Yeni Üyelik
48.
Bölüm

KIRK ALTI

@hayalrafya

Siz: Senin sorunu hallettik mi, şimdi?

Avukat Bey: Benim sorunum mu?

Siz: Senin sorunun, tabii... Küslüğümüzü başlatan sen değil miydin?

Avukat Bey: Küstüğümüzü mü sanıyorsun?

Siz: Küsmedik mi?

Avukat Bey: Küsmedik. Küsmedim. Üç yaşında çocuk muyum ben de küseyim?

Siz: Öyleyse?

Avukat Bey: Sadece... Beni çok fena kızdırdın.

Siz: Peki, geçti mi kızgınlığın?

Avukat Bey: Öylece, birden bire kızgınlığımın geçmesini mi bekliyorsun? Geçsin diye uğraşıyorum.

Siz: İyi ama... Çözüm yolu sundum, değil mi? Bu, kızgınlığını geçirmeye yetmedi mi?

Avukat Bey: Çözüm yolu derken?

Siz: Araya mesafe koyalım cümlesi, bir çözümün temeliydi.

Avukat Bey: Araya mesafe koymak çözüm falan değil. Sen çözüm yolu falan sunmuyorsun, Ahu. Daha sonra yeniden alevlensin diye kızgınlığımın üzerine kül atıyorsun.

Siz: Öyleyse... Beklememiz gerekecek.

Avukat Bey: Neyi bekleyecekmişiz?

Siz: Bir rüzgârın çıkmasını ve külleri savurmasını.

Avukat Bey: O zaman alev daha hızlı harlanır.

Siz: Ama en azından parçalarına ayrılır.

Avukat Bey: Fizikten asla anlamıyorsun, değil mi?

Siz: Sen de fizikten anlayabilecek kadar sayısalcı değilsin.

Avukat Bey: İkimiz de bu işte berbatız.

Siz: İş daha da berbat bir hal almadan biraz stabil kalalım o zaman.

Avukat Bey: Yetersiz fizik bilgimle buna karşı çıkacak değilim. Bekleyelim bakalım.

Siz: Avukat?

Avukat Bey: Söyle.

Siz: Bu bekleme süresi içinde benim merakımı gidersene.

Avukat Bey: Neyi merak ediyorsun, Ahu?

Siz: Aldığın şu çok ciddi kararı…

Avukat Bey: Evet... Şimdi anlaşıldı.

Siz: Bir şey anlatmak değildi niyetim, neyi anlamış olabilirsin?

Avukat Bey: Sessizliğini bozmanın sebebini, mesajlarımı kale almanın altında yatan sinsi sebebi…

Siz: Beni sinsi mi yaptın, şimdi?

Avukat Bey: Çıkarlarını aramıza katan bir insana başka nasıl seslenmeli?

Siz: Yeniden tartışmamıza çeyrek kalmış gibi, sanki. Farkında mısın?

Avukat Bey: Farkındayım.

Siz: Öyleyse hiç başlamayalım.

Avukat Bey: Onları görmezden gelmek konusunda senin kadar usta değilsem, kusura bakma.

Siz: Ben görmezden gelmiyorum, yalnızca erteliyorum.

Avukat Bey: Er ya da geç ertelediğin o zamana geleceksin.

Siz: Ve sen de beni o zamanda bekleyeceksin. Bekleyeceksin misin?

Avukat Bey: Bana başka seçenek bırakmıyorsun ki.

Siz: Bekleyeceksin.

Avukat Bey: Bekleyeceğim.

Siz: Tamam.

Avukat Bey: Tamam.

Siz: Eee?

Avukat Bey: Ne, ee?

Siz: Söyleyecek misin artık yoksa ben bir takım komple teorilerini üretmeye başlayayım mı?

Avukat Bey: Pekâlâ... Teorilerini çürütebileceğimi sanmıyorum. Bu yüzden söyleyeceğim.

Siz: Evet?

Avukat Bey: Verdiğim karar gerçekten çok ciddiydi.

Siz: Geçmiş zaman kullandın.

Avukat Bey: Öyle yaptım.

Siz: Yani, bu ciddiyeti hayata geçirdin mi?

Avukat Bey: Geçirdim.

Siz: Bu kadar ciddi, neye karar vermiş olabilirsin?

Avukat Bey: Aslında bana ilham veren etken senin sözlerin oldu.

Siz: Benim sözlerimin hayırlı ilham verdiği, görülmüş şey değil.

Avukat Bey: Çok hızlı oldu, bir sabah kalktım ve senin söylediklerini yapmaya karar verdim.

Siz: Ne yaptın? Korkmaya başlamak üzereyim.

Avukat Bey: Aksine, ben hiçbir korkuya kapılmadım.

Siz: Uzatma artık. Ne demişim ben, Avukat?

Avukat Bey: Büyük değişimler için büyük adımlar atmakla ilgili bir şeyler, işte.

Siz: Yapma, bu çok mantıklı bir cümle.

Avukat Bey: Ne olmuş mantıklıysa?

Siz: Ben bu kadar mantıklı konuşmam.

Avukat Bey: Oysa ne dediğini gayet iyi hatırlıyorum.

Siz: Gayet iyi hatırlıyorsan neden ‘bir şeyler işte’ yazıyorsun?

Avukat Bey: Kelimesi kelimesine değil ama ana fikri hatırlıyorum.

Siz: Aynı şey değil.

Avukat Bey: Aynı şey.

Siz: Ben sana büyük adımlar at, demedim.

Avukat Bey: Abartıyorsun, Ahu.

Siz: Hatırlamakla ne zaman yıldızın barıştı, senin?

Avukat Bey: Seni hatırlamıyor olsam da yakın geçmiş hâlâ aklımda.

Siz: Ne yaptın? Benim ‘sözde’ dediğime uyup da ne yaptın?

Avukat Bey: Şirketten ayrıldım.

Siz: Hangi şirketten?

Avukat Bey: Kaç tane şirkete bağlıyım ben?

Siz: Babanın şirketi mi?

Avukat Bey: Babamın şirketi.

Siz: Babanın şirketinden ayrıldın mı?

Avukat Bey: Ayrıldım.

Siz: Ne demek, ayrıldın?

Avukat Bey: İstifa ettim.

Siz: Sen istifa ettin ve öylece kabul mü ettiler?

Avukat Bey: Kabul etmek için hazırda bekliyorlardı, zaten.

Siz: Şimdi ne olacak?

Avukat Bey: Ne olacağı açık.

Siz: Benim için açık değil. Şimdi, ne olacak?

Avukat Bey: Yoluma devam edeceğim.

Siz: Neden yaptın bunu?

Avukat Bey: Yaşamak istediğim hayatın daha farklı olduğuna karar verdim.

Siz: Avukatlığı resmen bıraktın mı?

Avukat Bey: Avukatlığı bırakmadım. Ne kadar bu sektörün en başarısız ismi olsam da... Avukatlık dışında yapmayı bildiğim bir iş yok.

Siz: Artık tek başınasın, yani?

Avukat Bey: Öyle.

Siz: Yeni bir sayfa mı açtın demek bu?

Avukat Bey: Yeni bir sayfa açtım.

Siz: Ve yeni hayatını kaleme alacaksın?

Avukat Bey: Bunun için geç bile kaldım.

Siz: Ya… Sen yazarken kalemin mürekkebi biterse ne olacak?

Avukat Bey: Basit, mürekkepli kalemle yazmayacağım.

Siz: Yeni hayatını yeni bir sayfaya nasıl yazmayı planlıyorsun, öyleyse?

Avukat Bey: Bir kutu pastel boyayla.

Siz: Pastel boyayla mı?

Avukat Bey: Pastel boyayla.

 

Güç düğmesine bastım. Telefonun ekranını kilitledim. Kararan ekrana dönmedim. Kırık ekranda parça parça görünen yansımamla muhatap olmaya yeltenmedim. Çünkü biliyordum. O anda kendime baksaydım, en afilisinden bir ağlama krizi yaşardım.

Telefonu yastığım altına bıraktım. Yanağımı yastığımın soğuk kumaşına yasladım. Üst üste bastırdığım avuçlarımı ise yanağımın altına –destek niyetine- konumlandırdı. Bana attığı son mesajı, son mesajı oluşturan o iki kelimelik kısa baloncuğun içindekileri kaç defa okuduğumdan emin değildim. Ancak en az yüzü geçtiğim kesindi. Sonrasında kilitlenmiştim. Kendimi o iki kelimeyi düşünmeye adayıvermiştim; içime işlemeye yemin etmiş gibi davranan o iki kelimeyi.

Bu bir kısır döngüydü. Bu kısır döngüden nasıl çıkacaktım? Onun diğer kişiliğinden ayrılabilecek miydim, hiç?

Biliyordum. Kurtulmam gerekiyordu. Zira ben izin verdikçe tekinsiz bir hastalık misali hücrelerime yayılarak beni zehirliyordu.

Yine de yapamıyordum. Denemelerimin sonu boşa çıkıyordu. Çabalamaya gücüm yetmiyordu, artık. Beynimde dirençten, kararlılıktan, istikrardan eser yoktu.

Benim bu zehirli hastalıktan derhal kurtulmam gerekiyordu. Aksi takdirde bu zehir hem beni hem onu öldürecekti.

Peki, bir hastalık nasıl tedavi edilirdi?

“Tak, tak, tak,” dedi, ansızın odama giren kişi.

Önce irkildim. Akabinde hastalıklı düşüncelerimden sıyrılıp yattığım yerden doğruldum.

Elindeki ufak, metal tepsiye dizdiği renkli haplarla birlikte odaya giren hemşirenin yüzünü kaplayan sevimsiz gülümsemeyi gördüğüm anda –bıkkınlıkla- gözlerimi devirdim. Tersler bir tonda, “Seni görebiliyorum,” dedim.

“Hı-hım.”

“Kapıyı çalarmış gibi yapman için seni görmemem gerekirdi,” diyerek anlattım ona davranışındaki gereksizliğin kırık temellerini. “Kapıyı çalarmış gibi yapman için içeriye girmemiş olman gerekirdi.”

“Ahu…” dedi dudaklarını büzerek. “Burada işler o şekilde yürümüyor.”

“Doğru, nasıl unuttum!” sahiden unutmuşçasına gözlerimi sıkıca yumup açtım. “Evrenden ayrı tuttuğunuz bu korku binasına, evrensel görgü kurallarını aramam çok saçma.”

Ağırlığını bir ayağından ötekine aktardı. Çatık kaşlarının öncülüğünde; cümlemi kısa sürede –uzun uzadıya- irdeledi, “Sen…”

“Ben, ne?”

Biraz öne doğru eğildi. Hareket etmesiyle birlikte, metal tepsideki renkli haplar kendi içlerinde mırıldanarak yer değiştirdi. “Dolaylı yoldan bana görgüsüz demiş olabilir misin?”

Koluma pansuman yaptığı gün aramızda geçen konuşmanın bir parçasını hatırlattım ona, “İmalardan anlamadığımı söylemiştin.”

“En son bunu söylediğinde…” heyecanla bana yaklaştı. Anlaşılan o günkü konuşmanın bir parçasıyla değil tamamıyla ilgileniyordu. “Sana dediğimi harfiyen uygulayıp hastaneden kaçmıştın.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ellerimi bir yumruk halinde sakladım. Kendimi aklamak, yaptığımı bilinmedik tutmak adına konuştum. Zira bilinirse babamın kulağına giderdi. Babamın kulağına giderse adıma bir ceza bileti daha kesilirdi. “Hastaneden kaçmadım.”

“Kaçmadın mı?”

“Elbette, kaçmadım.”

“İnanmıyorum.”

“Senin inançlarını ben yargılamıyorum.”

Gerginlikle dudağının içini kemirdi, “Gerçekten, kaçmadın mı?”

“Gerçekten, kaçmadım.”

“Ama…” beyaz terlikli ayağını mızmızlanan bir çocuk gibi yere vurdu. “Ama herkes bunu konuşuyor.”

Alay edercesine güldüm. “Herkes neyi konuşuyormuş?”

“Senin, Avukat’a kaçtığını.”

Yumruk yaptığım elimi sakladığım yerden çıkarttım. Parmaklarımı hiç açmadan alnıma çarptım. “Ah!”

“Doktorlar, terapistler, hemşireler, hastabakıcılar, eczacı, ilaç tedarikçisi, başhekim… Hatta deliler bile…”

“Anladım,” dedim bozuk bir öfkeyle. “Tüm hastane olarak güçlerinizi birleştirdiniz. Hayatımı masaya yatırdınız. Ameliyat ediyorsunuz.”

“Tüm hastane mi, emin değilim…” dudaklarını tekrar büzdü. Yanağını işaret parmağı ile döverek düşündü. “Temizlik görevlileri herkes uyuduktan sonra geldiği için…” omuzlarını silkti. “Konuya hâkim olmayabilirler.”

“Buraya benden laf almak için mi geldin?” Kirpiklerimi hayretle kırpıştırdım. “Görev tanımına dedikoduyu ne zaman eklediler, senin?”

“Ben…” duraksadı. Ve neyse ki kim olduğunu hatırlayarak kendisini frenlemeyi başardı. Tuttuğu metal tepsiyi havaya kaldırarak ekledi, “İlaç saati…”

Renkli hapların devam dansı, bakışlarımı etki altına almakta ustaydı. “Kötü kalpli cadı ve zehirli şekerleri,” dedim.

İki adet mor, iki adet pembe, iki adet turuncu, iki adet mavi ve iki adet yeşil…

“Bir tanesi yetmiyor diye ilaçlardan çifter çifter mi getirdin, şimdi?” diye sorarak dalga geçtim.

“Çiftin diğeri Yaşlı için.”

“Öyleyse, sana bomba bir haberim var,” dedim. Sonrasında onun dedikoduya aç ruhunu cömertçe besledim. “Yaşlı ve ben odaları ayırdık.” Zira atlattığımı o çekişmeden sonra aynı odayı paylaşmaya devam edemeyeceğimize kanaat getirmiştik.

“Ne?” diyerek adeta çığlık attı.

“Yaa…” başımı ağır ağır salladım. “İşte, sana dedikodusunu yapabileceğin sahici bir malzeme.”

“N-ne zaman oldu bu?”

Alt dudağımı dışarıya doğru büktüm, “Birkaç gün.”

“Yönetimin haberi var mı?”

“Ne münasebet?”

“Ahu, bu ciddi bir konu. Yönetimi haber vermediniz mi?”

“Vermedik,” dedim konunun hiç de ciddi olmadığını düşünerek.

Önce sağına sonra soluna bakındı. Onu hakikaten bulamadığında, sorguladı. “Yaşlı nerede?”

“Ne bileyim nerede? Ben onun bakıcısı mıyım?”

Ayağını yeniden yere vurdu; lakin bu kez daha resmiydi. “Ahu…”

Beni sıkboğaz etmesin diye, aklıma gelen ilk yeri söyledim, “Melek heykelinin önüne bak. Sürekli oraya gidiyor. Ki… Bunu sen de biliyorsun.”

Yüzünü astı. Metal tepsiyi Yaşlı’nın artık bomboş olan yatağının üzerine bıraktı. Kapıya kadar yürüdü. Aklına son anda bir şey gelmiş gibi, kolu aşağı indirir indirmez bana döndü. “İlaçlarını iç, Ahu. Unutma, bir hastalığı tedavi etmenin en iyi yolu ilaç içmektir.”

O gittikten sonra ardından baktım. Ardından o kadar çok baktım ki bakışlarım en nihayetinde etkilenip durdukları ilaçlara takılmıştı.

Ayağa kalktım. Yaşlı’nın yatağına yaklaştım. Metal tepsiyi elime aldım. İlaçlarının her birini gün ışığına tutarak inceledim.

Kopya varlığın beni hasta ettiği belliydi.

Hastalık beni öldürecekti.

Hastalık, hayatımın gerçek aşkını öldürecekti.

Bu hastalığın tedavi edilmesi kesindi.

Peki, bir hastalık nasıl tedavi edilirdi?

Bir hastalığı tedavi etmenin en iyi yolu ilaç içmek miydi?

Tek tek değil, çiftlerin hepsini; renklerin bütününü ağzıma doldurdum. Komodindeki su şişesinin kapağını açtım. İçindeki suyu içtim. Suyla birlikte ilaçları da yuttum.

Hastaneye yattığımdan beri ilk kez ilaç içiyordum. İlk kez ilaçların kanıma karışmasına izin veriyordum; bir hastalığı tedavi edebilmek için.

Loading...
0%