Yeni Üyelik
40.
Bölüm

OTUZ DOKUZ

@hayalrafya

Bizi kovmamışlardı belki. Ama kovulmaktan beter edildiğimiz kesindi. Tam beş dakika önce patlak veren kavgadan hasar almadan kurtulabilelim diye evimizden kaçmıştık. Tabii, çok uzağa değil. Beş yüz metre ilerideki göle gelmiş, tahtaları çürümeye yüz tutmuş iskelenin üzerine –yan yana- oturmuştuk.

Avuçlarımı iskelenin kenar çıkıntısına bastırmış, hafifçe tutunarak ayaklarımın ucunu altımızda uzanan suya değdiriyordum. Dışarıdan bakıldığında, hoş bir akşamüzeri vaktinde keyfi yapıyor gibi görünebilirdim. Oysa yanımdaki adamdan yoksun olsaydım ıstırap içinde can verirdim.

“Sesleri duymamaya çalış,” dedi Kıvanç. Uzaklaşmamıza rağmen duyduğumuz; evimizden yükselen kırılma seslerini, çığlıkları, kavganın hararetli tınısını, tartışmanın ateşini; özetle vahşetin çağrısını kast ediyordu.

“Nasıl başaracağım bunu? İçeride kıyamet kopuyor.” Dudaklarımı birbirine bastırıp elimi alnıma çarptım. “Resmen, evimizin altını üstüne getiriyorlar.”

“Normal,” dedi en yumuşak tonlamasıyla. Elimi tuttu. Alnımdan çekti. “Bizimkiler yıkıcı.”

Olabilecek en mutsuz ifademle ona baktım. “Bizimkiler de parçalayıcı.”

Onunkiler ve benimkiler; bizimkiler. Ailelerimiz.

Birbirinden nefret eden iki aile yüzleştiğinde güllük gülistanlık bir tablo resmedilemezdi, herhalde.

Parmaklarının nazik dokunuşlarını avcumun içindeki çizgilerin üzerinde kaydıran Kıvanç, “Onları hiç çağırmamalıydın,” dedi.

Hipnotize olmuşçasına parmaklarının hareketini takip ettim. Aslında, hipnotize olmamın sebebi parmaklarından ziyade, taktığı alyansın ağaçlara sardığımız ışıkların etkisiyle parlayıp gözlerimi almasıydı.

“Sorun da bu ya,” dedim. “Ben kimseyi çağırmadım. Hepsi abinin oyunu.”

Bir karakter olsa, sinema tarihine kara harflerle kazınacak kadar kötüydü abisi. Bugünün 1 Eylül olduğunu; bugünün kardeşinin doğum günü olduğunu gayet iyi biliyordu. Sırf bunu mahvetmek için bizimkilere haber vermiş ve kendi ailesini habersizce alıp buraya getirmişti.

Durum, hem en son gelen Kıvanç için hem de yalnızca Kıvanç için hazırlık yapan benim için büyük sürpriz olmuştu. Ama şu hoş sürprizlerden değil. Kutusu açıldığında yüze yumruk atan sürprizlerden.

“Abim,” diyerek iç geçirdi. “Bana doğum günlerimi zehir etmeye bayılır.” Ellerimi bırakıp dikkatle bana baktı. “Zamanlar alışırsın, güzelim.”

Yanağımın içini öfkeyle kemirdim. “Seni, buna alışmak zorunda bıraktıkları için onlardan nefret ediyorum.”

Kalbimin tekleyip teklememesini önemsemeden gülümsedi. Sonra da kolunu kaldırıp beni yanına davet etti, “Yaklaşsana biraz bana.”

Davetine icabet etmek bir çeşit emirdi. Oturduğum yerden ona doğru yaklaştım. Kolunu omzuma sarmasına izin verdim. Memnuniyetle mırıldandı, “İşte böyle…”

Ona her yaslandığımda kaygı seviyemin süratle azalması tam da mucizelere yakışırdı.

“Sen nefret ediyorsun ama ben gayet memnunum.”

“Tam olarak neden memnunsun?” diye sordum.

“Ailemin beni getirdiği bu halden.”

Doğrulmak, ciddi olup olmadığını anlamak için yüzünü kontrol etmek istedim. Ancak hareket edeceğimi fark etmişti. Kolunu sıkılaştırdı. Beni daha çok kendine yasladı.

“Dalga mı geçiyorsun?” diyerek çıkıştım.

“Dalga geçmiyorum.”

Bacaklarımı ansızın hareket ettirip ikimizin de dengesini sarstım. “Sen suya atarım, Kıvanç”

Bana doğru eğildi. Çenemi tutup yüzümü yüzüne çevirdi. “Ne kadar güzel sinirleniyorsun sen, öyle.”

Çenemi elinden kurtardım. Gücümü yeniden bacaklarıma akıtıp bu kez dengesini daha ciddi raddede yokladım.

“Tamam,” dedi kısık kahkahasının arasından. “Tamam be güzelim.” Başparmağı ile yanağımı okşadı, nazikçe. “Ama sahiden dalga geçmiyorum.”

Kaşlarımı hayretle havaya kaldırdım. Evliliğimiz üzerinden henüz bir yıl bile geçmemişti. Kıvanç’ın çok başka bir yanına tanıklık ediyordum, şimdi. “Dış kapının dış mandalı olmaktan memnun musun, yani?”

“Dış kapının dış mandalı olmasaydım devamlı içeride kaldığım için sana asla rastlayamazdım.”

Başımı iki yana salladım. “Dünyanın en gıcık romantiğisin.”

“İltifat ediyorsun.”

Burada, evimizde çıkmış kavganın az ilerisinde, bir göl kıyısı iskelesinde ve onun kolları arasında aklımı bulandıran parfümünü soluyarak oturuyorken ilk kez karşılaştığımız anı düşündüm.

Babamın ofisinin yedi kat altındaki mahzendeydi. Baştan aşağı kanla yıkanmıştı. Değil konuşmaya, gözünü açık tutmaya dahi takati kalmamıştı. Yine de yanına gittiğimde bana nefret yüklü bakışlar atabilmişti. Nefret yüklü, varlığıma tahammül edemeyen, iğrenir bakışlar…

‘Defol git karşımdan,” demişti bana. ‘Düşmanımın kızı.’

Hayat, gerçekten, uyumsuz notalarla başyapıt ortaya koyabilen usta bir orkestra şefiydi. Kıvanç ve benim için eğlenceliyken hüznü bol; ezerek büyüleyen bir parça çalmayı tercih etmişti.

“Aileni seçemediğin için duruma alışmak tek kurtuluşun oluyor, Ahu,” dedi yavaşça.

Uyarırcasına dizine vurdum. “İnsan âşık olacağı kişiyi de seçemiyor.”

“Evet, ama bazı şerefsizler seçemediği aşk konusunda çok şanslı oluyor.”

“Kıvanç.”

“Söyle, güzelim.”

“Kendine şerefsiz mi dedin sen, az önce?”

“Gerçekten, buna mı takıldın?”

İlk kez bir mahzende karşılaşmıştık. Ama ben onu ilk kez bir mahzende görmemiştim.

Babam, yasadışı işlerini aklamasına yardım edecek bir avukata ihtiyaç duyuyordu. Piyasadaki tecrübeli avukatlardan hiçbiri onu temsil etmeye yanaşmıyordu. Bu nedenle baronun düzenlediği ruhsat törenlerine katılmaya başlamış, tecrübesiz avukat avına çıkmıştı.

Törende kimi gözüne kestirirse onu kendisi için çalışsın diye kandırmaya uğraşıyordu. Ve işi öğrenebileyim diye beni yanından ayırmıyordu. Kıvanç’ı ilk kez bu şekilde görmüştüm; ruhsat töreninde. O, cübbesini giymek üzere kürsüye çıktığında babam bana, ‘Bu yüze iyi bak, Ahu,’ demişti tükürürcesine. ‘Ezeli düşmanımızın oğlu.’

İlk kez, babamın dediğini sorgusuz sualsiz yerine getirmiş ve onun yüzüne iyice bakıp adeta ezberlemiştim. Yalnızca… Babamın istediği şekilde değil.

“Evli olarak geçirdiğimiz ilk doğum günün bu,” dedim can sıkıntısıyla.

Çenesini başımın üstüne koydu, “Öyle.”

“Unutulmaz olmasını isterdim.”

“Dert etme, her türlü, unutamayacağım bir doğum günü oluyor.”

İşte bu esnada evimizden, diğerlerinden ayrılan, tok bir gürültü daha koptu. Aynı anda arkamıza dönüp evimizin gittikçe azalan ışıklarına baktık. “Galiba,” dedim. “Açık arttırmadan aldığımız antika vazo rahmetli oldun.”

“Galiba.”

Parmaklarımı gözaltlarıma bastırdım. “İnanamıyorum ya,” diyerek isyan ettim. “Şu halimize bak.”

Kıvanç, parmaklarımı gözlerimden uzaklaştırıp; beni, moral bozukluğunda yitmenin eşiğinden bir kez daha döndürdü. “Ne varmış halimizde?” diye sorarken benim aksime oldukça rahattı. “Evimizde yıkım çalışmaları devam ediyorken oturmuş göl manzarası seyrediyoruz, işte.”

Cümlesindeki ironi beni histeri krizine sürükleyecekti. “Ağlayacağım, şimdi.”

“Gözyaşlarını Venedik’e sakla, güzelim.”

Kolunun omzumdan düşmesine aldırmayarak ondan uzaklaştım. “Venedik’e mi gideceğiz?”

“Günün birinde,” dedi. Sağ elini havaya kaldırıp gökyüzüne hayali bir çizgi çekti. “Sen, ben ve Monte Carlo.”

Kirpiklerimi aralıksızca kırpıştırıyorken sordum, “En büyük hayalin, bu mu?”

“En büyük hayallerimden birisi, bu.”

“En büyük hayalin Monte Carlo mu?”

“Olamaz mı?”

“Olamaz.”

“Neden öyle bakıyorsun?”

“Nasıl bakıyormuşum?”

“Monte Carlo’ya kuman demişim gibi bakıyorsun.”

Oturmayı bırakıp ayağa kalktım. “Aşk falan dinlemem,” ona tepeden baktım. “Seni öldürürüm, Kıvanç.”

O da oturduğu yeri terk edip aynı şekilde ayağa kalkmıştı. “Saçmalıyorsun, Ahu,” dedi. “Monte Carlo’nun ne olduğunu biliyor musun? Arabadan bahsediyoruz, araba.”

Üstüne doğru yürümeye başladım. “Şimdi, seni suya atacağım.”

“Yok artık,” geri geri adımlamaya koyuldu. “Güzelim, bir sakin mi olsan, acaba?”

“Sakin olmanın sınırını çoktan geride bıraktım, Kıvanç.”

“Ahu… Neden durup dururken Gulyabani’ye dönüştün, sen?”

“Durup dururken, öyle mi?”

“Gelme üstüme.”

“Boşuna kaçma, Kıvanç.”

O geriye doğru adımladıkça ben de üstüne doğru adımladım. Geride çekilecek yeri kalmayıncaya kadar adımladı. Köşeye sıkıştığı anda onu göle ittim. Düşmesiyle beraber üzerime su sıçramıştı. Göl yüzeyi dalgalandı. Dalgalar duruluncaya değin bekledim. Fakat yüzeye çıkmadı.

“Kıvanç,” diyerek bağırdım. “Kıvanç, öldün mü, yoksa?”

Dakikalar geçti. Artık onun kaybı neticesinde ağıt yakmaya geçeceğim esnada –nihayet- başını sudan çıkartmıştı.

Keyifle gülümsüyorken, “Gelsene,” dedi. “Su çok güzel.”

Sinirle dudaklarımı ısırdım. “Hayır.”

“Peki, öyleyse,” omuzlarını silkti. “Ben de Monte Carlo hayalimle baş başa kalırım.”

Sinir katsayım katlandıkça katlandı. Yumruklarımı sıktım. “Bittin sen.”

Beklemeden ayakkabılarımı çıkarttım ve göle atladım.

 

Gözlerimi açtığımda, bir müddet boyunca, etrafıma bakınmam gerekmişti. Kendime gelmeye çalıştım. Ne sağda ne de solda; ne göl vardı ne Kıvanç. Hastanedeki odamdaydım. Uyurken gördüklerim geçmişe aitti. En tatlı anılarımdan biri rüyama girmişti.

Pikeyi üzerimden çekip yattığım yerden doğruldum. Dün gece hastaneye çok geç bir vakitte gelmiştim. Kıvanç’ın yanından ve odasından ayrılmak sandığım kadar basit olamamıştı, elbette. Yine de çok mutluydum. Onun doğum gününü kutlayabildiğim için çok mutluydum. Uzun zamandır böylesine çok mutlu olduğumu hatırlamıyordum, asla.

Zihnimi hepten toparlayıncaya kadar yatağımda oturdum. Yaşlı’nın yatağı boştu. Oysa dün gece döndüğümde hâlâ ilacın etkisinde, uyuyordu.

Birden bire algıladığım koku nedeniyle kaşlarımı çattım. Havayı uzun uzun kokladım. Oda buram buram Kıvanç kokuyordu, adeta. Hastane odam nasıl oluyor da Kıvanç gibi kokabiliyordu?

Terliklerimi giydim. Yataktan kalktım. Banyoya doğru yürüdüm. Kapısı açıktı. İçi buharla dolmuştu. Yaşlı, elinin tersiyle aynadaki buharı temizledikten sonra boncuklarının düğümünü bozmamaya özen göstererek önce sakallarını, ardından saçlarını taradı.

Kıvanç’ın kokusu, banyonun içinde daha yoğundu. Varlığımı umursamamasına karşı, “Ne yapıyorsun, sen?” diye sordum.

Aynadaki yansımam aracılığıyla benimle göz göze gelmişti. “Duş aldım,” dedi önemsemezce.

“Ne ile duş aldın?”

“Ne ile olabilir, kızım? Suyla sabunla, işte.”

Sertçe yutkundum. “Hangi sabunu kullandın?”

Tarağı bıraktı. Bana pis pis sırıttı. “Banyoda hangi sabun varsa onu kullandım.”

Bir iki adımla eşiği geçtim. Banyo kabinin içine devrilmiş boş şampuan kutusuna baktım. Evimizden alıp buraya getirdiğim, Kıvanç’ın şampuanına.

“Sakın,” dedim duraksayarak. “Sakın onu kullandığını söyleme, bana.”

“Onu kullandım.”

Gözyaşlarım akmaya niyetlenmişti bile. Hızla şampuanın yanına gitmeye çalıştığım esnada omzuyla omzuma çarptı. Beni sekteye uğrattı. “Şunu aklına iyice kazı, kızım,” dedi. “Ben senin deden ya da baban değilim. Bana bir şey yaparsan eğer… Aynı şekilde karşılık veririm.”

Onu geriye doğru ittim. Banyo kabinin içindeki şampuan kutusunu kollarımın arasına aldım. Gözlerimi yumup boş kutuya sıkıca sarıldım.

“Umarım,” diyen Yaşlı, ekledi, “Uyku ilaçlarıyla deney yapmaman gerektiğini öğrenmişsindir.”

 

Saatler olmuştu. Cenin pozisyonu almış; şampuan kutusuna sarılmayı bırakmadan yatıyor bir yandan da dur durak nedir bilmeden ağlıyordum.

Yaşlı, halime aldırmıyordu. Dergisini okumayı tamamlamasının ardından kendine çay yapmaya karar vermişti. Odaya sakladığı kettle da su ısıtmıştı. Isınan suyu porselen bir kupaya aktardı. Oduncu gömleğinin cebinden çıkarttığı iki dal sigarayı kırarak kupanın içine attı. Normal bir çay değildi bu; düpedüz, nikotin çayı içiyordu.

Çay demleninceye kadar, oyalanmaya ihtiyaç duyar gibi bana baktı. “Daha ne kadar ağlamaya devam edeceksin?”

Gürültüyle burnumu çektim. “Benimle konuşma.”

“Asıl tavır yapması gereken benim. Beni bayıltıp hastaneden kaçtın.”

“Sana, gitmem gerek, demiştim.”

“Ben de sana gitme dedim. Zamana kalıcı bir hasar vermeden önce sözümü dinlemeye başlaman gerekiyor, kızım.”

“Senden nefret ediyorum.”

“Yeni bir şey değil. Akıl hastanesine tıkıldığından beri herkesten nefret ettiğini söylüyorsun.”

“Belki de bu gezegeni terk etmem gerekiyordur, artık.”

“Kendini öldürmen gerektiğini mi söylüyorsun?”

“Neden olmasın?”

“Sırf bir şampuanı bitirdim diye, ölmek mi istiyorsun?”

“Hayır. Hayatın iğrençliğinden kurtulmak için ölmek istiyorum.”

“Ölümden başka kurtuluş yolları da olabilir.”

“Ne diyorsun sen, ya?”

“Avukat’ın komaya girme durumunu bana anlattığından beri düşünüyorum.”

“Neyi düşünüyormuşsun?”

“Gideni geri getirmeyi.”

“Şampuan kutusunu sihirli bir şekilde dolduracak mısın? Kâhinler bunu yapabiliyor mu?”

“Bırak şimdi şampuanı. Şampuandan bahsettiğimi de nereden çıkarttın?”

“Öyleyse ne?”

“Avukattan bahsediyorum.”

“Kafamı karıştırıyorsun.”

“Hazırlıklarım bitti. Eyleme geçme zamanı geldi, artık.” Demlendiğine kanaat getirdiği nikotin çayından büyükçe bir yudum içti. “Tabii, beni bayıltmasaydın eğer… Bunu sana daha önce söylerdim.”

“Anlamıyorum. Ne hazırlığı? Neyi daha önce söylerdin?”

Başucundaki komodinin çekmesini açtı. Çıkarttığı kâğıt ve kalemi yatağıma bıraktı. “Hastanenin adresini yaz.”

Gözyaşlarımı çabucak kuruladım. “Hangi hastanenin adresini yazayım?”

“Avukat’ın komada yattığı hastanenin adresini yaz.”

“Ne yapacaksın adresi?”

“Seninkinin asıl versiyonunu ziyarete gideceğim.”

“Neden?”

“Onu komadan uyandırabilirim, kızım.”

“Alay mı ediyorsun benimle? Nasıl yapacaksın bunu?”

“Tıbbı kullanacağım.”

“Komaya girmesine tıbbi teknikler neden oldu.”

“Basit bir tıptan bahsetmiyorum.”

“Nasıl bir tıptan bahsediyorsun? Kaç çeşit tıp var?”

“İki çeşit; tıp ve alternatif tıp.”

“Ne?”

“Alternatif tıbbı kullanarak Avukat’ı komadan çıkartacağım.”

“Alternatif tıpla mı?”

“Alternatif tıpla.”

Loading...
0%