@hayalrafya
|
Yıllardır süregelen lanet bir öpücükle bozulacak, prenses kapıldığı uçsuz bucaksız rüya âleminden kurtulacaktı ki; prensin dikkati dağılmış, başlamaya yeltendiği öpücüğü tamamlayamamıştı. Abisi resmen alacaklı misali kapıyı yumrukluyordu. Her bir yumruktaysa Kıvanç’ın adını sayıklıyordu. Ansızın patlak veren hengâmenin ortasında Monte Carlo yere düşmüştü. Eğildim, yere düşmüş arabayı alıp komodinin üzerine bıraktım. Arabayı bıraktığım anda Kıvanç’ın mengene niyetine kullandığı parmakları –tekrar- bileğime yapışmıştı. Teninden kaybolan ısı, kapıldığı telaşı netçe hissetmemi sağlıyordu. En baştaki dokunuşunun aksine, şimdi, sanki bir hayaletin buz kesmiş tutuşu kolumda dolaşıyordu. “Saklan,” dedi bana. Abisinden çekinmiyordum. Ancak odanın kapısı açılıp da karşı karşıya geldiğimiz anda beni tanırsa eğer… İşlerin sarpa saracağı kesindi. Sarpa sarmış bir döngüden sağ kurtulup kurtulamayacağımdan, Kıvanç’ın kopya edilmiş zihninin ne gibi hasarlara maruz kalacağından emin değildim. Bunu Yaşlı’ya sormalı, gerekirse, Kortan ailesi ile daha sonra karşılaşmalıydım. Ama şimdi değil. Asla, şimdi değil. Bu nedenle ben de onunla hemfikirdim. Tabii… Neredeyse çatı katına gömülmüş ufacık odasında… “Nereye saklanacağım?” diye sordum. “Perde…” Çaresizliğin doruğunda, saçlarını çekiştirdi. Kapının yumruklanması durulmuyorken dudaklarını kemirerek, ortaya attığı ilk fikrin devamını üretmeyi denedi, “Perdenin arkasına.” Perdenin arkasıymış. Sıkışık bir durumda olmasaydık dakikalarca kahkaha atabilirdim. Sonra da onun endişeli yüzünün sevimli hatlarını sıkıca tutarak öperdim. Lakin tüm bunların yerine, karşı çıktım, “Perdenin arkası olmaz.” Beliğimdeki parmaklarını sıkılaştırdı. Bedenimi camın önüne doğru çekiştirdi. “Perdenin arkası müthiş olur.” Ayaklarımı yere bastırarak ona bir nebze engel oldum. “Perde…” perdenin ucunu havada salladım. “Bu tül, tamam mı? Tül perde.” Kast etmek istediğimi anlayamadı. “Ne olmuş tül perdeyse?” Bakışlarımı kapıya, dolaylı olarak kapıya hâlâ yumruk atmakta olan abisinin –henüz görmediğim- varlığına çevirdim, “Abin, beni fark eder.” Fikrini diretti. “Fark etmez. Tül perdenin arkasına gir.” “Beni itip durma. Kesinlikle fark eder.” “Oda karanlık.” “Sokak ışığı var.” “Abim renk körü.” “Konuyla ne alakası var?” “Fark etmeyecek,” ikazıma rağmen beni geriye doğru itmişti. Sırtım cama çarptığında perdeyi üzerime çekti. “Bak, karanlığa karıştın bile.” Başımı hareket ettirip perdenin burnumu kaşındırmasını engellemeyi denedim. “Karanlığa karıştığım falan yok. Fark edecek diyorum sana.” “Daha iyi bir fikrin varsa, buyur söyle. Uygulamaya geçelim.” “Daha iyi bir fikrim yok.” “Öyleyse, bundan devam edeceğiz. Ayrıca… Fark etmeyecek,” dedi bastırarak. Girdiği sıkıntıyı saçlarının arasına yeniden aksettirdi ve ekledi, “Olurda fark ederse eğer…” Tülün oluşturduğu puslu görüntüsüne dikkat kesildim, “Olurda fark ederse eğer… Ne?” “Fark ederse eğer…” gerginliğine meydan okudu. Gülümsedi. “Odama kız attım, derim.” “Ne?” Tam o dakikada kapı açıldığı için cevap vermedi. Bana arkasını döndü. Varlığımı saklamayı umarcasına önüme bariyer olup abisiyle yüzleşmişti. Damdan düşercesine odaya girmesinin ardından, abisinin, asla değişime uğramamış iticilikteki sesi, “Kıvanç,” dedi. Şüpheci bir tonlama kullanmıştı. Bir şeyler saklıyor olmasına karşın, kardeşini anında yakalamaya hazırdı. Saklandığımı belli etmeyeyim, nefesimle tül hareket etmesin diye adeta taş kesilmiştim. “Abi.” “Neden ayağa kalktın, sen?” Kıvanç rahat görünmeyi deneyerek omuzlarını silkti, “Zaten ayaktaydım.” Ondan duyduğum en berbat savunma buydu, herhalde. Gerçekten savunmalarını bir gece önceden yazması şarttı. “Gecenin bir vaktinde ayakta mı dikildiğini söylüyorsun, bana?” diye sordu abisi. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kardeşinin üzerinde psikolojik baskı kurmaya uğraşıyordu. İşin kötüsü, başarılı da oluyordu. Saklandığım tülün ardında, Kıvanç’ın ellerini yumruk haline getirdiğini gördüm. “Neden ayakta olduğumu sorgulamak için mi geldin?” dedi. “Bana ters cevap verme.” “Gecenin bir vaktinde kibarlık yapmamı mı istiyorsun?” “Gecenin bir vaktinde ayakta dikiliyorsan, pekâlâ kibarlık da yapabilirsin?” Abisinin sorunları olduğu aşikârdı. Kıvanç’ın hayatına daha erken girip onu abisinden daha erken kurtarmam gerekirdi. Ben bu masalın çuvallamış prensesiydim, maalesef. “Neden geldin, sevgili abicim?” dedi Kıvanç, olanca kibarlığıyla. Abisi memnuniyetle homurdandı, “İşte böyle...” “Eee?” diyen Kıvanç onu konuşmaya, derdini bir an önce anlayıp odasından göndermek adına çaba sarf ediyordu, yine bir başına. Abisi sertçe burnunu çekti, “Aşağıya abajur atılmış.” “Yengemi yine kızdırdın mı, yoksa?” “Dalga geçme benimle.” “Aşağıya abajur atılmış diyorsun, bununla ancak dalga geçilir." İtiraf etmeliydim, durumu iyi idare ediyordu. “Bir ilgin var mı?” “Neyle?” “Neyi konuşuyoruz oğlum biz burada? Aşağıya atılan abajurla tabii ki...” “Tabii ki ilgim yok. Abajurumu neden aşağıya atayım?” Dişlerimi sıktım. Başımın arkasını, sırtımı yasladığım cama çarptım. Keşke odanın aydınlıktan yoksunluğuna daha evvel hesaba katsaydı. “Öyleyse, odan niye karanlık?” “Işıktan nefret ediyorum,” dedi, biçare. Hayat, en büyük korkusunun safını tutmasına sebep olmamalıydı. “Ne zamandan beri?” “Gerçekten, abajuru mu konuşacağız?” “Hayır.” “Ne konuşacağız, peki? Gecenin bir vaktinde...” Birkaç kalp atımı süresi kadar sessizlik oluştu. Derin bir sessizlikti. Nihayetinde abisi, eksikliğini kabul etmek mecburiyetindeydi, “Lanet olsun Kıvanç ya...” diyerek çıktı. “Ne diyeceğimi unutturdun.” Üçümüz beraber bekledik. Abisi, nedenini ancak dakikalar sonra hatırlayabilmişti. “Cezaevine neden gitmedin?” diye sordu. “Neden gidecektim?” “Neden mi gidecektin?” başını ellerinin arasına aldı, sinir hastalarını aratmayacak performansıyla güldü. “Müvekkilimizle senin konuşman gerekiyordu.” Kıvanç, elinin tekini eşofmanının cebine yerleştirdi. Diğer eliyle boynunu ovuştururken başını bir sağa bir sola yatırmıştı. “Daha önce söyledim, bir katili savunmak istemiyorum.” “Katillerden, hırsızlardan, soysuzlardan başka kimse sana güvenip de dava emanet etmiyorsa,” dedi abisi. Tattığı keyif adeta kelimelerinden akıp taşıyordu. “O katili savunmak zorundasın, Kıvanç.” Harry Potter’ın büyülü evreninin kapıları bizim için açılsaydı, bir saniye bile düşünmeden, abisini ruh emici olarak yaftalardım. “Sen, ofis koltuğunda oturuyorken neden her seferinde ben sahaya inmek zorunda kalıyorum?” diye sordu Kıvanç. Bana anlattığından, mesajlarıyla ifade etmeye çalıştığından daha yorgundu. Abisi hastalıklı gülüşünü çekinmeden sürdürdü. “Basit bir görüşmeden fazlasını yapamıyor olman benim suçum değil,” dedi. “Yani Kıvanç, işi bilenler ofiste otururken işten anlamayanlar katillerle yüz yüze gelmek zorunda. Yarın, o cezaevine gideceksin.” Birkaç adımla Kıvanç’a yaklaştı. İşaret parmağını omzuna bastırıp onu geriye doğru –tehditkâr tavrıyla- itti. “Daha fazla uykusuz kalmasan iyi olur, kardeşim.” Derdini belirtmiş, yeteri kadar rahatsızlık da vermişti. Başka bir şey konuşmadan odadan çıkıp gitti. Abisinin gitmesinin ardından beş saniye kadar bekledim ve tülün arkasından çekildim. “Seni kullanıyor,” dedim hâlâ hareketsizce olduğu yerde bekleyen Kıvanç’a. “Yanlış cevap.” Baygın bakışlarını üzerimde gezdirdi. “İşe yaramayan birini kullanamazsın.” Tırnaklarımı avuçlarıma gömdüm. “Sen işe yaramaz değilsin.” Bana tatlı tatlı gülümsedi. Parmaklarını incitmekten korkar gibi şakaklarıma bastırdı. “İşe yaramaz değilsem eğer… Yalnızca senin hayal dünyanda.” Titrek bir nefes çektim ciğerlerime. Şu zamana kadar döktüğüm, ileriki zamanlarda da dökmeyi planladığım gözyaşları ile yapay bir nehir icat edilebilirdi herhalde. “Sen benim hayal ettiğin en gerçek şeysin, Kıvanç.” Akabinde ne o konuştu. Ne de ben konuştum. Ayrılıktan söz etmek kolaydı. Zaten dilbilgisi kurallarını takip ederek sözcükleri art arda dizmenin ne gibi bir zorluğu vardı? Durumu en zor kılan ya da güçleştiren sözcükleri eyleme sökme aşamasıydı. Yapacağımı yapmış, ona kekini verip hediyesini iletmiştim. Yetmemiş, yakalanma tehlikesi bile atlatmıştım. Artık sondaydık. Ne yapacak eylem ne de sarf edecek sözcük kalmıştı. Kopya ya da değil… Kıvanç’ı bir kez daha geride bırakarak gitmek zorundaydım. Odanın loş havasında hepten yoğunlaşan gözlerini kuşatmış yeşil renge uzun uzadıya baktım. Sanki bir daha hiç bakamayacakmışım gibi baktım hem de. Hafifçe öksürerek boğazımı temizledim, “Neyse…” konuşmak, bozuk bir sakızı çiğnemek kadar ağır geliyordu bana. “Ben artık gideyim.” Başını tekrar öne eğdi. Ensesini ovuşturdu. Belki de sıkıntıyla, iç geçirdi. “Hı-hım,” diyerek mırıldandı. Beni hâlâ tanımıyordu, bilmiyordu. Ancak gidecek olduğum gerçeği moralini yerle bir etmişçesine bir tavır takınmıştı. Onu taklit etmedim. Başımı öne eğmek yerine paylaştığımız sözleri onaylar gibi salladım. Arkamı döndüm. Kapıya ulaşmak üzerine bir hamle yaptığım anda, sesini yeni baştan ulaştırmıştı kulaklarıma, “Ahu.” Duraksadım. Ona dönmedim. Zira ona dönersem, ona bakarsam buradan hiç gidemeyebilirdim. Buna rağmen kolumun üstünü tuttu. Beni kendine bakmaya zorladı. Kalbim, ritim bozukluğuna yakalanmışım gibi, stabil atışlarının dizginini yitirmişti. Onun gerginlikten dolayı buz kestiği tespitinde bulunmuştum da aynı konuma –ansızın- düşeceğimi bilemezdim. Karşımda duraksadığında ona bakmamam mümkün değildi. Bakışlarımı arkasındaki duvardan çektim; onun hayranlık beslemekten bıkmadığım yüzüne çevirdim. Gözlerim gözlerine dokunduğunda gülümsedi. Kirpiklerini aheste aheste birbirine kenetleyip ayırdı ve beni odağından çıkartmadı. Birbirimize ancak milimlerle ölçülebilecek yakınlıkta durduğumuz bu gibi durumlarda aramızdaki boy farkı kendini fazlasıyla belli ediyordu. Eğildi. Benim boyuma yetişti. Eğilmesiyle eş zamanlı olarak çoğalan parfüm kokusu zihnimi kararttı sanki. Ayaklarımın altındaki zemin sarsıldı ve ben düşmemek için ona tutundum. Biraz ve biraz daha eğildi. Balmumundan heykel olsam tepkisiz kalırdım. Lakin Kıvanç’ın isyana teşvik ettiği duygularımdan dolayı kendime engel olamayarak ben de parmaklarımın ucunda yükselip ona yaklaşmıştım. Sık sık gülümsedi. Çokça beklemedi. Yumuşak dokunuşlarının izini bırakırcasına, dudaklarımın kenarlarını defalarca kez öptü. “Kek ve hediye için teşekkür ederim.” |
0% |