Yeni Üyelik
34.
Bölüm

OTUZ ÜÇ

@hayalrafya

beş ay önce..

Klasik müziği keyifli buluyordum. Notalarında aşırı bir dinginlik vaadi saklıydı. Ancak fazlaca mazuruz kalmak, baygınlık geçirmeme sebebiyet veriyordu.

Neden sürekli olarak klasik müziğin meze niyetine servis edildiği restoranlarda yemek yediğimizi anlıyordum elbette. Kortan ailesi gösterişi ve yapay asaleti çok seviyordu. İçlerinden birisi hariç. Benim münasebetim bahsini geçirdiğim o bir kişiden öteye gitmiyor olsa da kendimi bu pahalı düzenin içinde buluyordum her defasında.

Bakışlarımı dikdörtgen masanın ortasına koyulmuş kırmızı mumun alevinden çektim. Zira bakmaya devam edersem dayanamayıp mumu üfleyecektim.

Şehrin en gözde restoranlarından birindeydik. Altı kişilik masanın bütün sandalyelerini doldurmuştuk. Kıvanç’ın abisi iki yanına aldığı müşterilerine hararetli hararetli bir şeyler anlatıyorken; yengesi, ben ve o önümüzdeki tabaklarda bekleyen yemeklerin başında, sadece oturmuş klasik müzik dinliyorduk.

Sırf, abisi başaralı bir aile şirketi pozu çizebilsin diye buradaydık. Oysa ortada paylaşılan bir başarı yoktu. Kortan Hukuk Bürosu sınırları içinde yalnızca abisinin başarısı konuşulurdu. Buna sinir olsam da katlanmak zorundaydım.

Karşımda, ortada yükselen kırmızı mumum arkasında oturan Kıvanç’a baktım. Başını eğmiş, çatalını parmaklarının arasına sabitlemiş, bir mutsuzluk tiyatrosu sergilercesine tabağındaki bezelyeleri havuçlardan ayırıyordu.

Onun kafasını dağıtmak ve moralini yükseltebilmek için ufak çantamın içini karıştırdım. Telefonumu elime alarak mesaj uygulamasına giriş yaptım.

Siz: Abin çok bildiğini sanıyor.

Mesajı gönderdim. Fakat aradan geçip giden dakikalara rağmen mesajı aldığını belli eden herhangi bir girişime yeltenmemişti. Belli ki abisin öfkesinden nasibini almamak için telefonunu sessizde tutuyordu.

Tabağımın yanına bıraktığım yemek bıçağını aldım. Pahalı kumaştan dikildiğini çığlıklarla haykıran peçete ile bıçağı bastırarak silip parlaklığına parlaklık kattım. Sonrasında ortamdaki ışığı yakalayıp bıçak aracılığı ile ışığı Kıvanç’ın gözlerine yansıttım.

Dikkatini çekmeyi başarmıştım. Bezelyelerle ve havuçlarla ilgilenmeye ara verdi. Kaşlarını çatıp bakışlarını kısarak uğrunda destan yazmayı dilediğim yeşillerini bana çevirdi.

Çabucak telefonumu kapıp havaya kaldırmadan salladım. Hareketimdeki ‘telefonuna bak’ imasını kavramıştı. Önce abisini kontrol etti. Abisi bambaşka bir gezegendeydi. Anlamı belli olmayan sayısız hukuk terimini bir arada kullanarak onu dinleyenlerin beynini yakmak ister gibiydi.

Herhangi bir tehlikenin çelmesine takılmayacağına karar veren Kıvanç, pantolonunun cebindeki telefonuna uzandı. Okumasının ardından, mesajıma cevap yazdı.

Avukat Bey: Şirketi pazarlıyor.

Sessiz sedasız cık cıkladım.

Siz: Kendisini küçültüyor.

Avukat Bey: Müşterilerine istediklerini vermeye çalışıyor.

Siz: Bana abini savunma, Kıvanç. Hem… Sen daha iyisini yapardın.

Kaldırdığı kaşlarının altından, bana, eğlenen bir bakış attı.

Avukat Bey: Öyle mi? Hangi başarımla?

Siz: Ciddi bir başarıya gerek yok. Senin yüzün yeter.

Avukat Bey: Ne buluyorsun benim yüzümde?

Bakmaya değer hatların biricik efendisi… Ona karşı büyüttüğüm hislerin şifresini asla –tam anlamıyla- çözemeyecekti.

Siz: İnanılmaz derecede hoşluk…

Avukat Bey: Saçmalama.

Siz: Keşke kendini benim gözlerimden görebilseydin. O zaman sen de seni çok severdin.

Avukat Bey: Ben kendimi seversem bu beni narsist yapar. Sonra akıl hastanesine kapatılırım. Sen de ayda bir ziyaretime gelirsin.

Tırnaklarım telefonumun kılıfına çarpıyorken onun bana karşı olan izleyişine hitaben kafamı iki yana salladım.

Siz: Mantığı bir kenara bırak, artık.

Avukat Bey: Emredersin, güzelim.

Siz: Harflere gösterdiğin özen, yumuşak tonlaman, daima insanların gözlerine bakarak konuşman, onların sorunlarını önemsediğini nazik tavırlarınla anlatman, her vurgunda alnını kırıştırman ve güldüğünde dudaklarının kenarında beliren tatlı kıvrımlar…

İç çektim. Mesajımı yazmaya devam ettim.

Siz: … Abin müşterileri kandırıyor ama sen bunlarla başka hiçbir çabaya gerek duymadan müşterileri etkilerdin.

Odağı ekrandaydı. Benim odağım onda takılı kalmıştı. Mesajımı okumasının akabinde silik bir tebessümü cildinde misafir etti. Habersizdi. Kalbime yüzyılın vurgununu düzenlemişti.

Avukat Bey: Müşterileri etkilemekten çok seni kendinden geçirmişim gibi görünüyor.

Siz: Kendimden geçmeyi bırak, beni bitiyorsun, Avukat Bey.

Boğazını sarmış, sıkan kravatının düğümünü gevşetti.

Avukat Bey: Keşke yalnız olsaydık.

Masadan kaçıp onunla baş başa kalma fikri, bilime adanmış kalın bir kitapta aşka tek paragraflık yer verilmesi gibiydi. Fena halde heyecan tetikleyici.

Siz: Yalnız değiliz, doğru. Ama yalnız kalabiliriz.

Takındığı muzip ifadesiyle canımı yaktı. Hızlıca mesaj yazdı. Abisinden ve müşterilerden özür dileyip masada kalktığı anda yazdığı mesajı göndermişti bana.

Avukat Bey: Masadan uzakta buluş benimle.

Açıkçası şaşırmıştım. Abisinin komutada olduğu bir ortamda isteklerini takip edip başına buyruk davranmak Kıvanç’ın yapmaya yanaşmayacağı bir eylemdi. Şimdiki atılımı otoriteye meydan okumak değil de neydi?

İçimde yükselen gülümseme isteğini köreltmek fazlaca meşakkatliydi. Kıvanç’ın bin hali vardı. Sessiz sedasız isyan eden bin birinci hali aklımı başımdan almıştı.

Onun gidişinin ardından beş dakika kadar bekledim. Masayı terk ettiğimde özür dilemem ya da kibarca izin istemem gerekmemişti. Çünkü ben önemsiz bir piyondan ibarettim.

Sandalyeden kalkıp restoranı boylu boyunca geçtim. Masadan uzakta yalnızca teras vardı. Mücevher işlemeli kapıları geçip terasa girdim. Beton korkuluğa kollarını yaslamış olan Kıvanç aya bakıyordu. Yanına ulaştığımı fark edince, “Nihayet,” diyerek mırıldandı.

Onu taklit ederek dirseklerimi hafif tozlu betona bıraktım. Omzumu ise onun omzuna değdirmeyi ihmal dışı bırakmadım. “İçerideki kadının olayı ne?” diye sordum. Abisinin saatlerdir laf anlattığı müşteriden bahsediyordum; gözümün bir yerden ısırdığı müşteriden.

“Ne gibi?”

“Biz bu kadınla geçen yıl konuşmamış mıydık? Yani abin konuştu zaten. Kadını sizinle çalışmaya ikna etti.” Kadın ülkenin sayılı zenginlerinden olduğu için abisi onu ikna edebilmek için yalana yalan katarak kırk takla atmıştı.

Kıvanç başını eğerek ensesini kaşıdı. Sanki bu konu onu rahatsız ediyordu. “İşler değişti.”

Ay manzarasına arkamı döndüm. Sırtımı beton korkuluğa yaslayıp; yüzünün seyrine doyulmaz yanını hiçbir manzarayla takas etmeyeceğim adama baktım. “Nasıl?”

“Kadının kocası Alzheimer’a yakalanmış,” dedi yüzünü buruşturarak. “Kadını hatırlamamış, haliyle. Kadın başlarda denemiş. Onu unutan bir adamla yaşamayı denemiş.” Gözlerini gözlerimle buluşturdu. “Ama olmamış.” Herkesin tecrübe edebileceği bu talihsiz hikâye Kıvanç’ı üzüyordu resmen. Neydi bu, olasılıkların korkusu mu empati fazlalığı mı?

“Kadının talebi üzerine abim onları boşadı.”

Kadın boşanmışsa, şu anda masada, yanında olan adam kimdi? “Ama…” diyerek itiraz ettim. “Yanında biri var.”

Başın aheste aheste salladı. “Sevgilisi.” Ay ışığı ile yıkanan cildi garip bir keyifsizlikle gölgelendikçe gölgelendi. “Sevgilisine şirketine ortak yapmak istiyor. Yasal prosedürleri atlamamak için de bize danışıyor.”

Zaman ilerledikçe sevgi işlevsiz kalır olmuştu. İnsanlar birbirlerini sevmiyor, sevemiyordu. Yeşil örtülü kumar masasında, fincan içindeki zarları sallıyor ve bahtlarına çıkan sayıya göre ya sevgilerini satıyor ya da sevgilerini koruduklarını sanıyorlardı. Oysa ben, Kıvanç’ı tanıdığım anda kumar masasına açılan kapıyı tuğlalarla kapatmıştım.

“Korkunç,” diyerek fısıldadım.

Kolumu tuttu. Sırtımı beton korkuluktan ayırıp beni kendine çekti. Kolları, aceleyle, belimi sarıverdi, “Herkes benim kadar şanslı olamıyor, işte,” incitmekten çekinen ağır hareketlerle yanağımı öptü. “Ahu.”

Bana dokunuşu dengemi şaşırtıyordu. Bana dokunuşu dünyamda zelzele yaratıyordu. “Hım?”

“Adamın başına gelen olayı düşünüp duruyorum. Sürekli düşünüp duruyordum. Neden düşünüp durduğumu bilmiyorum.” Bana sarılmak için hâlihazırda eğilmişti. Yetmemiş gibi biraz daha eğildi ve alnını omzuma koyarak dinlendirdi.

“Günün birinde…” verdiği nefesler tenime çarparak ısıtıyordu beni. “Bizim de başımıza bir şey gelir ve ben seni hatırlayamazsan eğer…” belime dolanan kolunun kasıldığını hissettim. “Benden vazgeçme, tamam mı?”

“Bizim başımıza bir şey gelmeyecek,” dedim tüm inancımla.

“Her an her şey olabilir.”

“Düşünme bunları.”

İlk sözlerinde ısrarcıydı, “Benden vazgeçme.”

“Senden vazgeçmem mümkün değil,” beni üzmek konusunda muazzamdı. “Neden hep kötüyü düşünüyorsun?”

“Çünkü hiçbir mutluluğun sonsuza kadar sürmeyeceğine inanıyorum.”

Sonsuza kadar, doğru olmanın yanı sıra epey iddialı da bir terimdi. Gökten üç elmanın düşmesi ile başlamamıştık hikâyemize. Sonsuz mutlulukla da bitmeyecekti elbette. Mutluluğu uzayabileceği noktaya kadar çekiştirmekse bizim elimizdeydi neticede.

 

Hastanede herkes uyumuştu. Saat gece ikiye geliyordu. Ben ise uykunun uğramadığı bir durakta inmiştim. Yolculuğumun kalanını gece vakti kurduğum gündüz düşleri ile geçiriyordum.

Odamızın balkonuna çıkmıştım. Bacaklarımı öne doğru uzatmış, ayakkabılarımın altını balkonu çevreleyen ahşap korkuluklara yaslamıştım. Yaşlı’nın özel olarak sipariş ettiği armut koltukta oturuyordum.

Hava tam manasına sonlarına ulaşan bir yaz gecesine yakışacak kadar serindi. Kollarımı göğsümde kavuşturmuştum. Dolunay vardı. Güneşten çalarak yansıttığı ışık yüzüme vuruyordu. Bense ışığın Kıvanç’ın yüzü ile birleşmesinin daha uygun olduğunu düşünüyordum.

Telefonum çaldığında, bir ara, sahiden uykuya dalacağımı sanmıştım.

Başımı çevirip tül perdelerin arasından odaya baktım. Yaşlı uyuyordu. Bol karabasanlı rüyaları hâlâ bölünmemişti. O uyanmasın diye acele edip gelen aramayı yanıtladım. Tek arayanımdan, tek soranımdan gelen aramayı.

“Keşke,” dedim alçak bir sesle. “Beni ilk aradığında açmasaydım.”

“Pişman mı oldun?” diye sordu. Telefon aramasına rağmen anlayabiliyordum. Bedeni bitiklikten dert yanıyordu. Sanki hayat onu zorlamak için özel çaba sarf ediyordu.

“Seninle ilgili tek pişmanlığım seni daha önce tanımamış olmak.”

“Öyleyse…” dedi soru sorar gibi.

“Baksana şu hale,” azıcık hareket edip armut koltuğa daha çok gömüldüm, memnuniyetle. “Dün bir bugün iki… Beni aramayı alışkanlık haline getirmeye başladın.”

“Benimle konuşmak istemiyor musun?” deyişinde alınganlık mı seziyordum yoksa bana mı öyle geliyordu bilmiyorum.

“Seninle, sesini duymadan konuşmak istiyorum.”

“Sesimi duyarsan ne olur, Ahu?” sorusuysa bir hayli ağdalıydı. Sanki konuşmaya mecali kalmamıştı. Onda dolaşan garip bir bulut vardı. Kara ya da beyaz; bu bulutun türünü tespit edememiştim.

“Sesini duyarsam hasretine dayanmam zorlaşır,” dedim. “Ve ben, soluğu yine senin yanında alırım.”

Güldü. Gülüşüne gizlediği melodiyi işitmek beni gökkuşağının dibinde bekleyen bir küp altına kavuşmanın hayalini kurmaktan daha çok büyülüyordu. Yeniden konuşmaya başlayıncaya değin onun hafif kırık bolca cansız gülüşünü dinledim.

Tam konuşacağı esnada hat kesildi. Arama sonlandı. Bir şey diyeceğini hissettiğim için hızlı davranıp bu kez de onu ben aramıştım. Aramamı açtı. Birkaç saniye boyunca susmasının akabinde, “Yirmi dokuz yaşındayım,” dedi.

Yaşlı’yı rahatsız etmeyecek şekilde ıslık çaldım. “Çok yaşlısın, Avukat Bey.”

“Öyleyse, utanmalısın,” dedi sahtekâr siniriyle.

“Neden utanacakmışım?”

“Yaşlı bir adama ilgi duyduğun için.”

Aslında ondan yalnızca dört yaş küçüktüm. Ancak varlığı, alternatif gerçeklikten –benim hiç var olmadığım alternatif gerçeklikten- meydana geldiği için yaşımı bilmemesi normaldi.

Yaş meselesine değil, öylesine bir detay misali telaffuz ettiği ‘ilgi duymak’ fikrine takılmıştım. “İlgi duymak,” diyerek tekrarladım. “Çok yalın bir tabir.” Özleminden çürüyormuşum gibi iç çektim. “Ben diyorum ki sana aşığım, senin müptelanım… Sen diyorsun ki ilgi duymak.”

Yeniden güldü. Ancak bu gülüşü farklıydı. Fark etmiştim; ilk gülüşünde fark edemediğim bir bozukluğu. Tınısı, takındığı halsiz tavrı… Ruh halinin pek de sağlıklı olmadığının, gülüşleri refleksmişçesine kullandığının sinyallerini veriyordu.

“Tamam, bana âşıksın,” diyerek kabullendi. “Âşık…” bir tersliğin olduğu barizdi. “Bir izin versen cümleme devam edeceğim.”

Sırtımı dikleştirdim. Bacaklarımı uzattığım yerden çektim. Ay ışığına karşı kaşlarımı çattım. “Dinliyorum. Cümlene devam et bakalım, Avukat Bey.”

“Yirmi dokuz yaşındayım,” diyerek yineledi.

Armut koltuğun kenarına sıkıca tutundum. Kendimi, onu sahiden duymaya yoğunlaştırdım.

“Bu yaşıma kadar gerçekten sevilmedim, hiç. Oysa şimdi, yalnızca birkaç haftadır görüştüğüm bir kız bana gerçekten sevildiğimi hissettiriyor,” iç çekti. Yanında bulunmasam dahi sıkıntının çeperinde saçlarını karıştırdığını görebiliyordum. “Uzaktan da olsa...”

“Kıvanç,” dedim dudaklarımı ısırarak.

“Ahu,” dedi adımı yakararak.

“Sen…” Karasızdım. Çünkü biraz sonra soracağım soruya alacağım cevap beni yeniden hastaneden kaçmaya teşvik edebilirdi. “Sen, iyi misin?”

“İyi,” kendi halini ölçüp biçercesine duraksadı. “İyi değilim. Ben mutluyum. Galiba,” hoparlörden çıkan gürültü, nefesini sesli bir şekilde verdiğini anlatmıştı bana.

“Günün birinde, ıssız bir sokakta, kimsenin haberi olmadan ölüp gidersem eğer…” gülüşü kısa ömürlü de olsa nüksetti. “En azından birisinin hayatında iz bırakmış olduğumu bileceğim. Yalnızca bir hiç olmadığımı bileceğim.”

“Neredesin sen?”

“Bu dört duvara öyle demek yetiyorsa… Evdeyim.”

“Ne oldu?” diye sordum. Maraton koşmuş gibi soluk soluğa kalmıştım birden. “Kıvanç, ne oldu sana? Hırsızın aile mi bir şey yaptı?”

“Bugün bir çiçekçinin önünden geçtim.”

Avucumu sertçe alnıma çarptım. Sulu göz bir insan değildim ancak yine ağlamaya başladım. “Hayır,” dedim oldukça cılız bir söylemle.

“Müthiş güzellikte güller vardı.”

Ayağa kalktım. Balkonun sınırlarında adımlamaya koyuldum. “Bana güllerden bahsetme,” diyerek çıkıştım. Resmen, aylar öncesinde atlattığım bir anıyı- telefonun diğer ucunda- sil baştan yaşatıyordu bana.

“Sana gül almak istedim,” dedi. Çıkışımı ya duymamış ya da aldırmamıştı. Bana binlerce bıçak darbesi savurarak güllerin bahsini açtı. “Ama hangi renk gülü sevdiğini bilmiyorum.”

Baştan ayağa sarsılıyordum. Öfkeden, telaştan, korkudan, acıdan dolayı… “Sana ne yaptılar, dedim.”

“Hangi renk gülleri seviyorsun, Ahu?”

“Korkutuyorsun beni. Yalvarırım söyle, ne oldu?”

“Güllerin hepsi çok güzel kokuyordu. Beğenilmeyecek gibi değillerdi, biliyor musun?”

“Kıvanç,” dedim çaresizlikle.

“Alıp saklayacaktım. Karşıma tekrar çıktığında verecektim sana.”

“Hırsızın ailesi sana bir şey yaptı,” dedim. “Lütfen, düşündüğüm şey olmasın.”

“Fazla endişeleniyorsun,” sözde beni yatıştırıyordu. “Endişelenme.”

“Endişelenme mi? Kafan mı iyi senin? Endişeden çıldırmak üzereyim.”

Kendimi sakinleştirmem güçtü. Bu nedenle endişenin üzerine gittim. Zihnimde dönen tilkilerin kuyruğunu bağlayabilmemin tek yolu ona sormaktı. “Dayak yedin, değil mi?”

“Ne olduysa oldu. Sen sonuca bak. Hâlâ yaşıyorum.”

‘Maalesef’ der gibiydi. ‘Maalesef, hâlâ yaşıyorum.’

Bu öyle yoğun bir déjà vu hissiydi ki… Kendimi yitirmiştim. Alternatif hali, asıl halinin yaşadıklarını birebir yaşayacak mıydı? Peki, asıl olanın yaşayıp da alternatif olanın yaşamadığı başka ne vardı? Daha da önemlisi, yaşanacak kötü olayların önüne geçebilir miydim? Alternatif olanı, kötü kaderden kurtarabilir miydim?

“Gerçekten, evde misin?”

“Evdeyim,” dedi. “Babam ve abim yüzümün halini görmeden önce odama çıkmayı başardım. Ama sabah ne olur… Bilemem.”

Hastaneden kaçmak için yanıp tutuşuyordum. Fakat kaçmak ve risklerin büyüklüğünü göz ardı etmek öylesine basit değildi. Sıktığım dişlerimin arasından, “Sana zarar veren her bir canlıyı öldürmek istiyorum,” dedim.

“Ahu.”

Keşke yanında olsaydım, onu benimle birlikte unutmaya zorlardım.

“Söyle…” balkonda gezinmeyi bıraktım. Omuzlarıma çöken ağırlığa dayanamayarak armut koltuğa adeta yığıldım. “Söyle, başımın belası.”

“Aniden konuşmayı bırakırsam telaşlanma.”

“Neden aniden konuşmayı bırakacaksın?”

“Çünkü… Gözümün önünde yıldızlar uçuşuyor. Her an bayılabilirim.”

“Kahretsin ya!”

“Bayıldığım anda telefonu kapatma, tamam mı?”

“Tamam.”

Sonrasında konuşmadım. O da konuşmamıştı. Ya sessizliğe sığınmış ya da söylediğini yaparak bayılmıştı.

Başımı geriye yatırdım. Armut koltukta yatar bir pozisyon aldım. Ne aramayı sonlandırdım ne de telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Kirpiklerime yaşlar takılmışken gözlerimi kapattım ve hoparlörden sızan, onun düzenli nefes alışverişlerini dinledim.

Loading...
0%