Yeni Üyelik
25.
Bölüm

YİRMİ DÖRT

@hayalrafya

Fotoğraflar en donanımlı koruyuculardı. Zamana miras kalmış anları dondurarak –sonsuza değin- saklarlardı.

Güneşin ilk ışıkları odadan içeriye süzülüp de yüzümü ısıttığında açmıştım gözlerimi. Gözlerimi açmamla birlikte onlarca donmuş anının kalıntısı üzerime hücum etti sanki. Ortam aydınlık değilken komodinde duran tek çerçevelik fotoğrafla baş etmek kolaydı. Aydınlıktaysa, etrafım sayısız saldırganla kuşatılmış; benimle savaşmak isteyen çokça fotoğraf vardı.

Eve, odaya, fotoğraflara baktıkça deli olduğum kanısına inanmam imkânsızdı. Tüm bunların yaşanmadığını saymam, gerçek olmadıklarını düşünmem imkânsızlaşıyordu. Zira hayal gücü geniş bir insan değildim asla. Deli olabilecek kadar hayal edebilirdim lakin bu kadarını asla.

Bugün büyük gün olduğu için yatarak oyalanmayı, evimle hasret gidermeyi es geçmiştim. Bir an evvel adliyeye gidip onu beklemem gerekiyordu. Onu görmem gerekiyordu.

Ancak kurguladığım gereklilik, evden çıkmak üzere vestiyerin önünden geçtiğim esnada –bakışlarımın bir saniye için vestiyer aynasına sıçrayan görüntüme çevrilmesiyle ertelenmişti.

Bu halde onun karşısına çıkamazdım. Bedenim, depresyonun sahip olduğu her telden emareyle çevrelenmişken –omuzları düşük bir ceket, kirli bir pantolon, tokadan kurtularak karışmış saçlar, şişlikle kaplı bir yüz, bolca umutsuzluk- onun karşısına bu halde çıkamazdım.

Böylece yeniden odaya döndüm. Ebeveyn banyosunun ferahlığına kendimi teslim ettim.

Duş başlığından başıma akan su soğuktu. Çok soğuktu. Normal bir bedenin acılar içinde kıvranarak ağlayacağı kadar soğuktu hem de. Ancak ben irkilmiyordu bile. Tattığım soğuğun iğne misali tenime batıyor olması bana keyif veriyordu. Hücrelerimi hissizleştiriyordu. Hissizlik hoşuma gidiyordu. Kıvanç’ın hissettirdiklerinden başka bir şey hissetmemeye tutkundum çünkü.

Tel raftan şeker esansı karıştırılmış kendi şampuanım yerine Kıvanç’ın şampuanını alıp kullanmayı tercih ettim. Şampuanı saçlarımın arasında aceleyle yaymaya koyuldum. Rüzgârın saçıma dokunarak estiği her mühletti onu yanımdaymış gibi algılayabileyim diye. Belki de bu şampuanı buradan kaçırıp hastaneye de götürmeliydim.

Banyodaki işimi süratle hallettikten sonra gardırobun önüne geçtim. Cam kapakların arkasında envaiçeşit kıyafet asılıydı. Tabii kıyafetlerin yarıdan fazlası bana ait değildi. Çoğunluk Kıvanç’taydı. Kendisi aklımı, kıyafetleri ise gardırobumuzu hükmü altında esir düşürmüş vaziyetteydi.

Birkaç askıyı karıştırdım. Sade, düz, askılı mor bir elbisede karar kıldım. Üzerime geçirdiğim elbisenin eteklerini düzelttim. Saçlarımı Kıvanç’ın özel siparişle getirttiği fön makinası ile kuruttum. Akabinde boy aynasının karşısına geçip omuzlarımdan aşağı sarkan sarı renkli tutamlara dalgalı şekiller verip, tepede, atkuyruğu formu vererek bağladım.

Elbiseye uygun bir çift topuklu ayakkabı seçtim. Ayakkabının kemerini üç- dört denemede sıkıştırdım. Gümüş tonlarında, hafif, makyaj yaptığım tenimi ise ışıltılarla dikkat çekici kıldım. Ve Kıvanç’ın bir türlü vazgeçemediği Armani marka parfümünü üzerime boca ettim.

İşim bittiğinde uzun zamandır kendimi hiç böylesine canlı hissetmediğimi fark etmiştim.

Odadan çıkmadan önce kapının yanındaki şifonyerin ilk çekmecesini açtım. Yedinci sırada duran bir çift kol düğmesini siyah kutuya yerleştirip –şampuanla birlikte- yanıma aldım.

Dünkü mesajımı yanıtsız bırakmış olmasına karşın ona gizli haber niteliğinde bir mesaj gönderip evimizden ayrıldım.

Siz: Davetsiz misafirlerle aran nasıl, Avukat Bey?

 

Arabayı adliyenin arkasındaki otoparkta bıraktım. Bu park alanını yüzlerce kez kullanmış, adliyenin soğuk koridorlarını da yüzlerce kez arşınlamıştım. Çünkü o iğrenç saldırı olayından sonra Kıvanç’ı tek başına bırakmak fikrine katlanmak dahi zordu. Adliyenin yolunu eskitmemin gerekçesi buydu; tuttuğum eli silahlı adamlarla birlikte.

Koşar adımlarla karşıdan karşıya yürüdüm. Adliye basamaklarını hızla çıkarak bitirdim. Kapıya eriştiğimde beni fark eden güvenlik görevlisi –beklenmedik şekilde- gülümsemişti. “Günaydın, Ahu Hanım,” dedi.

Metal detektöründen geçtiğim sırada irkildim. Kaskatı kesilmiş halde güvenlik görevlisine bakıp yapay bir gülümseye takındım. Garipti, bir zamanlar burada bulunduğumun benim dışımda bir insan tarafından hatırlanmış olması.

Avuçlarımın arasındaki kol düğmesi kutusunun kapağını açıp kapatarak ilerledim. Duyuru panosunun önünde duraksadım. Kıvanç’ın duruşmasının hangi salonda gerçekleştirileceğini öğrendim.

Sabahın erken bir saati olmasına rağmen adliye kalabalıktı. Etrafta gezinen vatandaşların yüzü asık, kollarında dosyalar taşıyan avukatların hep bir acelesi vardı.

Dört kişilik bir grupla birlikte asansöre bindim. Üçüncü katta indim. Duyuru panosunda numarasını gördüğüm salonun kapısının kenarına yerleştirilmiş kırmızı kadifeyle kaplı bekleme sandalyelerinden birine oturdum.

Kutunun kapağını açtım kapattım, açtım kapattım. Sandalyenin hakkını vererek beklemeye başladım.

Bir bacağımı diğerinin üstünde katladım. Sandalye ve yer arasında kalan o boşlukta –küçük bir çocuk gibi- ayalarımı ileri geri salladım. Kutunun kapağını açtım kapattım, açtım kapattım.

Önümden insanlar gelip geçti. Kimi bana öylesine baktı kimiyse varlığımı fark etmedi. Belirli aralıklarla koridorda beliren mübaşir, başlayacak yeni davaları ilan etti ve ben bekledim. Koridorda oturdum. İlan edilen her davaya şahit oldum. Kutunun kapağını açtım kapattım, açtım kapattım.

Kalbim boğazımda atıyordu. Parmaklarım titriyordu. Sırtımdan aşağıya soğuk ter damlaları akarken midem bulanıyordu. Dudaklarımı sabırsızlıkla kemirdim. Sağa sola bakındım. Kutunun kapağını açtım kapattım, açtım kapattım.

Onu görmeden önce sesini duymuş, önce sesini tanımıştım. Kalın sesini tanıyamamam olanaksızdı zaten. Sesinde heyecan vardı. Sesine bağışladığı heyecan, ağaçlara baharı bekletmeden çiçek açtırırdı.

“Dediklerimi anladın, değil mi?” diye sordu.

Başımı sol tarafa, koridorun başlangıcına çevirdiğim anda nefesim kesilmişti. Boğazımda çırpınan kalbim, yerini bir yumru ile değiştirdi. Yutkunmam mümkün değildi. Hayalet görseydim şayet daha az beyaz kesilirdim belki.

Sahiden oradaydı. Uzun zaman sonra, kanlı ve canlı halde karşımdaydı, ayaktaydı, kendindeydi, bilinci yerindeydi. Cübbesini giymişti. Ona bakarken gülümsedim. Cübbenin içinde fena yakışıklı görünüyordu, yakışıklı ve can yakıcı. Yanında yürüyen adamın omzunu tutmuştu. Kendi özenli giyiminin aksine yanındaki adam yırtık kıyafetler içindeydi. Yüzü hem kirli hem asıktı. Kafasını yere eğmiş, adliyenin uğultusunda, Kıvanç’ı duymaya çalışıyordu.

“Dediklerimi anladın, değil mi?” diyerek tekrarladı Kıvanç.

Adam burnunun kenarını elinin tersiyle sildi. “Pek sayılmaz.”

Benim bulunduğum tarafa doğru yürüyorlardı. Bedenim işlevinden yoksun kalmamış olsaydı kalkar giderdim. Galiba.

“Pek sayılmaz mı? O da ne demek oluyor?”

Ben kutunun kapağını açıp kapattım. Adam da Kıvanç’ın sabrını aynı istikrarla sınadı, “Ezberim iyi değildir, Avukat.”

“Of!” Kıvanç, adamı serbest bıraktı. Kravatının açısını bozmamaya dikkat ederek boynunu ovuşturdu. İşbirliği halindeki gerginlik ve stres onun kanıyla besleniyordu. Sıkıntılar içindeydi. Bense yalnızca izleyebiliyordum.

“Rol yapmakta nasılsın?”

Adam ellerini ceplerine yerleştirip kafasını iki yana salladı, “Daha kötü.”

Oturduğum sandalyenin biraz ilerisinde duraksadılar.

Terleyen avuçlarımı elbisenin kumaşıyla kuruladım. Ona dik dik bakmamalıydım. Yoksa dikkatini çekecektim ve çektiğim dikkat hiç de iyi bir yönde seyretmeyecekti.

Dudaklarımı defalarca kez ısırdım. Yakınlığından dolayı etrafa dağılan parfüm kokusunu hücrelerime çektim durdum. Bakmak konusunda kendime mani olamıyordum ki. Tüm ihtişamıyla gözlerimin az uzağındaydı. Koşsam, boynuna atılabileceğim kadar yakınımdaydı. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Midemdeki bulantıyla da başa çıkamıyordum.

Ben amansız düşler kafilesinde savrulurken o, ellerini beline yerleştirip etrafına bakındı. Dudak uçuklatacak kadar ilgi çekiyordu. Neyse ki koridor kıskançlık kavgası çıkarmama müsaade etmeyecek ölçüde boştu.

“Ağlaman için gözüne biber gazı mı sıkmam gerekecek?” diye sordu yanındaki adama. Büyük ihtimalle müvekkilim diyerek bahsettiği hırsız, bu adamdı.

“O kadar uzun boylu değil,” dedi Hırsız. Pis dişlerini sergileyerek sırıttı ve ekledi, “Ama iki tokat atsan… Ağlarım be, Avukat. Balık burcuyum ben.”

Kıvanç burnun üstünü sıktı. Kendi kendine güldü; histeri krizinin çanlarını çalabilecek türdendi gülüşü. Ancak bu gülüş, yüzüne çok yakışıyordu.

“Sana tokat atmayacağım.”

Hırsız müvekkili kayıtsızlıkla konuştu, “Ne olacak, öyleyse?”

Kıvanç çaresizlikle kafasını çevirdiğinde yüzü benden tarafa dönmüştü. O anda far görmüş tavşan misali kalakaldım. Fakat o, yüzümü hafızasındaki herhangi bir isimle eşleştiremediği için, beni önemsemedi. Öylesine bir bakış atmakla yetindi. Elini saçlarına daldırıp öncesinde titizlikle taradığına emin olduğum tutamlarını karmakarışık seviyesinden dağınık seviyesine yükseltti. “Sana yazdıklarımı aklında tutman gerekiyordu,” diyerek hayıflandı.

Koyun can derdindeyken kasap et derdine düşmüştü. Az önce, beni tanımadığını gerçekten tescillemişti. En hakiki kâbuslarım ansızın gerçeğe dönüşüverdi.

“Benim yerime sen konuşsan,” dedi Hırsız. “Öyle olmuyor mu, Avukat?”

“Ben zaten konuşacağım,” dedi Kıvanç. Kelimeleri üretirken tüm harfleri sesletmeye özen gösteriyordu. “Ama hakim seni de dinlemek isteyecektir.”

Hırsızın, “Ne yapacağım?” çıkışı, onları yeniden çıkmaza taşıdı.

“Lanet olsun,” dedi yumruğunu duvara çarpmasının ardından sakinleşmeyi deneyen Kıvanç. “Ne yapacağını biliyor olman gerekiyordu.” Sandalı göle indirmiş, içine yerleşmişti. İlerlemek için kürek çekiyordu fakat boşa.

Cübbesinin yakasını düzeltmek amacıyla kollarını yukarı kaldırdı. Gömlek manşetlerinin bağsız olduğunu böylece görmüştüm. Kol düğmelerini takmayı unutmuştu. “Bazı şeyler hiç değişmiyor,” dedim; tabii kendi kendime.

Mübaşir yeni bir duruşmanın daha anonsunu yaptı. Neyse ki onların hâlâ vakti vardı.

Kıvanç, Hırsız’ın kolunu çekiştirdi. “Otur şuraya.” Tam karşımdaki üçlü sandalye grubunun ortadaki tekine oturmasını sağladı. Kendi de soldaki teke oturdu. Böylece direkt önümdeydi. Elimi kalbimin üzerine bastırma isteğimi güç bela yatıştırdım.

O, cübbesinin altına giydiği ceketinin iç cebine uzanıyorken her hareketini takip ettim. Cebinden çıkarttığı kâğıdın katlarını açıp Hırsız’a verdi. “Oku.”

“Neden?”

“Aklında bir şeyler kalması için.”

Hırsız, kâğıdı çabucak inceledi. “Ya aklımda bir şey kalmazsa? Ya aklımda bir şey tutamazsam, Avukat?”

Kıvanç oturduğu sandalyeye sırtını yasladı. Yumruk hali çözülmemiş elini bu kez de dizine vuruyordu. “O zaman mahkemede karşılıklı ağlarız,” diyerek açıkladı. Ah, keşke cam tüpler yanımda olsaydı.

Kendisinde ciddi bir sorun olduğuna inanmaya başladığım Hırsız sordu, “Ne için?”

“Hakimin ikimize de acıması için.” Dizi, stresli bir ritim tutturmuş sallanıyordu. Fiziken buradaydı. Aklıysa başka diyarlara kaçak yolculuk yapıyordu. Biraz sonra, kaybedeceği bir başka duruşmaya daha çıkacaktı. Sıkıntısının kaynağı kurumuyordu hiç.

Şu anda, ona sarılabilmek için her şeyimi feda edebilirdim. Ona sarılabilmek için onun bendeki değerini dahi feda edebilirdim.

Kutunun kapağını açtım kapattım, açtım kapattım.

Önümüzden gelip geçen birkaç avukat onunla tokalaşmak için duraksadı. Tüm selamları içtenlikle kabul etmeye çalıştı. Tokalaşamayacak kadar acelesi olanları ise başıyla selamlamıştı.

İşte, bu geçip gitme esnasında, ondan ayırmadığım bakışlarımı fark etti. Gözlerini kısarak bana baktı. Bakışlarımızın buluşması iğne olup tenime battı. Oturduğum yerde rahatsızlıkla kıpırdandım.

Tanıdığıymışım gibi değil, düpedüz, yabancıymışım gibi bakıyordu. Bir yabancının neden ona dikkatle baktığını çözmeye çalışıyordu. Odak noktasını daha fazla bende yoğunlaştırması diye telefonumu çıkarttım.

Siz: Cevap vermediğine göre; davetsiz misafirlerle aran iyi değil, öyle mi?

Mesajı gönderdim. Birkaç salise içinde telefonunun o bildiğim bildirim sesi duyuldu. Böylelikle gözlerinin çarpıcı yeşilini benden kopartmıştı. Ceketinin ve pantolonunun ceplerini yoklayarak telefonunu buldu. Ciddiyetin sirayet ettiği ifadesini bozmadan ekranda yazanları okudu.

Okumayı bitirir bitirmez öne doğru eğilmişti. Dirseklerini dizlerinin üzerine koydu. Telefonunu iki eli arasında sabitleyerek bana mesaj yazdı;

Avukat Bey: Davetsiz misafirlerden nefret ederim. Hatta haberim olmadan tepemde uçan kuştan bile nefret ederim.

Ahmaktım. Telefonumun sesini kısmayı ihmal ettiğimden dolayı, karşılık olarak gönderdiği mesaj neticesinde elimdeki cihazdan güçlü bir bildirim sesi yükselmişti. Eş sürede, tedirginlikle, ona çevirdim bakışlarımı. Kafasını eğdiği yerden çoktan kaldırmıştı. Kuşkuyla beni irdeliyordu.

Kutunun kapağını açtım kapattım, açtım kapattım. Doğal davrandığımı umarak telefonumu sessize aldım.

Siz: Seni fena sinirlendirmişler.

Avukat Bey: Yangına körükle gitme, öyleyse.

Siz: Senin için yapabileceğim bir şey var mı?

Avukat Bey: Beni rahat bırakmak dışında mı?

Siz: Yapabileceğim şeyler dedim. Yapamayacağım şeyler isteme.

Avukat Bey: Birazdan duruşmaya gireceğim. Nefes almaya ihtiyacım var. Anlıyor musun, Ahu?

Kibarlığını konuşturarak onu rahat bırakmamı rica ediyordu benden. Onu elbette rahat bırakacaktım; kıyısına kadar geldiğim tehlikenin üzerinden hızlıca geçtikten sonra.

Siz: Tamam ama… Keşke unutmasaydın.

Avukat Bey: Neyi unutmasaydım? Neyi unutmuşum?

Ve ona ‘ben buradayım’ dedim. ‘Karşında oturuyorum, Kıvanç. Ama sen beni anımsamıyorsun bile. Beni dikkate değer görmüyorsun bile.’

Siz: Kol düğmelerini.

Kıvanç başarısızdı. Fakat aptal değildi. Cümlemdeki imayı kavramıştı. ‘bilmen için görmen gerek’ imasını.

Başını kaldırıp bana baktı. Çatık kaşları daha çok çatıldı. Bakışlarına mecburen karşılık veriyorken gözlerimi dahi kırpamadım.

Telefonunu sandalyeye bıraktı. Ayağa kalktı.

Ayağa kalkışı benim için bir ikazdı.

Tıpkı onun yaptığı gibi –kol düğmesi kutusunu sandalyemin üzerine koyup- ben de ayağa kalktım.

Uzun uzadıya bakışmamıza izin vermedi. Bana doğru adımladı. Kısa mesafeyi üç adımda bitirdi. Ancak o bana doğru adımlıyorken ben de harekete geçmiştim. Onun bana doğru yürüyüşü ile aynı anda koridorun çıkışına doğru ilerledim.

Hızlı davrandı. Bana izin vermedi. Gücünü hissettiren tutuşu kolumu yakalamıştı çoktan. Öfkeli yeşilleri, gözlerime zehrini saçarken olanca dikkatiyle beni izledi. “Kimsin sen?”

Sahi, hangisi daha berbattı: Âşık olduğum adamın beni unutması mı, âşık olduğum adamla sil baştan tanışmak zorunda kalmam mı?

“Kimsin sen?”

 

 

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%