@hayalrafya
|
Komplo teorilerinin üzerine kafa patlatan biri olmamıştım hiç. Ancak zaman zaman düşünmeden edemiyordum. Dünyadaki tüm insanlık Avukat’a ve bana karşı cephe almıştı sanki. Kendi içlerinde sessiz bir anlaşma imzalamışlardı. Anlaşmayı katiyen ihlal etmiyorlardı. Birbirimizle iletişim kurmamızı hoş karşılamıyor, ilişkimizi kınıyor, kaba kuvvetle ruhlarımızı ayrı tutmaya çalışıyorlardı. Güçlü olduğuma inanıyorum. Bize engel teşkil eden ve edebilecek her türlü varlıkla –nefesimin yettiği son raddeye kadar- savaşabilirdim. Önemli değildi. Sarayında oturup aşkın ona yetişmesini bekleyen bir kişiliği sahip değildim çünkü. Ama şu son birkaç gündür, karşı kutbun insanlarıyla savaşmak için yaptığım her bir hamlede kemiklerimin ağrıdığını hissediyordum. Birkaç yıldan fazla olmuştu. Kabul etmek istemesem de tek başıma savaşıp asla neticeye erişememek kaslarımı yormakla kalmamış, benliğimi gayretle yıpratıyordu. Devamlı nükseden ağlama isteğimin tek gerekçesi buydu. Tek başıma savaşmak istemeyişimdi. Fakat uğruna savaştığım kişi, beni hafızasının paspas altına süpürüvermişti. Hasta bakıcıların peşime düşmemesi için süs havuzunun başındaki gitar ekibine katılmak zorundaydım artık. Gitar dinlemekten nefret ediyor olsam da. Kapattığım telefonu Jean pantolonumun beline sıkıştırdım. Pembe gömleğimi pantolonun üzerine bırakarak hiç değilse ilk bakışa karşı kısmı bir koruma sağladım. Yaz yağmurlarının en son yere düşmesinin üzerinden yaklaşık on yedi saat geçmişti. Ormanı kaplayan toprak tabakası, henüz çamura dönüşmemiş olsa bile, nemliydi. Spor ayakkabılarımın söz konusu nem bataklarından birine gömülmemesini sağlamak için adımlarımı dikkatlice attım. Üç kayanın tepesine basarak ilerledim. Bir kuş yuvasının altından geçtim. Yere devrilmiş iki çam ağacının üstüne çıkarak gövdelerinin uzandığı noktaya kadar yürüdüm. Sonra zıplayarak yeniden indim toprağa. Kenarından dolaştığım böğürtlen çalıları olanca cazibeleri ile görüşüme doğru parlıyorken onlara aldırmamıştım bile. Kaybedeceğim vakte değmezlerdi. Benim kayıp vakitlerim bir tek Avukat’layken değerliydi. Zira karşı konulamaz cazibesi, yörüngesinde bir uyduya çevirmişti dirençsiz hayat felsefemi. Olası bir kurt saldırısından çekindiğimden ötürü ormanın iç kesimlerine çok fazla girmemiştim. Bu nedenle kat ettiğim mesafeyi bitirip gitar ekibinin yanına çabuk dönmüştüm. Süs havuzu hastanenin önündeki rastgele bir açıklığa yerleştirilmişti. Ortada betonu yosun bağlamış, tek kandı kırık bir melek heykeli bulunuyordu. Meleğin elinden dökülen su ise tatlı mırıltılarıyla havuzun dibinde birikiyordu. Havuzun çember formuna uygun olarak, etrafına kamp sandalyeleri dizilmiş; böylece ikinci bir çember oluşturulmuştu. Her bir sandalye bir deliyi ve onun sıra dışı hikâyesini misafir ediyordu. Gitar çalan çocuk Rehber’in yanına oturmuş, karşısındaki farklı hikâyelere müzikle yetişmeyi umduğunu besbelli kılıyordu. Onlara doğru isteksiz adımlarla yaklaştım. Ayakkabılarımın altında ezilen kurumuş çam iğneleri, ezilirken hafif çıtırtılar saçıyordu. Çıtırtıyı duyan Rehber arkasına döndü ve bana baktı, “Neredesin sen, Ahu?” “Biraz dolaşayım demiştim.” Rehber. Adını sürekli unutup durduğum için ona bu lakabı takmıştım. Lakabından haberi vardı. Eğer kendimi rahat hissetmemi sağlayacaksa ona Rehber dememde bir sakınca yoktu, aynen böyle söylemişti. Oysa rahatlık mevzu bahis falan değildi. Hafızam, yalnızca Avukat’ın merkezinde olduğu bilgilere odaklandığı için onun dışında kalanlar hakkında bilgi depolama kabiliyetim günden güne körelmişti. Öte yandan, Rehber, Rehber’e öylesine taktiğim bir lakap değildi. Nihayetinde kendisi hem psikiyatrım hem de hem de hastanenin başhekimi; delilerin en yetkili yöneticisiydi. Avukat, önemli bir ailenin mensubuysa ben de sıradanlığa ait değildim elbette. Babam sahip olduğu bütün nüfuzu kullanarak yıllardır danışanlık yapmayan Rehber’i Amerika’dan getirtip psikiyatrım olmasını bu şekilde sağlamıştı. Onlara biraz daha yaklaşırken alaylı bir reverans yaptım. “Dolaştım ve geldim işte.” Rehber kafasını –endişesini yatıştırırcasına- iki yana salladı. “Biraz daha gelmeseydin seni aramaya çıkacaktım.” Ayakta dikilmeyi bırakıp Rehber’in sol yanında kalan boş kamp sandalyesine oturdum. Ciğerlerimi derin bir nefesle doldurdum. Oda arkadaşımı değiştirmem gerekmediği için memnundum. İstediğim en son şey bir başka deliyle daha arkadaş olmak zorunda kalmaktı. “Artık buradaysam nedenleri sorgulamaya gerek yok,” dedim oturuşumla başlayan sessizliğe hitaben. “Şenlik kaldığı yerden devam edebilir.” Rehber iç çekti. Gitarcı çocuğa bir şeyler söyledi. Sinir bozucu şarkı sesi yeniden kulaklarıma ilişti. Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Sırtımı kamp sandalyesine hepten yasladım. Burada olduğumu unutabileyim diye uğraştım. Gitarın tınısı, uğraşlarımı hüsrana uğratmaya yetecek kadar baskındı ne yazık ki. Sıkıntıdan bayılma raddesine erişeceğim mühlete kadar şarkı dinledik. Sonra Rehber, ellerini birbirine vurup dikkatleri üzerine çekti. Oysa bunu yapması gereksizdi. Aramızdaki tek normal gitarcı çocuk ve o olduğu için hâlihazırda dikkatlerin hedefindeydiler. “Serbest zamanı bitirmeden önce güzel bir hikâye dinleyelim diyorum. Bize güzel bir hikâye anlatacak olan var mı?” diye sordu. Deli ile dolu çembere baktı, baktı, baktı. O baktıkça deli dostlarım kıkırdadı. Fakat hiçbiri gönüllü olmadı. Doktorun ihmal ettiği gerçek şuydu; bir akıl hastanesine güzel hikâyesi olanlar düşmezdi. “Ahu?” Yaslandığım yerden doğruldum. “Efendim?” “Bize bir hikâye anlatmak ister misin?” “Güzel bir hikâye mi?” “Güzel bir hikâye.” Çembere bir de ben baktım. Bana bakan bomboş gözlere mutsuzlukla baktım. Hepsi benden beter haldeydi. “Buradaki arkadaşların benim anlatacağım hikâyeyi kaldırabileceğini sanmıyorum.” Rehber, uzun parmaklarını dizine vurdu. “Öyleyse hikâyenin onların kaldırabilecekleri bir versiyonunu anlat, onlara uygun olan bir versiyonunu.” Lakin Avukat ve ben, insanoğlunun hiçbir kesimine uygun değildik. Her şeye rağmen, “Peki,” dedim. Nasıl olsa neyi nasıl anlatırsam anlatayım anlamayacaklardı. Burada olduğum için benim de güzel hikâyelerim olduğu söylenemezdi. Ancak kötü hikâyelerimi güzelleştiren bir varlık, beni seçmişti. Bir hikâyeye başlamak için hafifçe boğazımı temizledim. Daha doğrusu bir anıya başlamak için, eskilerden tozlu bir hatıraya. ♡
Yılbaşını geçirmek için geldiğimiz bu dağ evinin en sevdiğim yanı şömineden yüzüme vuran sıcak, sarı ısı; şöminenin hemen karşısındaki kadife kumaşlı üçlü koltuk ve başını dizlerimin üzerine bırakmış olan, hayatımın anlamıydı. Herhangi bir zenginlik ölçütüyle asla takas etmeyeceğim sessizlik, tam da bu ortamın ortasındaydı. Sağ elimi kaldırdım, parmaklarımı saçlarının arasına karıştırdım. Açık tonda, az biraz tozluymuş gibi gözüken kumral renkli saç tutamları bir ipekböceğinin armağanı misali yumuşacıktı. İnsanı sakinleştiren bir dokusu vardı. Tenim, başını turluyorken onu hak etmek için ne kadar büyüklükte bir iyiliğin elçisi olmuş olabileceğimi kestirmem zordu. Varlığının bana bahşettiği rahatlık, parfüm kokusuyla iç içe geçip hücrelerimi gevşetiyorken televizyonun sesini biraz daha açtım. Pürdikkat kesilmiş, şöminenin üstündeki taş duvara monte cihaza bakıyorduk. Ekranda Gurur ve Önyargı vardı. Neredeyse ellinci izleyişimizdi ve o malum sahne gelip çatmıştı. Mr. Darcy biraz sonra ilan-ı aşk edecekti. Sahnede yağmur yağıyordu. Elizabeth sırılsıklam bir vaziyette, Mr. Darcy’ye bakıyordu. Onun ıslaklığı merak ve garip bir asaleti karıştırarak yansıtıyorken Mr. Darcy’ye bulaşmış olan ıslaklık, ufak bir sokak kedisi kadar çaresiz gözükmesine sebebiyet veriyordu. Tattığı sıkıntı, bir ekran aracılığıyla dahi olsa izleyiciye kendini hissettiriyordu. Kıvanç yanağını bacağıma doğru bastırırken boşta olan eliyle dizimi tutmuştu. Tutuşundan başlayıp bedenimi sarma yolunda emin adımlarla koşan sıcaklıkta kaybolmamak için kendimi Mr. Darcy’nin sözlerini netçe işitmeye verdim; Belli belirsiz irkilerek, “Bayan Elizabeth,” dedi. “Boşuna mücadele ettim ve artık dayanamıyorum. Son aylar benim için bir işkenceydi. Rosings’e sadece sizi görmek için geldim. Daha iyi olan yargılarımla savaştım; ailemin beklentileri, yaş farkımız, ait olduğum sınıf… Bunları göz ardı ediyorum ve ıstırabıma son vermeniz için soruyorum…” Elizabeth –elbette ki kafa karışıklığı ile- araya girmişti, “Anlamıyorum.” Ancak Mr. Darcy onu hiç duymuyormuş gibi, acele ile ekledi, “Sizi seviyorum, tüm kalbimle. Lütfen, beni kabul ederek bana onur verin.” Arka planda yükselen yağmurun ezgisi, ikilinin arasında peyda olan hayretvari sessizlik… Kıvanç yattığı yerden hareket edip sırtüstü dönerek bana baktığında Elizabeth’in cevabını dinleyememiştik. “Ne saçma sapan bir aşk itirafı bu böyle.” Saçlarının önündeki karmaşık tutamları parmaklarımla taradım. Tarayışımda nazik davranmaya özen gösterdim. “Bence çok tatlı.” Kaşlarını inanmazlıkla havaya kaldırdı. Böyle yapınca ne kadar öpülesi olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. “Elizabeth’i aşağılıyor.” “Hayır,” dedim. Yeşil gözleri, seçtiği olayı bütünüyle yanlış yorumluyordu. “Bu itiraf tam da Darcy’nin karakterine yakışır türden” “Haklısın,” dalga geçercesine sırıttı. Saçlarının arasında gezinen elimi tuttu ve avuçları arasına hapsetti. Tırnaklarını bileğimdeki damarların gölgesinde hareket ettiriyordu, şimdi. “Şerefsiz bir karakterin aşk itirafı ancak bu kadar olur işte.” Bileğimi çevreleyen damarlara yaptığı baskı, kan akışımı hızlandırmayı arzular türdendi. Onun dikkat çekici etkisinde aklımın başımdan uçup gitmemesi bir mucizenin eseriydi. “Darcy şerefsiz değil,” dedim ve yutkunabilmek için konuşmama kısa bir ara verdim. “Sadece… İçinde yaşadığı toplumun dayatmalarıyla kendi duyguları arasında sıkışmış durumda.” Parmaklarını parmaklarımın arasında geçirdi. Kendince kurduğu mantığı benimle paylaştı, “Toplumun dayatmalarını kendi duygularından üstün tutan her erkek…” gözleri, gözlerimin kesin merkezini seyrediyordu. “Şerefsizdir.” “Haydi ya…” diyerek mırıldandım. Cildimde egemenlik bayrağını açmış teması, mayışmamı telkin ediyordu resmen. “Sende durum ne, peki?” Tek kaşını ustalıkla havaya doğru kavislendirdi. “Toplumun dayatmalarını defetmişim ki, yanımdasın.” Toplum. Her birimizin toplumu direkt yakın çevresiydi, aslında. Bizi kınayan da, takdir eden de; dışlayan da, kabul eden de yakın çevremizdeki toplumdu. Ailemizdi. Onun ailesi ve benim ailem. “Senin de arada sırada toplumun değerlerini üstün tuttuğun oluyor.” Çenesini kastı. Sıktığı dişlerinin arasından konuştu, “Bana Darcy’i savunma.” Uç noktalar arasında kurduğu bağlantılar bazen epey inanılmaz olabiliyordu. “Ne alakası var?” dedim. “Seni konuşuyoruz, burada.” Parmaklarımı serbest bırakıp avucunu bileğime bastırdı; nabzımı tutmak ister gibi. İkaz eder bir de katılığı vardı, “Beni konuşurken alttan alta elin herifini savunuyorsun.” Kalp atışlarım onun tesiri ile tetikleniyorken tek başıma zorlanan taraf olmak istemedim. Onu da zorlayabileyim diye üsteledim, “Elin herifi, romantik.” “Anladım.” Başını hırsla aşağı yukarı salladı. Saçları, elbisemin kumaşına sürtünmüş ve tenimi karıncalandırmıştı. “Ben, seni aşağılamadan aşkımı ilan ettiğim için romantik olmuyorum, öyle mi?” alnını kırıştırarak ekledi, “Ne diyorsun; odun muyum, yani?” Kızgınken bile gördüğüm en güzel, en kıymetli, portre onun yüz hatlarına aitti. Yüz hatlarını hayranlıkla izlemeye dalmışken, “İşte,” dedim. “Sen, busun.” “Açık konuş, Ahu. Kimin tarafındasın, bilelim.” “İşte, sen busun,” diyerek yineledim. “Aşkını sinirle harmanlayan beyaz atlı prens.” Gülümsedi; bu defaki gözlerine ulaşan cinsten, içtendi. Öyleyse hangisini seçiyorsun şerefsiz itirafçıyı mı, sinirli prensi mi?” Onun dediklerini kullanarak cevapladım, “Seçimimi çoktan yapmışım ki, yanımdasın.” Gülümsemedi iyiden iyiye derinleştiğinde artık kararımı vermiştim. Kâinatı turlayan her telden duygu, Kıvanç’ın varlığıyla kusursuz bir uyum aksettiriyordu. “Kapat şu filmi, artık,” dedi. Bileğimi serbest bırakıp gözlerini yumdu. “Aramıza üçüncü şahısları sokma.” Dediğini yaptım. Koltuğun kolçağındaki kumandayı alıp televizyonu kapattım. Sonra, orta sehpanın üzerine bıraktığım –artık soğumaya yüz tutmuş- kahve fincanını elime aldım. Fincandaki kahveden bir yudum içiyordum ki Kıvanç yattığı yere hepten yerleşme girişimiyle kıpırdanmıştı. Bundan sonrasında olanlar oldu. Kahve fincanı elimden kayıp onun ceviz yeşili rengindeki –gözlerinin tonunun altını fosforlu kalemle vurgulayan- gömleğine döküldü. “Ne yaptın, sen?” Yattığı yerden hışımla doğrulduğu için kafasını burnuma çarpmasın diye –refleksle- geri çekilmiştim. “Af edersin.” Koltukta oturur pozisyon aldı. Bir gömleğine bir bana, sıkıntı ile baktı. “Armani’mi mahvettin.” İşte bir diğer üçüncü şahıs; Mr. Darcy ilkiydi. İkincisi ise Armani. Yüzümü memnuniyetsizlikle kırıştırdım. “İsteyerek olmadı.” Kıvanç’ın dengesiz tepkilerini takip etmekte güçlük çektiğim bir başka andaydık. “Lanet olsun,” moral bozukluğuyla alnını ovuşturdu. “Asma yüzünü.” “Ama üzüldün,” dedim bir robot gibi. Yani yüzümü asmak ve kahrolmak mecburiyetindeydim. “Dert değil,” akabinde, toplumunun onu sardığı kılıfa bir delik açarak kolunu benden tarafa uzattı. “Sen, yüzünü asma yeter. Şimdi, gel buraya.” Dünden razı olduğu teklifine balıklama atladım. Kollarının arasına girip beline sıkıca sarıldım. “Yüzümü asacağım,” dedim alçak perdeden. “Seni üzdüğüm için etrafa gülücükler saçacak değilim.” “Dert değil dedim ya, güzelim,” işaret parmağını çenemin altına yerleştirip başımı kendine doğru kaldırdı. “Dolabımdaki tüm Armaniler fena olsun sana.” İzleyişimde biriken varlığı yanlışlıkla kaybolmasın diye ona bakarken gözlerimi kırpmaya çekiniyordum. “Sahi mi?” İşaret parmağı çenemi usul usul okşadı, “Hem de ne sahi…” “Öyleyse beş tencere daha kahveye ihtiyacım olacak.” Elbette ki anlam verememişti, “Neden?” “Dolabındaki tüm Armaniler’e ancak beş tencere kahve yeter.” Oturduğum yerden kalkmaya yeltendiğim sırada koluma yapışarak beni durdurdu, “Nereye gidiyorsun?” Bariz değil miydi? “Kahve pişirmeye.” “Saçmalama, Ahu.” “Hani tüm Armaniler’ini feda ediyordun?” “Onu lafın gelişi söyledim.” “Bir yere gitmesine izin vermeyeceğin laflarını mümkünse hiç getirme.” Çenemi okşamayı bırakıp hissedilir şekilde kavradı. Burnunu nazikçe burnuma sürttüğünde ben, ben değildim artık. “Sen, çok konuşmadın mı?” diye sordu. Başımı dik tutabilmek gayesiyle, alnımı alnına yasladım, “Konuştum mu?” Onaylar şekilde mırıldandı, “Çok konuştun be güzelim.” Ellerimi ensesinde birleştirdim. “Konuşmaktan başka ne yapmamı istersin, Avukat Bey?” “Bir de soruyor musun?” “Seni öpmemi ister gibi bakıyorsun.” Dudaklarının kenarı serseri bir edayla yukarı kıvrıldı, “Beni öyle bir öp ki, tencere tencere kahve pişirmene izin verebileceğim kadar aklım uçsun.” Önce onu öptüm. Sonra beni öpmesine izin verdim. Bizim aramızda böyle bir ilişki vardı; çelişkili, dengesiz, karmaşık, tutkusu eksiksiz… Az biraz da sağlıksız. İçinde yaşadığımız toplum yüzünden. ♡
Anlatmayı bitirdiğimde haklı çıktığımı gördüm. Sarf ettiği kelimeler, deli dostlarımın umurunda olmamıştı. Yegâne dinleyicilerim gitarcı çocuk ve Rehber’di. “Bir dahaki sefere,” dedi Rehber. “Biraz daha üstünkörü bir şeyler anlatmayı dene, Ahu.” Denerdim tabii. Başarabilir miydim, meçhul. Rehberin sözleri üzerine kendimi kontrol edemedim. Kahkaha atmaya başladım. Odamın kimsesizliğine girdiğimde kahkahalarımın gözyaşlarına dönüşeceğini gayet iyi biliyordum. Yine de, kahkaha attım. Deli olmanın süper avantajlı yanı buydu. Kendimi kısıtlamam gerekmiyordu. Dilediğim anda, dilediğim uzunlukta, dilediğim yükseklikte gülebiliyordum. Ve insanlar bana garip, dışlayan ya da küçümser ifadelerle bakmıyordu. Yargılamıyorlardı. Eleştirmiyorlardı. Bunun iki sebebi vardı; çünkü, etrafımdaki insanların hepsi –benim gibi- deliydi. Çünkü biz deliydik ve ne yapsak yeriydi. |
0% |