Yeni Üyelik
50.
Bölüm

KIRK SEKİZ

@hayalrafya

Gerçekleri arkasında saklayan kapının bütün menteşeleri kırılmıştı. Hâlâ sağlammış gibi görünmesinin nedeni, ucuz bir kilit tarafından korunuyor olmasıydı. Şimdilik koruma altındaydı, evet. Ancak tek darbelik de hakkı kalmıştı; tek ve en ufak bir darbelik hakkı kalmıştı.

Sonrasında…

Kırılması kaçınılmaz olacaktı. Bir kere kırıldığında tamir edilmesi imkânsız bir hal alacaktı. Gerçekleri daha fazla saklayamayacaktı. Sakladıkları, bir bir, gün yüzüne çıkacak; yığın halinde ortaya dökülecekti. Kopya varlık olanın bitenin tam ortasındaydı. Dökülen yığının altında kalacaktı.

Onu kenara çekmek için bir kez –ciddi- girişimde bulunmuştum. Lakin girişimim, onu merkeze daha fazla yaklaştırmaktan öteye geçememişti.

Peki, kapı kırıldığında ne olacaktı? Gerçeklik yığını onun başına yağıp da çığ misali üzerine kapandığında… Ne olacaktı? Aynı kişiyi ikinci kez mi kaybedecektim? İkinci kez, ikisini birden ve hepten…

Daha dikkatli olmam gerekirdi. O PDF dosyasın ona göndermeden önce defalarca kez kontrol etmiş olmam gerekirdi. Ancak kontrol etmek, özen göstermek, tetikte olmak ya da dikkat etmek aklıma bile gelmemişti ki.

Kıvanç ile evlendiğimde kendi soyadımı terk etmek; bir daha hiç kullanmamak ve onun soyadını tereddütsüzce almak konusunda kararlıydım. Bunun iki nedeni vardı. İlki Kıvanç’a duyduğum aşkın, adımın yanında bir temsilcisi olması ile ilgiliydi. İkinci sebepse tamamen babamdı. Tamamen, babamı sinirlendirmek istemiştim. Kendi kızı, öz kızı, kanını verdiği kızı düşmanının soyadını taşıyordu artık. Bu, onu çileden çıkartmaya ve beni mutlu etmeye yetmişti.

Fakat zamanla ne bir aşk temsilcisi arar olmuştum ne de babamı kızdırmak arzusu ile kendimi mutlu etmeyi umar olmuştum.

Zamanla, Kıvanç’ın soyadı ile bütünleşmiştim ben. Sanki bu yaşıma kadar içine tıkıştırılmaya çalışıldığım ambalajı yırtmış ve esas benliğime kavuşmuştum. Ahu Kortan olmak bütünüyle bendi. Sahte değildi. Olmak istediğim her şeydi. Varlığımı keyifli kılan bir etkendi.

Ahu Kortan olmak beni için bilindik olandı. Olağandı. Normal saydığımdı. Nefes almak kadar doğal, kuşlar kadar özgür, sevmek kadar alışılmıştı. Kortan olmak beni ben yapan her bir unsurun ebediyete uzanan temel taşıydı.

Bu yüzden dikkat etmeyi unutmuştum. Tıpkı bazı anlarda kopya varlıkla konuştuğumu da unuttuğum gibi.

Anlık bir gaflet, gerçekliği tutan kapının son menteşesini de kırmıştı, işte. Ucuz bir kilitten medet ummak zorundaydım, şimdi.

Kilidin sağlam kalabilmesi için benim –yeniden- kopya varlıktan uzaklaşmam şarttı ne yazık ki. Ona verdiğim sözü ikinci kez yırtıp aymak, bu oyuna sahiden son vermek zorundaydım.

‘Neden benim soyadımı kullanıyorsun’ diye sormasının ardından gözyaşlarımı uzunca bir süre içime akıtmış; telefonumu kapatıp, hastanenin üçüncü kat koridorunda bulunan büyük akvaryumun içine atmıştım.

Buraya kadardı.

Artık, sadece, gerçek Kıvanç’ın uyanmasını bekleyecektim. Zaman tutulmasına dair hiçbir olguyu tehlikeye atmadan bekleyecektim.

Bekleme sürecini odamın dört duvarı arasında hapis şekilde geçirmek, sona kalan mental sağlığımın ufak kırıntılarını da rendelemesin diye ortak salona gelmiştim.

Her zamanki köşemde, melek havuzuna bakan camın bitişiğindeki masada oturuyordum. Ayaklarımı boş bir sandalyeye uzatmış; romanımı yazabilmek için konsantre olmaya uğraşıyordum.

Pastel boyalarımın kutusunu açtım. Sanki bir piyanonun tuşlarına dokunuyormuşum gibi parmaklarımı –plastik kabın muhafaza ettiği- boyaların üzerinde gezdirdim. Dokunuşumun üstünde duraksadığı renk, dudaklarımın yukarı kıvrılmasına sebebiyet vermişti. Tam değil, yarım bir tebessümdü bu. Buruk gülüşüm yarım tebessümü. Çünkü ben, tebessümümün diğer yarısını dakikalar evvel maziye gömmüştüm.

Yeşil renkli pastel boyayı ele geçirdim. Parmaklarımın arasında sabitledim. Dizlerimi hafifçe kırıp, cildi yıpranmış defterimin sona yakın sayfasını açtım. Bembeyaz sayfanın hayali tozlarını silkeledim. Shakespeare’den yaptığım alıntı ile romanımın ipliklerini –kaldığım yerden- dokumayı sürdürdüm;

“Beni dinle,” dedi Benvelio. “Beni dinle ve onu düşünme, unut!”

“Öğret bana, nasıl unutulur düşünmek?”

“Özgür kıl gözlerini; başka güzelliklere bak!”

“Güzelliği o zaman daha çok çıkar ortaya”

“Sonrada kör olan âşık unutamaz

Daha önce gördüğü değerli hazineyi.”

“Kimin ondan da güzel olduğunu

“Öğretemezsin bana unutmayı.”

Son kelimeyi yazmamın ardından duraksadım. Sanki tuğladan bir duvara çarpmış, süratimin etkisi ile on bir parçaya ayrılmıştım.

Başa döndüm. Yazdıklarımı tek tek kontrol ettim. Bilhassa irdeledim. Romeo ve Juliet’i o kadar fazla okumuştum ki Kıvanç’a…

Kopya varlık haklıydı, bir bakıma. Alıntı yaptığımı sanıyorken kitabı birebir kopyalıyordum. Her bir satırı özenle hatmetmiş olan zihnim, kalemi alıp kâğıdı önüme çektiğim saniyede yönetimin kontrolünü ezberimin insafına bırakıyordu. Özgün olamıyordum. Shakespeare’in cümleleri, Kıvanç’a bulanmış tesirleri ile beni esir ediyordu.

Kalemi parmaklarım arasında çevirdim. Baştaki cümlenin etrafına, kullandığım yeşil boyadan bir çember çizdim.

“Öğret bana,” diyerek fısıldadım, kendimden ziyade Benvelio’ya. “Öğret bana, nasıl unutulur düşünmek?”

İlginçtir ki, soruma ansızın cevap gelmişti. Fakat Benvelio’dan değil.

Yanıma yaklaşan kişin gölgesi üzerime düştü. Davetsizce uzandı. Ayaklarımı uzattığım sandalyeyi geriye çekerek bacaklarımı boşluğa düşürdü ve neşeyle konuştu, “Elma ister misin?”

Bacaklarımın aniden boşluğa düşmesinin peyda ettiği şaşkınlıktan sıyrıldım. Başımı kaldırdım. Yanıma gelen kişinin, giydiği siyah pelerinin kukuletasının altında kalan yüzüne baktım. Bu, tanımadığım kızdı; Yaşlı’nın, yerime geçmesi için koğuştan getirdiği, tanımadığım kız.

Taşıdığı –içi kırmızı elma ile dolu- hasır sepeti masaya, pastel boyalarımın yanına bırakmış bana sırıtıyordu.

Defterimin kapağını hızlıca kapattım. Sırtımı dikleştirdim ve düşünmeyi bıraktım.

Hastane sınırları içerisinde bana biçilmiş role itiraz etmeyerek, “Deliyim ama” dedim. “Kötü Kalpli Cadı’dan elma alacak kadar değil.”

Söylediklerim onu eğlendiriyormuşçasına –tam da Kötü Kalpli Cadılara yakışacak tınıda- kahkaha attı. Ayaklarımın altından gasp ettiği sandalyeyi biraz daha geriye çekti. Pelerinin eteklerini savurarak karşıma oturdu. “Eh, zaten elmayı yesen de yemesen de…” iç çekti. “Yüz yıllık uykuya çoktan yatmış gibi görünüyorsun.”

Başım ağrıyordu. Hem öksüz hem yetim kalmış dertleri çocuk esirgeme kurumu misali sahiplendiğimden olsa gerek, dertlerim boyumu aşıyordu. Ve ben, bir de onunla uğraşmak istemiyordum. Hiç.

Kaba olup olmadığımı önemsemeyerek, “Ne var?” diye sordum.

“Neler olduğunu öğrenmek istiyorum.”

“Ciddiyim. Neden geldin?”

“Neler olduğunu öğrenmek istemem dışında mı?”

Kırmamaya gayret ederek pastel boyayı avucumun içinde sıktım, “Amacın ne, senin?”

Kirpiklerini hayretle kırpıştırdı, “Neler olduğunu öğrenmek istememden başka mı?”

“Benden ne istiyorsun?”

“Neler olduğunu anlatmanı istememden farklı olarak mı?”

“Kim gönderdi seni?”

“Neler olduğunu öğrenmek isteyen kişinin haricinde mi?”

“Yakın bir zamanda iletişim kurabilecek miyiz, acaba?”

“Neler olduğunu-”

Sesimi yükselterek cümlesini kestim, “Bir şey olduğu yok,” dedim. Kesin konuşmuş, katı tavrımı aramıza koymuştum. Aksi takdirde bu kısır döngü böylece sürüp gidecekti.

Lakin tanımadığım kız, tavrımdan çekinmeyerek… Israr etti, “Bir şey oldu. Bir şey olduğunu Sağır Sultan bile biliyor.”

Sertçe yutkundum, “Sağır Sultan’ın benden başka uğraşacak işi gücü yok mu?”

“Var,” dedi. Öne doğru eğilerek rahatlığını açıkça sergiledi. “Ama senin hikâyenle uğraşmak daha keyifli.”

Hayatımın dev bir ekranda, bütün ahaliye sunuluyor olması fena raddede rahatsız ediyordu, artık. “Senin eğlenceli bulduğun durum benim canımı yakıyor,” dedim.

“İşte,” parmağını şaklatarak ekledi. “Bir şeyler olduğunu biliyordum.” başını yana eğerek beni inceledi. “Köşene çekilmişsin, yeşil kalemini almışsın… Şu haline bak… Bir tek depresyon hırkan eksik.”

Defterimin yapraklarıyla oyalandım, “Yakında bulurum bir tane.”

“Tavsiye etmem.”

“Neyi tavsiye etmiyormuşsun, pardon?”

“Depresyon hırkası bulmanı.”

“Nedenmiş?”

“Eğer depresyon hırkasına sarınacak duruma gelirsen…” benden günah gitti dercesine ellerini havaya kaldırdı. “Başhekim sana koğuşun en manzaralı yatağından yer ayırır.”

Kendi problemlerimin kıdemli pervanesi olmuş dönüp duruyorken işittiğim ‘koğuş’ kelimesi, hastanenin gizemli atmosferinin merakımı kabartmasına neden olmuştu. “Koğuş,” diyerek bir mırıltıyla tekrar ettim.

Defterimi elma sepetinin azıcık uzağına koyup, parmaklarımı iç içe geçirdim. “Neler oluyor ki koğuşta? Neler yaşıyorsun koğuşta?” sorduğum soruyu yansıtan sesim, bu defa, kızgınlıktan arınıktı.

O da bunu fark etmek konusunda ustaca davrandı. “Şu işe bak…” dedi harfleri uzatarak. “Birileri beni merak mı ediyor?”

Dişlerimi hafifçe sıktım, “Birileri beni her saniye merak ediyorken benim de birilerini merak etmeye hakkım vardır, herhalde.”

“Var, tabii,” derken ılımlı karşılamıştı ifademi. “Merak ediyorsan, pekâlâ anlatırım. Nihayetinde…” sepete uzandı. Kıpkırmızı elmalardan bir tanesini kaptı. Elmanın sap kısmına takılmış kâğıdı kopartıp büyükçe bir ısırık aldı. “Senin kadar nazlı değilim.”

Kaşlarımı havaya kaldırıp başımı ağır ağır salladım. “Hayat hikâyeni paylaşmaya çok hevesliymişsin gibi konuşma.”

Bir yeni kötü kahkahasını daha –elmadan koparttığı ısırıkların arasında- benimle paylaştı. “Hayat hikâyemi paylaşmaya çok hevesliyim, Ahu.”

İşin garibi, sahiden hevesli pozlar vermesiydi.

Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Dinliyorum.”

“Neyi?”

“Hayat hikâyeni.”

“Hayat hikâyemi mi?”

“Elbette, hayat hikâyeni…” parmaklarımı kolumun üst kısmına çarparak sabırsız bir ritim tutturdum. “Konuştuğumuz konunun başka öznesi var mı ki?”

Omuzlarını silkti. “Sen ve Avukat.”

Dönüp dolaşıp neden her şey ben ve onda son buluyordu, sahi? Üstelik onu düşünmemeye yoğunlaştığım bir anda… “Ne saçmalıyorsun, sen?”

“Konuştuğumuz konunun benden başka öznesi de var,” diyerek saçmalığını açıkladı. “Sen ve Avukat.”

Hafif dozu aştım. Sertçe sıktığım dişlerimin arasından konuşarak lafa atıldım, “Ne olmuş ben ve Avukat’a?”

“Okların yönü sen ve Avukat’tan başka bir tarafı gösterinceye değin…” tekrar ısırdığı elmanın alçak gürültüsü kulaklarımı ağrıttı. “Bu masala başka bir hayat hikâyesi daha karışamaz.”

Yapmacık bir tavırla güldüm, “Sen, kafayı yemişsin.”

“Başka bir şekilde hakaret etmeyi dene,” bacak bacak üstüne atıp hemen önümde keyif yaptı. “Zaten tüm hastane kafayı yemiş durumda.”

Akıl hastanesinde olunca öfkeyle harmanlanmış, aşağılayıcı hiçbir kelimenin özel bir numarası olamıyordu, galiba.

Daha fazla numara tuşlayamayacağıma karar verip önce boya setimi topladım, sonra defterimi kucaklayıp ayağa kalktım. “Gidiyorum, ben.”

Yanından geçeceğim esnada koluma yapıştı, “Gitme.”

Bir ona baktım. Bir de tuttuğu koluma.

Bakışlarıma işlediğim uyarıyı hızlıca kavrayıp elini çekti. “Neler olduğunu öğrensem daha iyiydi ama…” sepetinden ikinci bir elma daha kaptı. “Seni zorlamaya gelmiyor. Anında, kaçmaya uğraşıyorsun. Biraz bekle de bari asıl geliş amacımı yerine getirebileyim.”

Ve aldığı ikinci elmayı bana uzattı. “Al.”

Mecburen aldım. Elmanın sapına bağlanmış karta üstünkörü bakışlar attım. “Ne bu?”

“Davetiye,” diyerek şakıdı.

“Ne davetiyesi?”

“Okuman yazman yok mu, senin?”

Gözlerimi devirerek yeniden kâğıda baktım; bu defa okuyup anlamak için;

Birinci Geleneksel Akıl Hastanesi Dans Etkinliği, Davetlisiniz

Yer: Ortak Salon

Tarih ve Saat: 22 Eylül, 21.00

“Dans partisi mi?”

“Hı-hım… Bu akşam düzenliyoruz.”

“Neden?”

“Hiç. Sadece kutlama yapalım, eğlenelim dedik.”

“Neyi kutluyoruz?”

Soruma cevap vermedi. Ciddi bir ima çerçevesinde gülümsedi. Arkasını döndü. Benden önce çekip gitti.

Kaşlarımı çatarak elmaya baktım durdum. Lakin elma ile aramda geçen bakışma çok da uzun sürmemişti. Yalnızca birkaç dakika sonra yabancı bir el omzuma dokundu. Daldığımdan olsa gerek, durduğum yerde sıçrayarak arkama döndüm.

“Onu yiyecek misin?” diye sordu, ilgiyle elimdeki elmayı seyreden genç bir çocuk.

Başımı hızla iki yana salladım. “Senin olsun.”

 

Ortak salondan çıktıktan sonra eşyalarımı odama bırakıp bahçeye çıkmıştım. Hâlâ serbest zamanın içindeydik. Rehber ile terapi seansına kapılmadan önce biraz olsun hava almam gerekiyordu.

Hastanenin, bahçeye uzanan, basamaklarından aşağıya yavaş yavaş iniyorken onu gördüm. Yaşlı. Devamlı olarak bulunmayı tercih ettiği yerdeydi. Süs havuzunun yanında, süs havuzunu sahiplenmiş melek heykelinin karşında bağdaş kurmuş oturuyordu.

Derin bir nefes alıp ciğerlerimdeki gücü tazeledim. Ne yaptığımı irdelemeyerek onun yanına doğru ilerledim. Aslında ona karşı ters bir tavır almıştım. Uzunca bir müddet boyunca da bu tavrı sürdürmek niyetindeydim. Ancak… Söyleyeceği doğru düzgün kelimelere muhtaçtım. Sanırım.

Yürümeyi bitirip tam da yanında durduğum anda, başını eğerek gözlerini ovuşturdu. “Hayırdır, ne işin var burada?”

Onu taklit ettim. Aramıza azımsanamayacak bir mesafe koyup yere oturdum. Bacaklarımı karnıma doğru çekip, kollarımı da bacaklarımın etrafına sardım. Çenemi dizlerimin üzerine koyup; süs havuzundan sıçrayan minik ve bir o kadar da ferahlatıcı olan su damlacıklarının yüzüme çarpmasına izin verdim. “Kendimi su sesiyle tedavi etmeye geldim.”

“Su terapisi diyorsun…”

“Su terapisi diyorum…” Yüzüme çarpan su damlacıklarının Rehber’in kurduğu hilekâr cümlelerden daha güçlü bir etkisi olduğu da kesindi, hani.

“Bunun için önce hasta olman gerekmez miydi, kızım?”

Başını çevirip bana baktığını hissetsem de ona bakmadım. “Rehber, hasta olduğumu iddia ediyor.”

“Rehber, hiçbir şey bilmiyor,” diyerek homurdandı. “Sen hasta değilsin, sadece çarpık bir gerçekliğin içindesin.”

“Rehber, bu işin okulunu okumuş, yıllarca hem de... Ve sen, tek bir cümlenle bilimi alt ediyorsun.”

“Bilim kusursuz bir şeymiş gibi konuşuyorsun, şunu anla olan biten her durumu sayılarla ve mantıkla açıklayamazsın.”

İşte, duymamın beni telkin edeceği yegâne söz türü bunlardan ibaretti.

“Sana kızgındım,” diyerek itiraf ettim. “Gerçi, sana hâlâ kızgınım ama...” iç çekerek devam ettim konuşmaya. “Senden başka hiç kimse aklım başımdaymış gibi hissettirmiyor bana.”

“Odadan ayrıldım, buna rağmen kızgınlığın geçmedi mi?”

“Sebeplerin birden solmasını bekleyemezsin, Yaşlı.”

“Pekâlâ...” dedi ve aramızda ektiğim küskünlüğü gübreyle besledi.

O anda kendime sordum. Sahiden sordum. Ona neden kızgındım ki? Kıvanç’ın şampuanını bitirdiği için mi? Kopya varlıkla arama mesafe koymamı öğütlediği için mi? Gerçek Kıvanç’ın bir daha hiç uyanmama ihtimali olduğunu belirttiği için mi?

Yalnızca biri için değil, bunların hepsi için kızgındım ona. Belki çocukça, geçersiz ve oldukça anlamsız sebeplerdi bunlar ancak… Yaşadıklarım yüzünden birisine kızgın olmam gerekliymiş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum bünyemi. Kendime kızmakta zorlanıyordum. Kıvanç’a zaten hiç kızamıyorum. Bu durumda, Yaşlı, en doğru seçenek oluyordu.

Kendimizi süs havuzunda dönüp duran suyun dinginliğine kaptırdığımız bir anda, aniden, “Dans etkinliği ne katılacak mısın?” diye sordu.

“Kalabalıktan hoşlanmıyorum.”

“Ama seni onur konuğu yapmıştık.”

Bıkkınlıkla iç geçirdim, “Bir deli kalabalığının onur konuğu olmak istemiyorum.”

“Bu etkinliğe katılmanı özellikle istiyorum, ben düzenliyorum.”

İşte bu, ilgimi çekmişti. Nihayetinde melek heykeline bakmayı es geçip ona döndüm. “Sen mi düzenliyorsun?”

“Aynen öyle.”

“Neden?”

“Çünkü konsey başkanıyım.”

“Konsey başkanı olduğun için etkinlik düzenleme yetkin var, anlıyorum ama gerekçen ne, neden düzenliyorsun?”

“Kutlamak istediğim bir durum var,” dedi. Alttan alta gülümsedi.

Bu gülümseme… Hiç de hayra alamet gibi değildi. “Ne durumu?”

“Uzun zamandır uğraştığım bir problemi nihayet çözmek üzereyim.”

“Ne problemiymiş bu?”

Oturduğu yerden kalktı. Kıyafetlerine yapışmış tozları elinin tersiyle silkeledi. Sakallarındaki boncukları yokladı ve beni ardında bırakıp heykelin başından uzaklaşmaya yeltendi.

“Hey,” diye bağırırken oturduğum yerden fırlamıştım. Koşarak ilerledim. Ona yetiştim. “Hangi problemini çözmek üzeresin?”

Art arda gülümsedi. Cevap verme girişiminde bulunmuyordu katiyen. “Sana diyorum, Yaşlı. Hangi problemini çözmek üzeresin?”

“Miras davamı hatırlıyor musun?” dedi.

Gerginlikle boynumu kaşıdım. Merak ve korku tarafından az biraz sarmalanmıştım ve onun bu garip hali, bana yardımcı olmuyordu. “Hatırlıyorum,” dedim onaylayarak. “Akrabalarını öldürdün mü, yoksa?”

“Asla... Kan dökmek bana yakışmaz.”

“Öyleyse?”

“Sadece...” omuzlarını yukarı kaldırıp aşağı indirdi, öylesine. “Buldum işte.”

“Neyi buldun ya?”

“Miras davamda beni temsil edecek olan avukatı.”

 

Loading...
0%