Yeni Üyelik
37.
Bölüm

OTUZ ALTI

@hayalrafya

Bir fincan dolusu kahve ve bir kupa dolusu bitki çayı.

Elimdeki tepsiyi içindeki içeceklerden bir damla dahi dökmemeye özen göstererek yere bıraktım. İnce ceketimin ceplerini karıştırdım. Bulduğum bozuklukları önünde beklediğim otomatın para haznesine attım. Otomatın üzerindeki tuşları kontrol edip yedi numaralı düğmeye bastım. Saniyeler sonra otomatın ürün çıkış haznesine atlayan vişneli- çikolatalı keki ezmemeye çalışarak cebime koydum. Yere bıraktığım tepsiyi aldım. Kaldığım yerden yürümeye devam ettim.

Saat, akşam dokuza geliyordu. 31 ağustos henüz takvim yapraklarını terk etmemişti. Ve ben 1 Eylül’e yetişmeyi çok ciddi biçimde istiyordum. 1 Eylül’e yetişebilmek için ise bunu yapmak zorundaydım.

Yaşlı’yı kandıracak olmaktan ötürü vicdanen rahatsızdım, elbette. O bana yardım eden tek kişiydi. Biraz sonra yapacağım şey onu sırtından bıçaklamak gibi görünecekti. Ancak beynimi fokurdatan, dizginleyemediğim heyecanlarım beni bir kere büyülemişti. Artık geriye dönüş yoktu. Bunu yapacaktım.

Aslında uzlaşmayı, orta yolda anlaşabilmeyi deneyebilirdim. Fakat Yaşlı ne benimle uzlaşır ne de anlaşmaya yanaşırdı. Kesin tavrını baştan koymuştu. Şimdi, onun karşısına çıksam, ‘bana tekrar yardım et. Hastaneden kaçayım,’ desem kabul etmeyecekti. Alternatif Kıvanç’ın doğum gününü kutlamaya gitmeme izin vermeyecekti. Açık açık söylemişti, ‘asıl olanın yaşamadığını alternatif olanı yaşarsa bu, onun karakterini değiştirir.’

Asıl Kıvanç asla sürpriz bir doğum günü kutlaması yaşamamıştı. Ve ben alternatif olanına sürpriz doğum günü kutlaması yaşatmaya kararlıydım.

Gözü karalık ediyordum, belki. Belki, sonucu çok kötü olacaktı. Sahip olduğum Kıvanç’ın değişmesine bile isteye sebep olacaktım. Yine de umurumda değildi. Bana bahsettiği doğum günü pastası mevzusundan sonra yaşanacak değişimin zerresi dahi umurumda değildi. Yalnızca onun mutlu olmasını, mutluluk fitilini ateşleyen kişi olmayı istiyordum. Sınırlandırılarak yaşamaktan bıkıp usanmıştım. Zaten yaşadığım sınırlar, asıl Kıvanç’ın komaya girmesinin yegâne gerekçesiydi ya…

Fincandan ve kupadan bir damla bile taşırmamayı başararak 105 numaralı odanın önüne ulaştım. Kapıyı kolumla açıp içeriye girdim.

Elimde tepsi ile içeriye girdiğimi göz ucuyla fark eden Yaşlı, yatağından doğruldu. Okuduğu dergiyi katlayıp komodine fırlattı. Çıkardığı gözlüklerini –sorgular halde- bana doğru salladı, “O da ne?”

Kocaman gülümsedim, “Kahve.”

Sakallarına dizdiği boncuklara dokunarak oyalandı. “Neden kahve getirdin?” diye sorarken girişimimde bit yeniği aradığı açıktı.

Omuzlarımı silkip kayıtsızca davranmaya çalıştım. “Sana teşekkür etmek için…”

“Bana neden teşekkür ediyorsun, kızım?”

Basit bir ikram için bu irdeleme gereksizdi. Yine de sorularından kaçınmadım. Belli ki kendince bir gereklilik kodu yazmıştı ve eylemler ne denli basit olursa olsun hepsini aynı şekilde test ediyordu.

“Yaptığın iyiliklere karşı ufak bir jest, işte,” dedim.

“Kime iyilik yapmışım?”

“Bana.”

“Sana iyilik yapmadım. Sana sadece gerçekleri anlattım.”

Ayakta durmayı bırakıp yatağıma oturdum. “Gerçekleri bilmek benim başıma gelmiş en büyük iyilik.”

Gözlerini kıstı; bir kahve fincanını, bir bitki çayı kupasını, bir de davranışlarımı süzdü. Ama hayır, başına geleceklerden haberdarmış gibi değil anlamazlıkla bakıyordu. “Garip davranıyorsun.”

“Her zamanki hâlim.”

“Sen her zaman garip mi davranıyorsun?”

“Neden? Fark etmiyor musun?”

“Öyle diyorsan…”

Bitki çayı kupasını onun tarafındaki komodine, katladığı derginin kenarına koydum. “Al haydi, soğutma.”

Kupanın içine dahi bakmadan savunmaya geçti, “Kahve içmiyorum. Kalbimde ritim bozukluğu var, biliyorsun.”

Bende de ritim bozukluğu vardı. Ancak onunkini kahve tetikliyorken benimkini Kıvanç tetikliyordu.

“Biliyorum. Bu yüzden sana bitki çayı yaptım,” dedim.

Tepsiyi dizlerimin üzerine yerleştirdim. Sırf onu teşvik edebileyim diye fincana doldurduğum kahveden minik bir yudum aldım.

Zorla da olsa beni taklit etti. Kupayı eline aldı. Üzerinde salınan buharı hafifçe üfledi. Tattığı ilk yudum boğazından aşağıya doğru kayıyorken, “Afiyet olsun,” diyerek mırıldandım.

Çayı içer içmez anlamıştı. Lakin anlamakta geç kalmıştı. “Bu…”

“Ne?”

Yüzünü buruşturdu. “Çayın tadı… Biraz garip. Sanki.”

Tepsiyi ve fincanı yatağımın üstüne koydum. Ayağa kalktım. Yanlışlıkla düşürüp gürültü çıkartmaması için gevşek parmaklarının güçlükle tuttuğu kupayı onun elinden çekmiştim. “Tadının garip olması normal.”

“Ne-neden?”

Kupayı, yeniden, dergisinin kenarına bıraktım. Yatağımın altına eğilip küçük sandığımı çıkarttım. “Çünkü içine uyku ilacı attım.” Hastane eczacısı ile sıkı dost olmanın en büyük artısı buydu; ihtiyaç dâhilinde ya da değil, istediğin bütün ilaçları alabilmek.

“Yaşlı,” Sen… Ne…” diyerek bana kızmaya başlıyordu ki cümlesinin sonunu getirebilecek kadar dahi dayanamamıştı. Ansızın ilaca yeniliverdi. Ben sandığımın içinden bir tane mumu, kibriti ve cüzdanı çıkartıyorken o, bayıldı.

Sandığı kapatıp yeniden yatağımın altına ittim. Giysi dolabımdan kaptığım sırt çantamın içine mumu, kibriti, cüzdanı, cebimdeki keki ve özenle sardığım hediyemi yerleştirdim.

Odadan çıkmadan önceyse oda arkadaşıma son kez hitap ettim, “Evet, Yaşlı…” kapıyı açtım. “Kâhinsin ama yakın geleceği göremiyorsun.”

Ve odayı terk ettim.

Kutlamam gereken bir doğum günü vardı; saat tam on ikide, takvim tam da 1 Eylül’ü gösterdiğinde.

*

 

Hastaneden kaçtığım bu ikinci defada hiçbir araç beklemiyordu beni bir ağacın altında. Taksi buluncaya kadar kırk dakikaya yakın bir müddet boyunca yürümüştüm. Yürümek, kısıtlı zamanımdan bir hayli çalmıştı tabii. Yine de hesap lehimeydi. En geç on ikiye yarım saat kala varmak istediğim adrese ulaşacaktım.

Taksinin arka koltuğunda, camın öteki tarafından kayıp giden manzaraya odaklanmaya çalışsam da gergindim. Dudaklarım, kabuklarını kopartıp durmamdan ötürü acıyordu. Yoğun bir stresin içerisindeydim.

Kendimi asıl olanın doğum gününü kutlamam gerekirken alternatif olanın doğum günün kutlamaya gittiğimi düşünmemeye verdim. Gözlerimi yumdum. İçimden devamlı tekrar ettim, ‘Bu bir ihanet değil. Ben Kıvanç’ı aldatmıyorum.’

Onu aldatmıyordum, elbette. Ama kime göre, neye göre, hangi bir gerçeklikte?

“Geldik, efendim,” dedi şoför.

Gözlerimi açtım. Çabuk hareketlerle sırt çantamın içini karıştırdım. Babamın her ay, düzenli olarak, zarf içinde hastaneye gönderdiği parayı cüzdanımdan çıkartıp şoföre uzattım, “Kolay gelsin.”

Taksi, indiğim anda çekip gitmişti. Sırt çantamın askılarına sıkı sıkıya tutunarak önünde durduğum –deniz kıyısında olanca ihtişamıyla yükselen- üç katlı yalıya baktım. Işıkları kapalıydı. Etrafı sessizlikle kuşatılmıştı. Yalı, koyu geceye adeta saklanmıştı. Fakat ben saklandığını sanan yalının açığını biliyordum.

Koştum.

Yalıdaki açığa doğru koştum.

Kayıt alan kameraları dert etmedim. Hırsızlık vakası olmadığı sürece kamera kayıtlarını kontrol etmezlerdi. Hırsızlık yapacak değildim. Ki Kortan ailesinin hırsızlara yakın durduğu hakikati, sesli söylenmese bile, camiadaki herkesçe bilinirdi. Özetle, onların yalısı şehirde soyulacak en son dört duvar dahi değildi.

Yalının çevresinden dolaştım. Mutfak kapısının bitiminde duraksadım. Çantamın ön gözünden kaptığım tek tokayı kapının kilidine yerleştirdim. Kullandığım bu yöntem ancak eski evlerde işe yarabilecek vaziyetteydi. Fakat bu son moda yılda da işe yarayacak, içeri girmemi sağlayacaktı.

Emindim. Çünkü kilidin sağlam olmadığını biliyordum. Kilit, ben Kortan ailesiyle tanıştığımdan beri sorunluydu. Yalıdaki herkes kendi çapında çok çok meşgul insanlar oldukları için kilidi düzelttirecek fırsatları yoktu. Kâhya ise bile isteye müdahale etmiyordu. Zira o, güzeli kıymetli yapanın kusuru olduğuna inanıyordu. Yalı güzeldi; kusuru kilidi.

Uzun uğraşlarım neticesinde kilit açılmıştı, neticede. Koyu yeşil kapıyı –ses çıkartmaması için- hızlıca geriye doğru ittim. Aralıktan içeriye geçip yine aynı hızla kapıyı yerine ittim.

Mutfak, hatırladığımda motamottu. Baştan sekizinci dolabın kapağını açtım. Karşılaştığım pasta tabaklarından birini tezgâhın üzerine bıraktım. Çantama gizlediğim vişneli- çikolatalı kekin ambalajını yırttım, sonra tabağın üzerine koydum.

Sarı- beyaz şeritli minik mumu da kekin ortasına batırdım. Kibritçi kız edasıyla mumu tutuşturduğumda on ikiye yirmi vardı.

Pasta tabağını yanıma alıp mutfaktan çıktım. Salonu uçtan uca kat ettim. Merdivenlere yöneldim. Üçüncü kata çıkıncaya değin duraksamadan adımladım.

Yalı bana hem yabancıydı hem tanıdıktı. Hislerim yabancıydı ortam bir hayli tanıdık.

Pasta mumunun ışıtma öncülüğünde üçüncü kata çıktım. Kat merdiveninin başında bir heykel vardı. Heykel görüş açıma girdiğinde bir gülümseme patlak vermişti yüzümün hüzün sinmiş köşelerinde.

Burnu kırık, kırmızı şapkasının rengi solmuş cüce heykeliydi beni bir gece vakti gülümseten. Çünkü basit bir cüce heykeli değildi bu. Öylesine değildi. Kıvanç’la beraber aldığımız ilk eşyaydı.

Çarpmamaya özen göstererek heykelin yanından geçtim. Koridora girdim. Üçüncü katta sadece onun odası vardı. Kapısının altından tozlu sarı tonlarında ışığın sızdığı tek oda onunkiydi. Karanlıktan rahatsızlık duyduğu için ışıkla uyuyordu. Bir süre sonra ben de –onunla beraber- ışıkla uyumaya alışmıştım.

Bir banyonun ve bir çalışma odasının önünden geçtim. Sıranın sonundaki kapının koluna parmaklarımı sardım. Ve usulca içeriye girdim.

Oda hatırladığım gibiydi. Sağ taraftaki duvara cam kapaklı bir giysi dolabı gömülmüştü. Dolabın ötesindeki pencerenin bitişiğinde tekli koltuk duruyordu. Tekli koltuğun tam karşısındaki duvar boydan boya –ceviz ağacından yapılma- kitaplıkla kaplıydı. Sol taraftaki duvar bölgesi ise yatağa ayrılmıştı. Kıvanç, siyah çarşafların içinde, kendinden geçmişçesine uyuyordu.

Yumuşak adımlarla ona doğru yaklaştım. Her adımımda daha belirgin hâle bürünen parfüm kokusu başımı döndürmesin diye temkinliydim.

Pasta tabağını ve hediyemi komodinin üzerine, abajur ışığının altına bıraktım. Sonra ona baktım. Alternatif zamanın ürettiği bir kopya gibi değil, tıpkı gerçek gibi görünüyordu.

Titreyen parmaklarımı yüzüne dokundurdum. Parmaklarımın uçlarına çarpan teninin ısısını hissedip de mutlu olmamak mümkün değildi.

Alnına dökülmüş saçlarını nazikçe geriye çektim. Bu hareketimle beraber kıpırdandı. İstemsizce irkildim. Belli ki suyum hemen ısınmıştı. Artık gitmem gerekiyordu; o uyanmadan önce.

Geldiğim sessizlikle odasından çekilmek üzere arkama döndüm. Ama tek bir adım bile atamadım. Ben arkama döner dönmez çoktan uyanık olduğunu vurgularcasına bileğimi tutmuştu.

Hızla ona döndüm. Yattığı yerden doğrulmuş, sarı ışık tesiriyle ışıldayan gözlerini gözlerime dikmişti. Şaşkındı ancak bileğimdeki tutuşu şaşkınlığının yansıması taşımıyor, hiçbir gevşeklik belirtisi sergilemiyordu.

Kendimi ondan kurtarmaya çalıştığımda kafanı iki yan salladı, “Bu kez, kolayca gitmene izin vermeyeceğim.”

Loading...
0%