@hayalrafya
|
Baktığımda aynaya vuran görüntü tamamıyla bana aitti. Ancak yansımama baktıkça hiç de kendimmişim gibi hissetmiyordum. Bu, ben değildim. Bu sebeple aynalara –yaklaşık on dakika kadar önce- ebediyete değin bakmamaya karar vermiştim. Bu, ben değildim. Bir an için hayatım çok güzel bir rotada seyrediyorken bir an sonra her detay sarpa sarmıştı. İpin ucunu nerede, nasıl, neden kaçırdığımı kestiremiyordum. Mevcut belirsizlik zamanla şiddetlenmiş, varlığını geliştirmişti. Şu anki noktada, yalnızca kendimi kaybetmenin eşiğinde değil; aynı zamanda kalbine kör kütük bir hevesle bağlı olduğumu sandığım adamı da kaybetmenin eşiğine gelmiştim. Büyük bir gürültüyle burnumu çektim. Bozuk musluk misali yaşları damlatan gözlerimi –fayda etmeyeceğinin bilincinde- elimin tersiyle kuruladım. Yeterince ıslandığına kanaat getirdiğim saçlarımı musluğun altından çektim. Sırtımı dikleştirdim. Sırtımı dikleştirmemle beraber omzuma yayılan saçlarım kazağımı epeyce ıslatmıştı. Omzumdaki havluyla saçlarımın uçlarını çabucak kuruladım. Sonrasında olanca acımasızlığımı kullandım; iç içe geçmiş saç tutamlarımı tarayarak açmaya koyuldum. Tarakla yaptığım her bir hamle saç diplerimi fena acıtıyordu. Ve ben, her bir acı uyaranını tattıkça yeniden yakın geçmişe dönüyor; Yaşlı ile aramda geçen konuşmanın yankısını yeni baştan kafamın içinde işitiyordum. Yüzümü avuçlarımın arasına saklamış, güçlü bir de çığlık atmıştım, “Ne diyorsun, sen?” Yaşlı, hiç de, oralı olmadı. Omuzlarımı silkip valizindeki ot kavanozlarını tekrardan dolabına yerleştirmeye koyuldu. “Gerçekleri konuşuyorum.” Yumruklarımı sıktım. Tenim kanayıncaya dek tırnaklarımı ellerimin iç kısmına batırdım. “Kime göre; neye göre gerçekmiş bunlar?” “Gözlemlerime, testlerime ve uygulamalarıma göre ortaya koyduğum gerçekler…” “Gözlemler, testler, uygulamalar,” dedi iki histerik kahkahanın arasında. “Senin gibi birisi için… Fazla bilimsel, sanki.” “Ne demeye çalışıyorsun?” valizin kapağını sertçe kapatıp diz çöktüğü yerden ayağa kalktı. “Açık ol da… Birbirimizi yormayalım.” Bağırarak, bastırdım, “Kâhin değil misin?” şu an öylesine öfkeliydim ki; bulutları bile parçalayabilirdim. “Uçuk kaçık işlerin peşinde değil misin? İşinin bir kısmı uydurmak, değil mi?” “Gerçeklerime inanmıyorsun, öyle mi?” “Hayır, Yaşlı. Ben, büyüye inanmıyorum.” “Peri masallarına bayılıyorsun ama.” “Sadece… Rüyalarımda.” Saçlarımın tamamen açılmasının ardından lavabonun kenarına koyduğum makası parmaklarımın arasına aldım. Sonbaharda, bir ağaç dalına çaresizce tutunmaya gayret eden; evini terk etmemek için rüzgâra direnmeye uğraşan kuru bir yaprak misali titriyordum. Ancak buna aldırmak umurumda değildi. Titrememin doğuracağı yanlışlıkları peşinen kabul ederek omuzlarımdan aşağı sarkan saç tutamlarımdan birini öne çektim. Azıcık havaya kaldırdım. Ve ilk makas darbesini vurdum. Aynı esnada, beynim ise tarihi geçmiş tiyatrosunu sergilemeye devam ediyordu. Ben, Yaşlı’nın taviz vermez gerçeklerine tekrar tekrar hapsoluyordum. “Suçlayacak birisini arıyorsun kızım; ama ben, o birisi değilim. Burada tek suçlu sensin; sen ve duyguların.” “Gittin, saçma sapan; ne işe yaradığı belli olmayan otlarınla büyü yaptın ve Avukat'ın komaya hapsolduğuna, uyanmayacağına mı karar verdin, yani?” “Ben büyü yapmam. Bu alternatif tıp.” “Hani işe yarardı? Hani alternatif tıp daima başarılıydı?” “Sen kopya varlığa âşık olmaya başlamamış olsaydın, kesinlikle işe yarardı.” “Bunu nasıl anladın ki?” “Sizin zaman çizginiz ayrılmaya başlamış. Sen bir masala kalıpmışsın. Kopya olanı gerçeğinin yerine koymaya başlamışsın. Bu da seni gerçek Avukat’tan uzaklaştırmış. İyi dinle beni, Ahu. O adam hâlâ ölmüyorsa zaman çizginizin ayrılmamak için canla başla direnen parçası yüzünden. Eğer sen o parçayı tamamen koparırsan gerçek olanı bu dünyaya bağlayan hiçbir düğüm kalmaz.” “Hayır.” “Benden sana bir tavsiye, ister dinlersin ister dinlemezsin... Kopyaya kapılırsan, ona sahiden âşık olursan, kızım… Gerçeğini öldürürsün.” “Ne demek bu?” “Yani... Sahte olanla… Kopya varlıkla oyalanmayı bırak. İkisini da aynı anda kaybetmek istemiyorsan gerçek dünyaya dön. Çünkü… Eğer gerçek dünyaya dönmezsen zaman senin için bir kopya varlıkla daha yaratmayacak. İkisini de kaybettiğinde kalacaksın.” Saçlarımı kesmeyi bitirdiğimde makası aldığım yere –lavabonun kenarına- bıraktım. Yere eğilip etrafa saçılmış kesik saç tutamlarımı özene bezene topladım. Aynaya asla bakmayarak banyodan çıktım. Odaya döndüğüm anda Yaşlı, gözlerini bana çevirmişti. Aynı şekilde bakışlarına karşılık verdim. Ama o, bana değil saçlarıma baktı. Bir kriz anında saç kesme vakalarıyla çok sık karşılaşıyormuşçasına halimi olağan bulmuştu. Benden vazgeçerek dikkatini elindeki tablete yöneltti. Tek kelime etmeden yanından geçtim. Yatağıma uzandım. Yastığımın altına bıraktığım telefonumu aldım. Kopya varlık onlarca mesajla doldurmuştu gelen kutumu. Avukat Bey: Abimle yengem arayı düzeltti. Avukat Bey: Abim gerçekten konuşabiliyormuş. Bu akşam bunu gördük. Avukat Bey: Aralarına keskin sınırlar çizmeye karar vermişler. Anlaşmalı evlilik yaptıklarını biliyorsun zaten. İkisi de buna saygı duymaya karar vermiş. Avukat Bey: Onları bağlayan bir çift alyansın altında farklı hayatlar yaşayacaklar. Avukat Bey: İkisi de birbirinin hayatına müdahale etmeyeceğini söylüyor, artık. Anlaşmanın süresi dolana kadar bu şekilde devam edecekler. Avukat Bey: Ne kadar sağlıklı sürdürebildiklerini bekleyip göreceğiz. Avukat Bey: Abim arayı düzeltmelerinin şerefine hepimizi yemeğe çıkarttı inanabiliyor musun? Avukat Bey: Aile yemeğinden bahsediyorum. Avukat Bey: Aile yemeği. Avukat Bey: Gelecekten geldiğine göre birlikte sayısız aile yemeğine gitmiş olmalıyız. Avukat Bey: Ortam öylesine kötü ki, Ahu… Avukat Bey: Burada olsaydın her şey, seninle birlikte daha çekilebilir bir hale gelirdi. Avukat Bey: Biliyor musun, bazı anlarda hayatımın yeniden doğuşunu temsil ettiğini düşünüyorum. Avukat Bey: Aramızda nasıl bir ilişki vardı, nasıl bir hayat yaşıyorduk, nasıl tanıştık ya da nasıl ayrıldık asla bilmiyorum ama bildiğim ve emin olduğum tek bir gerçek var… Avukat Bey: Senin nasıl bir şey olduğunu biliyorum, Ahu. Yani… Galiba. Avukat Bey: Sen, benim Tozpembe Rönesans’ımsın. Gözyaşlarım beslenecek bir neden bulmuştu, işte. Yeniden ağlamaya başlamıştım. Yine, yeni yeniden ağladım. Ancak mesajların hiçbirine cevap vermemeyi başarmıştım. Ben tam bir aptaldım. Bunu öngörebilmiş olmam gerekirdi. Neticede, kaçınılmazdı. Aslanın avına girip de yem olmamayı ummak yüzyılın saçmalığıydı. Sadece… Sonsuz aşka, masalsı aşkımın kuvvetine öylesine çok güveniyordum ki… Kıvanç’ı unutabilme tehlikemin olduğuna ihtimal dahi vermemiştim. Yaşlardan dolayı bulanıklaşan görüşüme direndim. Önce kopya varlığın numarasını engelledim. Ardından hiç açmamak üzere telefonumu kapattım. Sonraki istikametim kaçmaktı. Uyumak. Ve yaşadıklarımdan kaçmak. Fakat Yaşlı, ortak salondaki deliler topluluğuna katılmak yerine milli maçı odada, ufacık bir tablet ekranından izlemeye karar verdiği için tetiklenip duran anılarım, uyuyabilmesi için rahat vermiyordu beynime. Dişlerimi birbirine bastırarak, “Kapat şunu,” dedim. Kapatmadı. Onu defalarca kez uyardım. Lakin uyarılarıma bir karşılık alamadım. Yatağımı bir hışımla terk edip Yaşlı’nın elindeki tableti –devre arasını dahi beklemeden- kaptığım gibi yere fırlatmamın ardından neler olduğunu netçe hatırlayamıyordum. Yine de kolumda keskin bir acı hissetmiştim. Belki de geçirdiği sinir krizi yaşlı’yı hemşirelerden birini çağırmaya teşvik etmişti. Akabinde bilincimi yitirmiş, karanlığa, yine anılarıma gömülüvermiştim.
on yedi ay önce.. Mutfak masasında öylece oturuyordum. Duruyor, düşünüyor bir sonuca varamıyordum. Hastanenin verdiği rapora bakakalmak dışında sergilediğim herhangi bir işlev yoktu asla. Ne mutluluktan havalara uçuyor ne de yoğun üzüntüde kavruluyordum. Aksine hiçbir şey hissetmiyordum. Belki biraz korkuyor olabilirdim. O kadar. Kıvanç salondaydı. Televizyonda milli maç açıktı. Kendini maçın hararetine kaptırmıştı. Beni unutmuştu sanki. Varlığımı ansızın silmişti hafızası. Kendi kendine değil belki, televizyonda konuşuyordu. Spikerin heyecanlı sesiyle beraber coşuyor, akabinde kaçan golle derdini haykırıyordu. Kapılmıştı. Dalmıştı. Her zamanki gibi… Onun maçla beraber sürükleniyor oluşundan şikâyetçi değildim. Hatta onu maç izlerken seyretmeye, yüzünde değişen her bir ifadeye şahit olmaya adamıştım kendimi. O hayatıma girmeden önce nelerden hoşlanırdım, neler yapardım, hobilerimi neler olarak tanımlardım… Artık bilmiyordum. Zira bütün ilgi odağım o oluvermişti. Ancak tam da şu anda, en büyük tutkuma kapılamayacak kadar çok… Korkuyordum. Sanırım. Orada, mutfak masasında oturdum ve bekledim. Kıvanç’ı rahatsız etmedim. Maçın devre arasında dönmüştü yine hayata. Televizyon, reklamları sunuyorken koltuktan kalktığını işittim. Salondan ayrılıp mutfağa girdi. Beraberinde bomboş cips kâsesini de getirmişti. “Ahu,” dedi beni fark ettiği anda. Kelimesine işlediği endişe fazlasıyla sahiciydi. Endişesiyle beraber irkilmemek mümkün değildi. “Ne oldu sana?” Büyük ihtimalle hayalet görmüş gibi bir tavırla ona baktım. Kâseyi masanın üzerine bırakıp bana yaklaştı. “Söylesene, güzelim. Ne oldu?” Konuşmadım. Ya da konuşmadım. Her halükarda zihnimdeki alfabeye erişmenin bir yolunu bulamadım. Yalnızca, hastanenin verdiği kan tahlilini ona uzattım. Bir rapora baktı bir bana. Kaşlarını çattı, bakılası yüz hatları bir merakı kuşanmıştı. Raporu elimden aldı. Dikkatle inceledi. O raporu inceliyorken bense oturmaya devam edip tırnaklarımı kenarını sarmış kabukları çekiştirip durdum. Nihayetinde… “Sen,” dediğinde bana. Doğrudan ona bakabildim. Doğrudan ona baktım. Yeşilinin bağımlısı olduğum gözlerine daldım. Başımı hafif hafif sallayarak, hâlihazırda bildiği gerçeği onayladım. “Hamileyim.” Durduğu yerde sendeledi. Eli boş kâseyi yere devirdi. Devrilen kâsenin çam kırıkları dört bir yana, korkum ise başka bir yana sıçramıştı şimdi. “Yani… Ben,” dedi anlamsızlıkla. Sinirlerime mukayyet olamayarak gözlerimi devirdim. “Baba oluyorsun, Kıvanç.” |
0% |