “Planım buydu. Tabii, sekteye uğratmasaydın.” “Verdiğin söze ne oluyor peki bu durumda?” “Söz mü?” “Söz,” diyerek onayladı. “Sonraki seferde karşımda kalacağına dair verdiğin söz.” Ve onu eksik olduğu yerden vurdum, beni bırakması umuduyla, “Tanımadığın bir insanın verdiği sözlere güvenmemelisin, Avukat Bey.” Güldü. “Bir kereye mahsus olmak üzere, seni affediyorum.” “Beni neden affediyorsun?” “Çünkü şu yüzünle…” parmakları çeneme dokundu. Artık ona yönelmekten kaçan başımı kendine doğru kaldırdı. “Çünkü şu yüzünle beni fazlasıyla etkiliyorsun.” O benim yüzüme baktı. Ben de onun yüzüne baktım; hatırladığım yüzüne, hatıralarımla eşleşmeyen yara izlerine… En kıymetli varlığımın uğradığı saldırıdan geriye kalan yaraların eserine. “Keşke,” derken iç çektim. “Ben de senin için aynı şeyi söyleyebilseydim.” “Yapma.” Bir tiyatrocu misali yüzünü buruşturdu. “Kalbimi kırıyorsun.” “Baktığında kırılan aynaların yanında,” dedim. “Kalbin nedir ki?” Belki biraz sert konuşmuştum. Fakat benim olayım buydu, aramızdaki dinamik hep buydu; onu, taşıdığı gerçeklerle birlikte seviyordum. Sadece… Kopyası bunu bilecek kadar bizi tanımıyordu. “Şuna da bakın…” diyerek irdeledi. “Beni sahiden çirkin mi buluyorsun?” “Gördüğümü ortaya koyuyorum.” “Söylesene, Ahu… Çirkin bulduğun bir adama neden aşk dolu mesajlar atıyorsun?” “Eh,” dedim az biraz yatışan endişemin etkisiyle. “Ben de çirkinlikten etkileniyorum.” Güldü. Güldü. Güldü. Gülüşü beni de güldürüyordu. Bir kez daha gün gibi ortadaydı, işte. Kopyası ya da aslı fark etmez, benim dünyadaki tek tasam onun mutlu olmasıydı. “Bir dakika…” dedi anın farkındalığıyla gülüşünü silerek. “Ben abajuru aşağıya atmamış mıydım?” “Hem de hiç düşünmeden.” “Öyleyse… Bu ışık nereden geliyor?” Bahsettiği ışık oldukça cılızdı; cılız ve titrek. Yine de apaçık bir aydınlık etkisi yaratıyordu. “Komodinin üzerine bıraktığım kekin mumundan,” diyerek açıkladım. “Kek mi?” yüzüne benden çevirip komodine baktı. “Bana gecenin bir vaktinde kek mi getirdin?” “Özellikle gecenin bir vaktinde getirdim,” dedim. Tuttuğu koluma taktığım saati kontrol ettim. Oda karanlıktı. Yine de dışarıdan gelen solgun ışık saati görmeme olanak tanımıştı. “On ikiden önce,” diyerek ekledim. “Tam da şu sıralarda mumu üflemen gerekiyor, Avukat Bey.” “Bugün…” parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. “Ayın kaçı?” “Dilekçelerini yazarken tarihe bakmıyor musun?” “Baktığım tarihler aklımda kalıyor mu, sorsana önce.” Kolumu bırakmayacağı artık netti. Bu nedenle onu kendimle birlikte sürükledim. Komodinde duran keki aldım. Yüzüne doğru kaldırdım. “Üfle şu mumu,” dedim. “1 Eylül olmasına neredeyse saniyeler kaldı.” Keki elimden aldı. Mumu üflemeden önce kararsızlıkla bana baktı, “Kolunu bırakacağım.” Ona güven verebilmeyi umdum, “Merak etme, kaçamayacağım.” “Başıma vurmaya da çalışma,” diyerek uyarmayı ihmal etmedi. Kolumu ondan güç bela kurtardığımda gözlerimi devirdim. “Mumu üfle, artık.” Derin bir nefes almıştı. Ama kolumu tuttuğu yeri ovuşturuyorken ona çabucak mani oldum, “Dur.” “Ne oldu?” “Dilek tut.” Mumu seyretti. Bakışları kek ve benim aramda mekik dokudu. O, dileğini düşünceye kadar bekledim. Neyse ki çok uzun sürmemişti. Gözlerimin içine bakarak, “Dünyanın en güzel kızı,” dedi. “Sonraki kekimi de bana o getirsin.” Ve mumu üfledi. Mumdan çıkan duman aramızda asılı kaldı. “Dilekler hakkında bilmen gereken bir şey var,” dedim. Mumu çoktan çıkartmış, kekten ısırmıştı bile. Keki tüketmeye ara vermeden, “Neymiş?” diye sordu. “Sesli söylersen, gerçekleşmezler.” O anda donakaldı. “Tüh!” Onun pişman olmuş haline karşı tebessüm ettim. Sonra da elindeki kekten bir parça koparttım. “Neyse ne artık… İyi ki doğdun, Avukat Bey.” Ya boşa giden dileği için ya da zihninde kurduğu başka bir fikir içindi, bilinmez… Başını iki yana salladı. “Buraya kadar zahmet ettiğine göre… Bana hediye de almışsındır, herhalde.” Tekrardan komodine yaklaştım. Özenle paketlediğim hediyemi ona uzattım, “Aç bakalım, beğenecek misin?” Kaşlarını çatarak önce notumu okudu sonrasında hediyeyi paketten çıkarttı. Paketin içinden çıkan araba onda hayranlık uyandırmaya yetmişti. “Bu…” “Monte Carlo.” “1970,” diyerek sözümü tamamladı. “Bu… İnanamıyorum…” dışarıdan sızan solgun ışığın altında arabayı dikkatle incelemeye koyuldu. “Bu rüyalarımı süsleyen araba.” “Demek rüyalarına benden önce onu aldın,” dedim yapay bir kızgınlıkla. “Sanki seni rüyalarıma alabileceğim kadar çok zaman geçirmişiz gibi,” dedi. Manidar şekilde konuşmaya bayıldığını biliyordum. Yine de kopyasının da tıpkı aslı gibi Monte Carlo’ya bu denli tutkun olacağını kestirememiştim. “Yeter,” diyerek çıkıştım. “Biraz daha izlemeye devam edersen benden önce bir arabaya âşık olacaksın.” “Öyleyse ben de sana bilmediğin bir şey söylemeliyim…” Yanılıyordu. Elbette biliyordum. “Sen zaten bu arabaya âşıksın, değil mi?” “Sana bilmediğin bir şey söyleyebilecek miyim acaba?” “Dert etme, illa ki bilmediğim bir şeyler vardı.” Yine gülümsedi. “Teşekkür ederim.” “Olmadı,” dedim meydan okurcasına. “Ne olmadı?” “Teşekkürün olmadı.” Bana ne denli sıkıntı verirse versin, cümlemin devamını getirdim, “Bana kuru kuru mu teşekkür edeceksin, Avukat Bey?” Gülümsemedi derinleşti. Hızlı davranarak aramızdaki mesafeyi kapattı. Beklentiye onun gözlerine baktım. Rengine bayıldığım gözlerine çokça baktım. Bana doğru hafifçe eğildi. Dudaklarını yanağıma yaklaştırdığı esnada… Bunun devamının gelmeyeceği belliydi. Tıklatılan kapının çıkarttığı ses hazırlıksız yakalanmıştık. Aynı anda irkildik. Sanki arkasındaki kişiyi görebilecekmişiz gibi kapıya baktık. “Kıvanç,” dedi kapıyı tıklatan kişi. “Uyudun mu?” Kapıyı bırakıp bana döndü. Korku yüklü ifadesine aynı şekilde karşılık verdim. “Abin.” |
0% |