@hayalrafya
|
Âşık olma hissini ‘karında uçuşan kelebekler’ şeklinde tanımlayan insanları asla anlayamıyordum. Çünkü ben, o bahsi geçen kelebek vadisine adım bile atmamıştım. Benim âşık olma hissim, Ihlara Vadisinde kapana kısılmakta eşdeğerdi. Onu düşlerime iliştirdiğim her anda midem bulanıyordu. Gözlerim kararıyor, aklım karışıyordu. Boğazıma yerleşen yumru ne nefes almama izin veriyor ne de yutkunmamı kolaylaştırıyordu. Âşık olmak, bana hem fiziksel hem de psikolojik açıdan acı veriyordu. Ve ben, en uçuk raddede acı çekmeye bağımlı hale gelmiştim. Terapiyi bitirir bitirmez bana verdikleri ilacı limon fidanı saksısına gömmüştüm, yine. Yatağımın üzerinde öylece uzanıyor, tavana bakıyordum. Ayaklarımı iki yana sallıyorken tırnaklarımı da avuçlarıma gömmüştüm; sırf kendimi kaybetmeyeyim diye. Aldığım titrek nefesler ciğerlerimi ağrıtıyordu sanki. Bize dair hatırladığı o ufacık şey yüzünden hastaneden kaçıp yanına gitme isteğim fena halde körüklenmişti. Ve şu anda –tıpkı ona öğütlediğim gibi- bu lanet istekle savaşmak zorundaydım. Özlemin ağırlığına direnmek; mutluluğun tehlikeli girdabına kapılarak gerçeklikten sürgün yememek için. Ah, midem sahiden bulanıyordu. Başımı sağa çevirip beni taklit eder şekilde yatağına uzanmış; tavanı gözetleyen oda arkadaşıma baktım. “Yaşlı.” Yüzünü sabır çeker gibi sıvazladı, “Lütfen, tavanda yüzler görmeye başladığını söyleme.” “Hayır, henüz o aşamaya gelmedim.” “İyi bari.” Gözkapaklarımın gerisine çöken tek bir yüz hariç, etrafta görüp durduğum başka bir suret yoktu. Zaten gözkapaklarımın gerisindeki yüz –tek başına- uyuma arzumu katlamaya yetip artıyordu. “Bir şey oldu,” dedim paylaşma ihtiyacıyla.” “Kime?” “Avukat Bey’e.” Yaşlı, yattığı yerden hızla doğruldu. “Davamı almayı kabul mü etti, yoksa?” Gözlerimi devirdim. Herkes kendi derdindeydi tabii. Onu suçlayamazdım ki. “Söyledim ya sana, miras davasına bakmak istemiyor.” “Naz yapıyordur.” “Davanı alsın diye onu zorlayamam.” “Ne biçim bir avukat bu böyle? Davalar arasında seçim yapıldığı görülmüş şey değil.” Ben de aynı şekilde doğrulup bacaklarımı yataktan aşağı sallandırdım. “Sana, derdini Rehber’e anlat demiştim.” Hoşnutsuzlukla alnını buruşturdu. “Rehber’e aile sırlarımı açacak değilim.” Arkadaşımın sıkıntısına karşı samimi bir alaka besleyerek sordum, “Ne yapacaksın, peki?” “Bilmem,” omuzlarını silkti. “Belki diğer mirasçıları öldürürüm.” Başımı aheste aheste salladım. “Kolay gelsin.” “Miras davamı kabul etmediyse, peki, ne olmuş Avukat Bey’e?” diye sordu. Anka kuşu misali küllerinden canlanan uçsuz bucaksız heyecanım beni yine etki bölgesine çekmişti. “Ona daha önce söylediğim bir cümleyi hatırladı.” Ancak Yaşlı’nın tavrı katıydı, “İmkânsız.” Kaşlarımı çattım, direttim, “Gerçekten hatırladı.” Bana tekrar karşı çıktı, “Hafızasını kaybetmiş bir insan,” dedi tane tane. “Kafasına tavayla vurulmadığı sürece hiçbir şey hatırlamaz, kızım.” Gereksiz prensipleri gerçek dünyada işe yaramıyordu işte. “Al,” ona kanıt sunmak amacıyla yastığımın altına uzandım. Telefonumu açtım. Dünkü mesajlaşmamızı telefon ekranına taşıyarak cihazı Yaşlı’ya verdim. “İnanmıyorsan kendin bak.” Usta bir mühendisin arızalı bir makineye gösterdiği ehemmiyetle ekrana baktı. “Ahu.” Ayağa kalkıp karşısına geçtim. “Hım?” “Telefonundaki kayıtlara göre…” “Evet?” “Dün akşam kimse sana mesaj göndermemiş.” Histerik şekilde güldüm. Bu bir refleksti. “Yalan söylüyorsun.” Ekranı bana çevirdi. “Neden yalan söyleyeyim?” Bana çevirdiği ekranda mesajlar aynen duruyordu. Dün birbirimize gönderdiğimiz mesajlar aynı şekilde ve yerli yerindeydi. Ama Yaşlı göremiyordu. Dişlerimi birbirine bastırdım. “Çünkü sen…” telefonu hızla çekerek elinden almıştım. “Benim aksime, tavanda yüzler görüyorsun.” Çabuk adımlarla banyoya doğru yürüdüm. İçeri girdim. Kapıyı arkamdan kapatıp kilitledim. Telefonu pantolonumun cebine koyarken aynanın karşısına geçmiştim. Lavaboya tutundum; beyaz mermeri kuvvetle sıktım. Aynaya yansıyan görüntüm pes etmemem için adeta yalvarıyordu bana. Kıvanç o mesajları göndermişti. Emindim. Sadece… Teyit etmek için deli olmayan birine ihtiyacım vardı. Çünkü Yaşlı, içime kurt düşürmeyi başarmıştı. Aynaya baktım, baktım, baktım. Bir süre sonra yansımam, lunaparkta olduğumuz o günün anısıyla yer değiştirmişti. ♡ ♡ ♡
Lunaparkı dolduran insanlar gürültü yapmaktan çekinmiyorlardı. Gürültüye daha fazla katlanamayacağımıza karar verip oradan uzaklaşmış; bir banka yan yana oturmuştuk. Arkamızda tüm ihtişamıyla lunapark, önümüzde ise ayın düşürdüğü yakamozları ağırlayan deniz vardı. “Bu nasıl bir şeytan icadı böyle?” diyerek söylendi Kıvanç. Ona döndüm. Ben kendiminkini çoktan tüketmişken o, elindeki elma şekeri ile cebelleşiyordu, hâlâ. Şekeri bir türlü ısıramıyor, yapış yapış olmuş parmaklarına öfkeyle bakıyordu. Kendimi tutamayıp gülmeye koyuldum. “Gülme, Ahu.” “Üzgünüm ama” dedim gülüşlerimin arasından. “Elma şekeri ile kavga ediyorken seni ciddiye alamıyorum.” Epey sinirliydi. “Şu halime bak.” Uzanıp, önüne dökülen saçlarını parmaklarımla geriye doğru taradım. “Ne varmış halinde?” “Karizmam yapış yapış oldu.” İç geçirdim. “Çünkü yemeyi bilmiyorsun.” Kaşlarını alaycılıkla havaya kaldırdı, “Yok ya!” “Önce şu çubuğu bir çıkartalım.” Elindeki şekeri alıp çubuğu şekerden ayırdım. “Böyle tutacaksın…” şeker kaplı olmayan bir elmayı tutuyormuşum gibi şekeri tuttum. “Normal elmadan farkı yok. Şekerden nefret etme…” elmayı ona yaklaştırdım. “Isır, şimdi.” Hareketlerimi ufak bir çocuk misali –yeterince dikkat kesilmiş şekilde- takip etmişti. Yemyeşil gözleri, kısacık bir tereddüdün ardından elmayı ısırdı. Ancak tamamen yanlış halde… “Ah,” acıyla inleyerek elimi çektim. Yere düşen şeker için bile üzülemedim. “Parmağımı ısırdın.” Buruşturduğu yüz hatlarıyla, perperişan durumuyla yanağını tutuyordu mutsuzlukla. “Galiba, dişimi kırdım.” Kendi davamı sürdürdüm, “Parmağımı ısırdın, diyorum.” Gözlerini yumdu. Çenesine dokunarak dişini yokladı. “Dişim gitti, kızım. Ne yaptığımın farkında mıyım ben?” Aralıksız geçen beş dakika boyunca onun dişiyle ilgilenmiş; kırılmadığını, yalnızca zorlandığını anlamıştık. Lakin elma şekeri onda travma olarak kalacaktı, büyük ihtimalle. Bir müddet sürüp giden sessizliğin akabinde “Eğer ileride evlenirsem…” diyerek sessizliği böldü. “Hım?” Banka yan oturarak yönünü hepten bana çevirmişti, “Evleneceğim kadının elma şekeri yemediğinden emin olacağım.” Kıssadan çıkarttığı hisse sahiden bu muydu? Lunaparkın sarı ışıkları yüzüne düşüyor, hatlarını olduğundan daha güzel kılıyordu. Ben her anda ona daha fazla hayran oluyorken başka bir kadından bahsetmesi sinirlerimi arşa çıkartıyordu. “İleride evlenmek gibi bir düşüncen mi var?” diye sordum. Bunu yeni öğreniyordum. “Neden olmasın?” işaret parmağı ile kendisini kast ederek ekledi, “Sence de bu genler bir sonraki kuşağa geçmezse kaliteye haksızlık olmaz mı?” “Farkında mısın bilmiyorum ama…” başımı –onaylarcasına- hızla salladım. “Çirkinsin, Kıvanç.” Pis pis sırıtmaktan geri durmadı. Avucuyla yüzümü kavradı; başparmağı ile yanağımın üzerine hayali daireler karaladı. “Farkında olduğum tek şey, alevlenen kıskançlığın.” O bana böyle dokunuyorken mayışmamam mümkün değildi. Ona öfkeli kalmam mümkün değildi. “Gelecekteki karını kıskandığımı mı ima ediyorsun, yani?” Burnunu kırıştırarak cümlemi reddetti. “Zaten saçma olurdu.” “Ne?” “Gelecekteki karımı kıskanman.” Boştaki elini pantolonunun cebine yerleştirip kırmızı kadifeden bir kutu çıkarttı. “İnsan kendini kıskanamaz, değil mi?” Nefeslerim bütünüyle kesilmişti. Bayılmama çeyrek vardı şimdi. Sertçe yutkundum. Hipnotize olmuşum gibi bankın üzerine, aramıza, koyduğu kutuya baktım. “Prens prens konuşma.” Gülümsedi ve anılarıma hiç silinmeyecek bir hatırayı daha işledi, “Ahu…” kutunun kapağını açtı. Ortaya çıkan tek taş, sarı ışıkların gücüyle parıldadı. “Benim için elma şekeri yemeyi bırakır mısın?” |
0% |