Yeni Üyelik
51.
Bölüm

KIRK DOKUZ

@hayalrafya

Hayatımı döndüren çarkın ciddi manada aksayan bir yönü vardı. Artık emindim; bu aksaklık beni istemediğim olayların içine çekmekteki yegâne kaynaktı.

Damdan düşercesine odama daldıklarında elimde yeşil renkli pastel boyam vardı. Kazağımın kolunu yukarıya sıyırmış, açığa çıkarttığım tenimin üzerine, alfabeden ödünçlediğim birkaç harfi yan yana sıralamakla meşguldüm.

K, I, V, A-

A harfinin kemerini çizdiğim esnada aniden açılan kapı, üzerimde elektrik etkisi yaratmıştı. Tuttuğum boya kalemi elimden kaydı. Kapıyı açan kişi, başını içeriye uzatıp da, “Onur konuğu,” şeklinde bana seslenince ise… Boya kaleminin yere çarparken çıkarttığı hüzünlü gürültü baskılanmıştı.

Yattığım yerden doğruldum. Terliklerimi ayaklarıma geçirdim ancak yatağımı terk etmedim. Odama, yanında getirdiği kadınlı erkekli grupla beraber baskın düzenleyen kadın, gözlüğünü burnunun üzerinde kaydırdı ve bana beklentiyle baktı. Manasız hitabına, sahiden, karşılık vermemi bekliyordu.

Hissettiğim kafa karışıklığını aynen naklederek, “Ne?” diye sordum.

Yanında beklettiği grubun yönetimine sahip olduğu halinden ve tavrından netçe anlaşılan kadın, sivri tırnağını bana doğru çevirirken yineledi, “Onur konuğu, sen misin?”

Art arda gözlerimi kırpıştırdım, “Ne için, onur konuğu ben miyim?”

Hafızasında problem olan ben değildim, elbette. Aslında cevap barizdi de.

“Dans etkinliği için.”

“Dans etkinliği,” diyerek tekrarladım. Nasıl olmuştu da –ansızın- bu etkinlik saçmalığının ağlarına yem misali takılıvermiştim?

“Ne alakası var ya?” diye çıkıştım. En azından kadını başımdan savuşturabilmeyi umuyordum.

Olmadı. Hazırlıklıydı.

Arkasındaki bir adama elini salladı. Ben anlamadım ama elini salladığı adam, komutu çok net kavramıştı. Cebinden minik bir kâğıt çıkartıp kadına uzattı.

“Ahu Kortan, değil misin?”

Tuzak soruydu bu. Gerginliğimi azaltabilmek gayesi ile boynumu ovuşturdum. “Tanımıyorum,” dedim maalesef ki tereddüt ederek.

Bunun üzerine kadın, gözlüğünü sil baştan hizaladı gözlerine. Önce minik kâğıdı sonra beni kontrol etti. Akabinde başını ters tarafa çevirip koridora doğru seslendi, “Doğru odayı bulduk,” dedi. “Gelin, çocuklar.”

Çocuklar.

Sayabildiğim kadarıyla sekiz kişiydiler; sekiz kişiden oluşan ufacık bir güruh. Odamı talan etmeye koyuldular. Giysi dolaplarını duvar köşelerine hepten ittiler. Perdeleri çekip camı açtılar; içeriyi batan günün ışığıyla doldurdular. Yeri tutan eski halıyı rulo haline getirip ayakaltından çektiler. Hâlihazırda boş olan Yaşlı’nın yatağına ise ellerindeki siyah kutuları koymaya giriştiler.

“Bir dakika ya,” yatağımdan hızlıca kalktım. Sesimi bilhassa yüksek çıkartmıştım. “Odama öylece giremezsiniz.”

Kadın, küçük kâğıdı tırnaklarının üzerine vururken ukala ukala sırıtıyordu, “Girdik bile, tatlım.”

“Ne cüretle?” karşısına dikildim. Artık nafileymiş gibi gözükse bile ileriye doğru adımlayıp odama hepten girmesine izin vermedim. “Ahu Kortan’ı tanımıyorum dedim, size.”

Daha ilk saniyeden bezmişti sanki. İç geçirdi. Elindeki küçük kâğıdı bana çevirdi.

O anda anladım. Küçük kâğıt, aslında, bir fotoğrafı taşıyordu; bana ait olan bir fotoğrafı.

Sinirle güldüm. “Ne bu?” resmen bir déjà vu çemberindeydim. “Vesikalık fotoğrafımı belediye mi dağıtıyor?”

Omuzlarımı tuttu. Şaşkınlık anımın getirdiği zayıflıktan faydalandı ve beni yana doğru çekerek odamın içine hepten girdi. Camın önündeki komodinlerin hizasını kast ederek, “Sandalyeyi şuraya koyun,” dedi ve nihayet benim varlığımı hatırlayıverdi.

“Bizi, Yaşlı gönderdi.”

“Yaşlı mı?”

“Evet, tatlım. Seni etkinliğe hazırlayacağız,” havaya hayali tırnak işaretleri kazıyarak ekledi, “Onur konuğu olarak.”

“Ben…” diyerek cümleme başladım. Fakat etrafımda hummalı bir hazırlık dönüyor, hastane odam ufak çaplı bir kulise dönüşüyorken odaklanabilmek, meşakkat istiyordu. “Ben, ona dans etkinliğine katılmayacağımı söylemiştim.”

Kadın, burnunu kırıştırarak tavrımı yargıladı, “Katılmayıp da ne yapacaksın?” diye sordu. “Dört duvar arasında kalıp kendine acımaya devam mı edeceksin?” yanıma yaklaştı. Yeniden omuzlarımı tuttu ancak bu defa beni kenara çekmek için değil, bedenimi sarsmak için.

“Benden sana bir tavsiye, tatlım. Hayat akıp gidiyorken onu yakalamaya bak.” İşaret parmağını çenemin altına yerleştirip başımı yukarıya doğru kaldırdı. “Yoksa çok fena yere çakılırsın.”

Ellerimi yumruk haline getirdim, dişlerimi sıktım ve kadını geriye doğru ittim. Onu geriye iten gücümden neredeyse hiç etkilenmemişti. “Sandalyeyi yaklaştırın biraz daha,” dedi.

“Şu an…” dedim öfkeyle.

Konuşmama fırsat vermeyerek beni çekiştirdi. Sandalyeye oturmamı sağladığında neye uğradığımın farkında değildim, hâlâ. “Ne yaptığının farkında mısın, sen?” dedim neredeyse bağırarak. “Beni hiçe sayıyorsun, zor kullanıyorsun.”

Kadının pençesinden sıyrılabilirsem şayet Yaşlı ile görülecek mühim bir hesabım vardı.

Kadın omuzlarıma bastırmayı adeta görev edinmişti. Omuzlarıma bastırdı ve beni resmen sandalyeye yapıştırdı. “Laftan anlamayan insanların üzerinde zor kullanmazsan,” diyerek açıkladı. “Doğru yolu bulmalarını asla sağlayamazsın.”

Kaşlarımı havaya kaldırırken alaycı bir tavırla sordum, “Nesin sen, hikâyenin tüm mesaj ihtiyacını karşılamaya ant içmiş üçüncü göz mü?”

Alt dudağını dışarıya doğru büktü. “Sadece… Kuaförüm.”

Oturduğum sandalyenin arkasına geçti. Elini uzatarak bir cerrah edasıyla seslendi, “Tarak.”

Süslü bir tarak anında buluşmuştu avucuyla. Kollarını öne doğru uzatarak kendini esnetti. Devamındaysa tarağın dişlerini adeta kafama geçirdi.

“Ah!” diyerek acıyla inlesem de… Aldırmadı, elbette.

Saçlarımı birkaç kez taradı. Her bir tarayışındaysa memnuniyetsizlikle homurdandı. “Ne oldu bu saçlara?” sorusu beni azarlıyordu. “Profesyonel bir makasın dokunmadığı belli.”

Kurbanlık koyun gibi oturuyordum kuaför sandalyesinde. Açıkçası bu sandalye, geçmişime işlediğim travma ile yüzleşmeyi beklediğim en son yer bile değildi. “Yani…” başımı eğerek parmaklarımla oyalandım. “Anasınıfında da el işlerini en kötü kesen kişi bendim.”

Tarak kadının elinden düştü. Sanırım bir cümleye şaşırabileceği en üst düzey buydu. “Saçlarını sen mi kestin?”

Başımı arkama çevirip, sandalyenin tepesinde bekleyen –dehşete düşmüş- yüz ifadesine baktım. “Deliyim ya ben,” dedim tehditkâr bir tonlamayla. “Ne yapacağım belli olmuyor.”

Benimle baş etmeye can atıyordu sanki. Zor kullanarak, başımı yeniden önüme çevirmemi sağladı. “Bak, tatlım,” o anda yeni bir tarak verilmişti kullanımına. “Sana ters gömlek giydirmemi istemiyorsan ben işimi bitirinceye kadar hiçbir şey yapmamaya çalış.”

Üç beş fırça darbesini daha saçlarıma yedirir yedirmez, beraberindekilerden birine tekrar komut verdi, “Makas…”

Ve makas da ona geçmişti. Lakin özensizce kestiğim saçlarımı düzeltme eylemine derhal başlamadı. “İşe girişmeden önce elbiseyi tekrar görelim.”

Sekiz kişilik güruh, kendi içinde dalgalandı. İçlerinden birisi sarı kurdele ile sarılmış siyah bir kutuyu kucaklayarak öne çıktı.

“Elbise mi?” diye sordum. Bu hazırlık… Ne kadar büyük bir çapa sahipti böyle?

“Bu üstündekilerin dans etkinliğine uygun olduğunu düşünmüyorsun, değil mi?”

Sözlerinin etkisi keskindi. Otomatik olarak üzerimdeki kıyafetlere bakarken buldum kendimi. Rengi solmuş bir hırka giymiştim. Hırkamın altındaki pembe kazağın iplikleri sökülmüş vaziyetteydi. Giydiğim eşofman altında diz izleri belliydi. Perperişan bir vaziyetteydim.

Kadın, sessiz kalışımı lehine yordu. “Evet…” dedi az biraz keyiflenerek. “Neyse ki, henüz, o kadar da delirmemişsin.”

Kucağındaki kutuyla birlikte güruhu terk eden genç bir kadın, öne çıktı. Siyah kutuyu yere bıraktı. Sarı kurdeleyi tek hamlede çekerek çözdü. Pür dikkat onu izledim. Kutunun kapağını kaldırdı. Kenara bıraktı. Katlanıp içine yerleştirilmiş elbiseyi tutarak yukarıya kaldırdı.

Kutuna çıkan elbiseye baktım, baktım, baktım. Gözlerimi dahi kırpmadan baktım. O kadar uzun süre, gözlerimi kırpmamıştım ki… Bakışlarım sulanmaya başlamıştı.

“Nereden buldunuz bu elbiseyi?” diye sordum.

“Yaşlı, verdi,” dedi kuaför. Sandalyemin arkasından çekildi. Elbiseye dokundu. “Çok şık bir parça…”

Saten kumaştan dikilmiş, askılı, gri renkli, orta boy bir elbiseydi bu.

Tenimin buz kestiğini hissetim.

“Yaşlı mı verdi?” derken ortadaki çelişkiyi törpülemekti niyetim.

“Öyle.”

“Bunu…” sandalyeden kalktım. Titreyen parmaklarıma aldırmayarak yüzümü sıvazladım. “Yaşlı mı verdi?”

“Evet dedim ya. Neyi anlamak istemiyorsun, tatlım?”

Başımı hızla iki yana salladım, “Hayır.”

“Neye hayır?”

Dudaklarımı dişledim. Ağlamayayım diye burnumu çektim. “Bunu Yaşlı vermiş olamaz.” Lakin gözyaşı direnişimi bir kez daha yitirmiştim. “Hayır.”

Geriye doğru adımladım. Bedenimi taşımakta güçlük geçen bacaklarıma boyun eğerek yere oturdum. “Hayır.” Yüzümü avuçlarıma gömdüm. “Hayır.” Günlerdir içimde biriken üzüntüyü gözyaşlarına çevirerek ağladım. Bağırarak, hıçkırarak, iç çekerek ağladım.

“Ahu… İyi misin? Ne oldu? Neye bakıyorsunuz siz öyle? Kızı yerden kaldırsanıza? Çabuk.”

Eğer zaman tutulması bir an evvel beni serbest bırakmazsa… Gerçekten aklımı yitirecektim, galiba.

“Hayır, hayır, hayır.”

 

yedi ay önce..

Üçlü koltukta uzanıyordum. Saçlarım koltuğun kolçağından aşağı sarkıyor, başımın altıdaki yastığa dikilmiş düğme yanağıma batıyordu. Gözlerim, uyku ile uyanıklık arasındaki ikilimde –ağır ağır- açılıp kapanıyordu. Tam karşımda yanan şöminenin hoş mırıltısını dinliyorken… Uykuya dalmamak daha olasılıksız bir seçenek gibiydi. Yine de, çikolata yemeye hepten kapıldığım için güçlü bir direnç örneği sergiliyor; uyumuyordum.

Böylece dakikaları tükettim.

Evin kapısının gıcırdayarak açıldığını duyduğumda bitirdiğim çikolatanın boş ambalajını orta sehpadaki diğer boş ambalajların arasına attım.

Kapının açılması ile birlikte eve dolan havanın çapraz akımı, şöminede oynayan alevi titretti. Neyse ki alevlerin ışığını söndürmeye tehdidi yetmemişti.

Uzandığım yerden kalkmadım. Kapı kapandı ve ben hareketsiz kaldım. Bir anahtar çiftinin portmantodaki tabağa bırakıldığını işittim.

Tınısına aşina olduğum adım sesleri, koridorun uzunluğunu telaşla bitirdi.

Saniyelerin ardından… Onu gördüm. Salon kapısına ulaşmıştı. Dişlerini sıktığı belliydi; çenesi kasılmıştı. Dişlerini sıktığına göre… Olmuş bitmiş bir durum, kıyamadığım canına çizik atmış olmalıydı. Tabii ki, bu rahatsız edici bir durumdu. Yine de, koyu turuncu şömine ışığında, kızgın durmanın dahi sanki ona özelmiş gibi göründüğü de bir gerçekti.

Eşiği kat etti. Salona hepten girdi. Taşıdığı siyah kutuyu orta sehpanın üzerine bıraktı. Karşıma geçti. “Ne yapıyorsun, sen?”

Gerçekten kızgın olmasına karşın onu seyrediyorken hoşnut bir tebessümün dudaklarımda oyalanmasına mani olamıyordum. “Hiç,” dedim basitçe.

Tek kaşını kaldırıp başını aşağı yukarı salladı. “Hiç demek…” ellerini kemerinin iki yanına yerleştirdi. “Harika…” sıkmayı bıraktığı dişlerini –kısa bir süre için- alt dudağına bastırdı. “Telefonun nerede, Ahu?”

Düşündüm. Aklıma gelip giden bir anı çıkmadı. “Bilmiyorum.”

“Bilmiyorsun…” başını hafifçe eğip, kendini yatıştırmayı umarcasına, ensesini kaşıdı. “Peki, söyler misin, ben sana nasıl ulaşacağım?” derin bir nefes almıştı. Sertçe çıkışmamak için kendini frenliyordu, resmen.

“Ben sana nasıl ulaşacağım, Ahu? Not yazıp güvercin ayağına bağlayarak mı, ateş yakıp dumanla haber yollayarak mı?”

Bu hali öylesine eşsiz gözüküyordu ki… Onu odağında tutmak için canla başla mücadele eden bakışlarımın içini sarsıyordu.

“Eve gelerek,” diye yanıtladım sorusunu. “Böylece… Bakmaya doyamadığım yüzünü de görmüş olurum.”

Gözlerini kıstı. Tabii, ne kadar kısarsa kıssın göz çukurlarına çökmüş yeşilleri saklayamıyordu, hiç. Omuzlarını aşağıya indirdiğinde kızgınlığını endişe ile takas ettiğini fark ettim.

Parmaklarını boynuna ulaştırdı. Kravatının düğümünü çözdü. Renkli kumaş şeridini başından çıkartıp boş çikolata ambalajlarının ötesine fırlattı. Orta sehpanın çevresinden dolaştı. Yanımdaki yerini aldı.

Koltuğa oturduğu anda, “Korktum,” dedi. “Bir şey oldu sandım.” Gözlerini yumup burnunun üstünü sıktı. “Tam dört saattir sana ulaşmaya çalışıyorum, be güzelim. Arıyorum, açmıyorsun. Mesaj atıyorum, dönmüyorsun.”

Sesine dokunmuş çaresizlik, bilinçsizce yaptığım saçmalıktan dolayı pişmanlık çekmeme neden olmuştu. Uzandığım yerden doğruldum; katladığım bacaklarımı açarak ayaklarımı sıcak parkenin üzerine bıraktım ve yönüme tamamen onu konumlandırdım. “Ve sen de çareyi yanıma gelmekte mi buldun?”

Nazikçe tuttuğu bileğimi, varlığını hissettirircesine sıktı. “Gelmeyip de ne yapacaktım? Meraktan ölmemi mi isterdin?”

“İstemezdim,” dedim. Onsuz bir yaşamın peyda edeceği kara lanetin fikriyle dahi ürperdim. “O zaman, bu dünyada, sevebileceğim hiçbir şey kalmazdı.”

Parmaklarını yüzüme tırmandırdı. Önüme düşen saç tutamlarını elleriyle taradı. “Kaç paket çikolata yedin, sen?”

Parmaklarından bana bulaşan ısı, şöminenin köklü dozundan daha yüksek bir çarpıcılığa sahipti.

Gülümsedim, “Beşten sonrasını saymadım.”

“Haline bak…” hemen bırakmamıştı, saçlarımı uzun uzadıya taradı. İşini bitirdiğindeyse elinin tersiyle yanağımı okşadı. “Dağılmışsın.”

“Hımm,” diyerek mırıldandım. Onu görememek pahasına da olsa gözlerimi kapattım. Çünkü dokunuşu bünyemi anında mayıştırıyordu. “Söylesene… Beni toparlamaya hazır mısın?”

Sol kolunu belime sarıp bedenlerimizin arasındaki mesafeyi kısalttı. “Seni toparlayacağım derken daha çok dağılırız, Ahu.” Burnunu, belli belirsiz, bir temasla yanağıma değdirdi. “Toparlanamayacak kadar çok dağılırız.”

Konuşmasına sindirdiği, beni yanıp kül olmaya davet eden tını bütün hücrelerime, varlığıma, ruhuma, duygularımı ayakta tutan her bir olguya tesir ediyordu adeta. Bu dünyanın cennetvari tarafını kanıtlayarak önüme sunuyordu.

Gözlerimi açıyorken “Konu, ikna etmek olduğuna,” dedim. “Sen müthiş bir sanat icra ediyorsun, Kıvanç.”

Başını yana eğdi, “Yapma ya…” bir muziplikle sırıttı. “Bu iddianı bir ara hakimlerle de paylaşsana.” Yanağımdaki parmaklarını yeniden saçlarımın arasına sızdırdı. “Belki… Kazanmak konusunda işim kolaylaşır.”

Çenesini tuttum. Başını, tamamen, görüş hizama doğru çevirdim. Umutsuzlukla beslenen cümlesine hitaben, “Anlaşılan,” dedim. “Benim en kıymetli varlığımın gününü yine ruh emiciler basmış.”

Çenesindeki tutuşuma yüklediğim kararlılık, bir an için, bakışlarının yolunu saptırmıştı, sanki. Taşıdığı yeşillerin seyri gözlerim ve dudaklarım arasında mekik dokuyordu, şimdi. “O ruh emicilerden biri de, sensin,” dedi.

Etrafımı saran parfüm kokusunu derin derin soludum. “Ne güzel iltifat ediyorsun sen öyle…”

“Ciddiyim,” biraz mesafenin daha mantıklı tutumlar çıkartacağına olan inancından ötürüydü belki. Kendini geriye çekerken boğazını temizlemişti. “Eve geldiğimde çok kızgındım. Sana ulaşamamak beni mahvetti, anlıyor musun?”

Endişesi, telaşı, çekincesi bile çokça hayranlık uyandırıyordu bende. “Anlıyorum.”

“Anlıyorsun,” diyerek yineledi. “Anladıklarını ne zaman uygulamaya geçersin, tahmini?”

Gönülsüzce de olsa, gerçekleştirdiğim sorumsuzluğun hesabını üstelenerek, “Pekâlâ…” dedim. “Sen kazandın, Avukat Bey,” söylemimde vurgu ve kelime seçimine özen göstermiştim. “Telefonuma yapışık yaşamak için çok uğraşacağım.”

“Güzel,” dedi. Parmakları, yeniden, ensesini kaşımaya yelteniyorken bakışlarımızın arasındaki bağı kopartmıştı.

Zaten onun bende nüksettirdiği medcezir etkisinden sıyrılabilmem için böyle bir girişim de şarttı. Aksi takdirde büyüsüne kapılmış vaziyette savrulur gider, kaşının hemen üzerindeki minik bandajı fark edemezdim.

“Kıvanç.”

“Hım?”

Bandaja dokunmak istesem de canını acıtma ihtimalim beni engelledi. “Kaşının üstüne ne oldu, senin?”

Benim yapamadığımı yaptı. Bandaja dokundu. Benden biraz daha uzaklaştı. “Kapıya çarptım.”

“Kapıya çarptın.”

“Evet.”

“Emin misin?”

“Neden emin olmayayım?”

Ben de emindim; kapıya çarpmadığına, adliyede yeni bir olayın çıktığına, beni üzmemek adına konuyu saptırmaya çabaladığına, kıyamadığım kişiliğinin korkunç insanlar tarafından her gün onlarca darbeye maruz kaldığına, ama onun asla yıkılmadığına –bütün karamsarlığına rağmen.

“Bu dünya seni hiç hak etmiyor,” dedim.

“Dünyanın beni hak edip etmemesi önemli değil.” Uzandı; ellerimi avuçlarının arasına alarak sarmaladı. “Ben bu dünyadan hakkım olanı aldım ya…” konuşması fazlasıyla sakindi. “Gerisi umurumda bile değil.”

Onun aksine sakin kalmak bana çok meşakkatliydi. “Sana çarpan bütün kapıları yok etmek isterdim.”

“Bu söylediğin, imkânsız.”

“Maalesef ki biliyorum. İmkânları sınırlı bir hayatta imkânsız hayallerle yaşamak zorunda kalıyoruz.”

“Ahu,” dedi. “Benim güzel savaşçım…” yüzük parmağımda, ters dönmüş tektaşımın açısını düzeltti. “Çikolata yemek sana hiç yaramıyor.”

Hiçbir fikri yoktu; şömine ışığı ile arasına gelişen ahenk üzerine hiçbir fikri yoktu.

“Hadi, artık… Bana bakmaya bir reklam arası ver de, gidelim.”

Gidelim mi, demişti?

Koltuktan kalkıyorken kolunu tutarak onu yeniden yanıma oturttum. “Nereye gidiyoruz?”

“Babanın verdiği davete.”

“Babamın verdiği davete mi?”

Alnını kırıştırarak irdeledi, “Davete gideceğimizi zaten bilmiyor muydun? Bunda hayret edilecek ne var?”

Kolunu bıraktım. “Babamın verdiği davete falan gitmiyoruz, Kıvanç.”

Nefesini sesli bir şekilde dışarıya üfledi. “Neden?”

Yüksek perdeden, “Neden mi?” diye sordum. “Şaka mı yapıyorsun, bir de soruyor musun?” tırnaklarımı avuçlarıma batırdım. “Annem ve babam…” sakin kalabileyim diye bir kalp atımı süresi kadar duraksamanın ardından sürdürdüm konuşmamı, “Gözümün önünde… Hatta bütün cemiyetin gözü önünde seni küçük düşürüyorlar. Sana düpedüz hakaret edip duruyorlar. Ve sen,” işaret parmağımı üzerine doğrulttum. “Bir de neden gitmediğimizi mi sorguluyorsun?”

Ona doğrulttuğum parmağımı tuttu, dudaklarına bastırdı. Teması, aniden patlayan hislerimi derhal yatıştırmıştı. “Aksi şekilde davransalardı,” dedi yavaşça. “Asıl sorgulanması gereken bu olurdu. Ben onlar için düşmanın oğluyum, Ahu. Ne bekliyordun?”

“Birazcık saygı… En azından sen, benim yanımdayken.”

“Babanın tek varisi sensin. Seni o davette görmeyi özellikle istiyor.”

“Babamın istekleriyle değil,” diyerek itiraz ettim. “Damadının istekleriyle ilgileniyorum.”

Samimiyetle gülümsedi. “O davete gitmeyi istiyorum, Ahu,” derken netti.

“Gördüğün muamele hoşuna mı gidiyor, yani?”

“Benim yüzümden onlarla aranın açılmasını istemiyorum. Ailenin sana sırt çevirmesini istemiyorum.”

“Benim ailem, sensin.”

Bilerek koyduğu mesafeyi sıfırlamıştı. Kolunu omzuma atarak beni kendine yasladı. “Bir gün bana bir şey olursa… Tek başına kalmanı istemiyorum,” dedi. Adliyede yaşadıklarını tecrübelerine kazıyan kirli insanların hatıraları, onun bakış açısını tamamen değiştiriyordu.

“Gerçekten,” dedim mutsuzca. “Berbat konuşuyorsun.”

“Dinle beni,” ifademe aldırmamıştı. Çenesini başımın üzerine koyup bana sıkıca sarıldı. “O davete gidelim. Dans edelim, açık büfeye koydukları yiyeceklerden bolca yiyelim, biraz sinir bozalım ve beyaz kalemle zenginlerin arabalarını çizmiş gibi yapalım. Yalnızca orada bulunalım ve eğlenelim. Söylenen sözleri duymamaya çalışalım, güzelim.”

Nasıl oluyordu da hiçbir davayı kazanamıyordu, aklım bunu kabul etmiyordu. Zira o kadar kolay ve tasasız konuşarak ikna edebiliyordu ki zaman zaman yok yere problem çıkarttığım sanısına yakalanıyordum.

“Sen,” dedim. “Sözleri duymamaya mı çalışıyorsun?”

“Çalışmak mı?” sarılmayı bırakıp çattığı kaşlarını görmemi sağladı. “Duymamak için özel bir çaba sarf etmiyorum ki. Sana bakmam yetiyor. Etrafımdaki bütün sesleri susturuyorsun, Ahu. Her koşulda beni kendinle baş başa bırakmayı başarıyorsun.”

İstemsizce gülümsedim. “Sen, iflah olmaz bir romantiksin.”

“Huyum kurusun.”

Koltuktan kalktığında, bu defa mani olmamıştım ona. Orta sehpaya doğru eğildi. Boş çikolata paketlerini geçti. Salona girerken yanında getirdiği siyah kutuyu kucakladı, tekrar bana döndü.

“O ne?” diye sordum.

Kutuyu saran sarı kurdeleyi çözdü. “Sana aldım.”

“Nereden?”

Gözlerini abartıyla devirirken dalga geçmeyi ihmal etmemişti, “Pazardan,” dedi. Kutunun kapağını açtı. Kutudan çıkan, özenle katlanmış bir elbiseydi. Saten kumaştan dikilmiş, göz alıcı grilikte bir elbise.

Kutuyu dizlerimin üzerine bıraktı. “Bir mağazanın vitrininde gördüm. Saçlarına, gözlerine, yüzüne, tenindeki ışıltıya yakışacağını düşündüğüm bir elbise, işte.” Elbisenin kumaşını, hemen ardından beni seyre daldı. “Davette giyersin. Belki.”

Parmaklarımı kutunun kenarında gezdirirken üstüme binmiş bütün sorunlardan arınmışım gibi hissediyordum. “Bunca sözden sonra giymezsem eğer, çek vur beni.”

Söylemime karşın yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturdu. “Berbat konuşan tek kişi en değilim, galiba.”

Değildi. Berbat olmak konusunda birbirimize karşı mükemmel bir uyum barındırıyorduk.

Oturduğu yeri terk etti. Elini bana uzattı. “Hadi, artık.”

Talebini geri çevirmedim, çeviremedim. Kutudan çıkarttığım elbiseyi koluma atıp ben de koltuğu terk etmiştim. Onun elini tuttum. Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. “Kıvanç.”

“Ahu.”

“Gecenin sonunda dağıtacak mıyız?”

Eğildi ve dudağımın kenarını tatlı temasıyla öperek bana hakikati terk ettirdi. “Nasıl toparlanacağımızı unutacak kadar.”

 

Tam altı saat sürmüştü; kuaförün işini tamamlaması tam tamına altı saat sürmüştü. Bu altı saat içinde üç tane kriz, iki tane sakinleştirici iğne vakası atlatmıştık hep birlikte. En nihayetinde katılmayı asla arzulamadığım bir başka davete daha hazırdım işte, bana aylar önce zaten gelmiş olan elbisenin içinde.

Saçlarım, düzeltebilmek için yapılan ekstra kesimle birlikte biraz daha kısalmıştı. Önceden belime uzanan boyları, kulaklarımın hizasına kadar inmişti. Tutamların düzgün durması için çokça sıkılan sprey, yapay dalgaların yüzümde peruk gibi görünmesine neden oluyordu.

Ağlamaktan dolayı şişen yüzüme makyajın yakıştığı da yoktu. Ve elbise… Bana geldiği ilk günkü ışıltısından yoksundu.

Sekiz kişilik güruh, odamı yeniden eski haline getirmeye uğraşıyorken banyoda, ayna karşısında duruyordum. Gözlüklerini itip duran kuaför, bu esnada, yanıma geldi. Bana önce telefonumu sonra da bir not kâğıdını teslim etti, “Yaşlı’nın sana iletmesi gereken bir mesajı varmış.”

Kurtulmak için akvaryuma attığım telefonumla karşılaşmak moral bozucuydu elbette. Sıkıntılar içinde not kâğıdında yazanı okudum bende;

‘Sen zengin kızısın. Telefonunu imha etmek istiyorsan başka yöntemler bulmalısın. Sonuçta bu model, su geçirmez, kızım.’

-Yaşlı.

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%