@hayalrafya
|
Teoride mevzu basitti. Kitabın kapağı açılır, içine karalanmış yazılar okunur, yazılara gömülmüş hakikat bir çırpıda özümsenebilirdi. Aç, oku, anla aşamaları herkes için gerçekleştirilebilir statüsündeydi. Teoride herkes eşitti. Eşitliğin bozulduğu nokta, uygulama safhasında patlak verirdi. Teoride öğrendiklerini uygulayabilenler, dünyanın esas egemenleriydi. Çarkın bana dönen tarafında, teorinin hemen hemen bütün gerekliliklerini tamamlamıştım. Kaçacaktım. Önümde uygulama aşaması vardı. Ve bugün, ya uygulayıcıların egemenliği altında kalacak ya da kendi uygulamamla egemen olacaktım. Ya kaçmayı başaracak ya da kaçarken yakalanacaktım. Tabii hepsinden önce… Nasıl nefes alındığını acilen hatırlamam gerekiyordu. Yoksa boğulacaktım. Başıma saplanan hafif ağrı, gözkapaklarımı bunaltıyordu. Adımlarım sarsak; beni yere düşmekle tehdit ediyordu. Yığın halini almış duygularım kafatasımın en ücra köşesinde birikmişti. Birikintinin altından nasıl çıkacağımı asla bilmiyordum. Dakikalardır aralıksız olarak yaptığım gibi, iki yatak arasındaki boşlukta bir ileri bir geri yürüyüp duruyordum. Başını telefonuna eğmiş olan Yaşlı, adım seslerime –nihayetinde- dayanamamıştı. “Kes artık şunu,” diyerek beni uyardı. Adımlarımı durdurdum. Tırnaklarımı dişlerimin arasından çektim. “Yetermiş…” tam karşısına geçip bana bakan eleştirel bakışlarına doğru kendimi savundum, “Sen onu bir de,” işaret parmağımı şakağıma bastırdım, “Buraya anlat.” Sesim çatlak çatlak çıkıyordu. “Çok kötüyüm ben. Felaket kötü hissediyorum.” Elimi bacağımın üstüne vurdum. “Avuçlarım terliyor, parmaklarım titriyor, kalp çarpıntım başladı… Üstelik…” elimin tersiyle gözlerimi ovuşturdum. “Çift görüyorum, galiba.” Kolumdaki taze dikişlerin gerilerek beyaz sargıyı kan lekesi ile boyamasını umursamayarak yüzümü sıvazladım. “Bu belirtileri senin yaşındakilerin göstermesi gerekmez mi? Benimle ne alıp veremedikleri var?” “Yaşlılığa saygı duyman gerekiyor, kızım,” diyen Yaşlı, davranışımı kınadı. Hastaneden kaçma fikrinin teorideki mutluluğu neticesinde şu anda havalara uçmam gerekiyorken tecrübe ettiğim yıpratıcı ruh hali çok gereksizdi. Gereksiz bir eylemin en özenli failiydim resmen. “O zaman söyle,” diyerek ondan ziyade kendime isyan ettim. “Neyin belirtileri bunlar? Kapıma gelmek üzere olan ölüm habercisinin mi? Of!” ayağımı yere çarptım, “Hayatımın aşkına kavuşamadan öleceğime inanamıyorum.” Bir ileri bir geri, yeniden yürümeye başladığımda Yaşlı, oturduğu yatağın kenarından öne doğru uzanarak kolumu yakaladı, “Sakin ol.” “Ah!” acıyla inleyerek kolumu geri çektim. Yürüyüşümün açısından ötürü sargılı kolumu yakalamıştı. “Af edersin.” Ayağa kalktı. Kısacık yürüyüş yolumun ortasında duraksadı. “Ama sakin olman lazım, kızım. Bu işi gerçekten yapacaksak… Sakin olman lazım.” Bildiğim kadarıyla, sakalına dizdiği boncuklar toplamda sekiz taneydi. Gördüğüm kadarıyla ise… On altı. Uslu bir çocuk misali başımı sallayarak sözlerini onayladım. “Hı-hım.” “Bu işi gerçekten yapmak istiyor musun, Ahu?” İçimi ısıtan bakışları, parmaklarımı saran parmakları, devamlı gülümseyen siması, ona karşı hayranlığımı bastıramadığım tavırları... Ben ne istediğimi gayet iyi biliyordum. Sanırım. “Onu çok özledim, Yaşlı,” dedim fısıldayarak. “Öyleyse, gerçekten yapıyoruz.” “Gerçekten yapıyoruz.” “İyi. Kararlısın. Kararlı olman pekiyi. Ama aksiyona geçemeyecek kadar da heyecanlısın. “Bu yüzden, bu akşam hastaneden kaçacaksan detaylarla ilgilenmeyi bana bırakacaksın.” “Hı-hım…” diyerek homurdandım. Benden beklediği yanıtı alan Yaşlı, odadan çıkmak üzere arkasını döndüğünde –aceleyle- sordum, “Nereye gidiyorsun?” Kapıyı açsa bile odadan çıkmamıştı. “Birkaç ayarlama yapıp geleceğim.” Ayarlamalarını yapmak üzere koridora çıkacağı saniyede yeniden araya girmiş bulundum. “Yaşlı.” “Söyle.” İnsanlar çıkarları için yaşardı. Benim ailem, çıkarlarına fayda sağlayamayacaksa kılını dahi kıpırdatmazdı. Şimdi… Bana neredeyse on kat yabancı, yaşlı bir adamın sırf oda arkadaşı olduğumuz için bana sunduğu yardım, kafamı karıştırmıyor değildi. Kafa karışıklığımı gidermek üzere, “Bana neden yardım ediyorsun?” diye sordum. Anılarına döndüğüne emin olduğum şekilde tebessüm etti, “Gerçek aşkının yasını tutan bir tek sen değilsin, kızım.” Ve kapıyı arkasından kapatıp dışarı çıktı. O, bana acil kaçış düzeneği hazırlamak için beni bırakıp gittiğinde ağırlığına katlanamadığım bedenimi -yığarcasına- yatağımın üzerine bıraktım. Boşluğu izliyorken boşluğa dalmıştım. Bu hastanede acaba kaç aşk daha aklını yitirmişti öylece? Kaç mutsuz son daha aynı atmosferin altındaydı benimle? Kaç ruh, bir tek kalmıştı hayatın bu engebeli serüveninde? Ya benim eşim… Ya benim tekim… Hatırlayacak mıydı varlığımı günün birinde? Hiç de kibarlığa yakışmayacak şekilde burnumu çektim. Telefonumu açarak mesajlar bölümüne girdim. Siz: Kol düğmelerini takmayı unutma. Avukat Bey: Ne için? Siz: Duruşmaya ne zaman çıkacak olsan kol düğmelerini takmayı unutursun. Avukat Bey: Ve sen, peşime dedektif takmışsın gibi unutup unutmadığım ne varsa biliyorsun. Siz: Peşine dedektif takmadım. Avukat Bey: Sana inanmadığım için kusura bakma. Siz: Bir zamanlar peşine direkt ben takılmıştım. Avukat Bey: Ne demek oluyor bu? Siz: Seni takip ediyordum demek oluyor. Avukat Bey: Beni takip mi ediyordun? Siz: Kendi irademle değil, babamın emriyle. Avukat Bey: Baban neden elin adamını takip etmeni istesin ki? Siz: Birincisi, seni tanımadığımda bile benim için –yani ailem için elin adamı değildin. İkincisi, sen değerliydin. Avukat Bey: Değerli, ha? Neden? Yoksa baban da mı bana âşık? Siz: Mahkemeye çıkıp bir hırsızı savunacağın için gerginsin, anlıyorum. Ama benimle ters ters konuşma. Avukat Bey: Şimdi mi sorun oldu, sahiden? Seninle en başından beri ters konuşuyorum. Siz: Evet, böyle konuştuğun için bir arpa boyu kadar yol almama bile izin vermiyorsun. Avukat Bey: Bununla uğraşamam. Meşgulüm, Ahu. Siz: Beni başından atmaya çalışma. Avukat Bey: Yapma… Seni başımdan atsam bile geri gelirsin. Siz: Neden, yoksa başının üstünde yerim mi var? Avukat Bey: Hayır, çözemediğim amacına karşı kör kütük bir sadakatin var. Siz: Amacıma ulaştığımda… Bu söylediklerinden pişmanlık duyacaksın, Avukat Bey. Avukat Bey: Söylesene, beni süründürmeyi mi planlıyorsun? Siz: Seni süründürmeye kalbim el vermez. Zaten dünya yeteri kadar üzücüydü; üzücü, sıkıcı, yorucu ve zor. Zorlukların altında üzülüyor, sıkılıyor ve yoruluyordu. Onu süründürmek gibi bir niyetim katiyen yoktu. Avukat Bey: Yine anlamlandıramadığım bir frekansta konuşmaya başladın. Zihinsel sağlığına kast etmeyeyim diye konuyu kapattım. Siz: Her neyse… Kol düğmelerini unutma işte. Avukat Bey: Dert etme, unutmam. Unutacaktı. Biliyordum. Ne kadar söylersem söyleyeyim kol düğmelerini takmayı daima unuturdu. Yaşlı, ansızın, odaya daldığında irkilmiş; telefonu elimden düşürmüştüm. Telefonun düşmesi sonucu çıkan tok sesle beraber gözlerim eşikte bekleyen ikinci kişiye kaydı, benim yaşlarımda gibi gözüken; tanımadığım bir kıza. Eğilip telefonumu yerden aldım. Odana arkadaşıma tereddütle seslendim, “Yaşlı.” “Ahu.” Telefonumun çatlayan ekranına doğru yüzümü hoşnutsuzlukla buruştursam da konudan şaşmamayı başarmıştım, “Bu kız kim?” Yaşlı, kıza bir bakış fırlattıktan sonra çabuk hareketlerle odanın dağınıklığı içinde bir şeyler aramaya koyuldu. “Eski koğuş arkadaşım.” Şaşkınlıkla haykırdım, “Koğuş mu?” “Evet,” sorumun cevabı, tanımadığım o kızdaydı. “Herkes…” odayı dikkatle inceledi. “Herkes böylesine lüks odalarla kalma fırsatını yakalayamıyor, maalesef.” Tanımadığım kızın odamıza beslediği hazırlıksız ilgi karşısında rahatsız hissetmemem mümkün değildi. Giysi dolabını karıştıran Yaşlı’ya doğru usulca yaklaştım. “Hastaneden koğuş mu var?” Yaşlı, yaptığı işi yarıda kesip bana sabırla konuştu, “Anlıyorum, kızım. Çocukluğunu sarayda geçirdin. Ama bu kadar şaşırmak yeter.” Dolabın kapaklarını çarparak kapattı. Bileğimi tutarak beni çekiştirdi, “Gidiyoruz.” Ayakkabılarımı zemine bastırarak onun gücüne karşıt güç oluşturdum, direndim. “Nereye gidiyoruz?” “Kaçmak istemiyor muydun?” “İstiyordum da…” Tanımadığım kız, kapıda dikilmeyi bıraktı. Zıplayarak yatağıma oturunca da hepten dikkatimi dağıtmıştı. “Şimdi mi?” “Ne kadar erken o kadar iyi.” Yaşlı, beni tekrar çekiştiriyorken öylece uyum sağlayıp gidemezdim. “Bu kız ne olacak? Bu kız kim ki? Neden burada?” Yaşlı’nın kendince verdiği bir karar vardı. Bunu anlayabilecek kadar çok zaman geçirmiştim onunla. Sakalına dizdiği boncukları çekiştirirken tanımadığım kızın yatağımın tepesinde yuvarlanışını gözetledi; sanki kararının doğruluk payını irdeler gibiydi. “Sen gelene kadar senin yerini tutacak.” “Nasıl?” “Hastane yönetimi kaçtığını fark ederse anında babana haber verir. Baban da hem senin hem de benim peşime düşer. İnan bana kızım, bu yaştan sonra tefeci babanla uğraşamam. Ayrıca…” ses tonunu azaltarak ekledi, “Rahatça bir gün geçireceksen peşine düşülmemesi lazım.” Gerekçeleri haklıydı. İtiraz edemezdim. Yine de yerimi doldurması için getirdiği, tanımadığım bu kız tedirgin ediyordu beni. “Ama…” “O, önemsiz birisi,” dedi Yaşlı. “Senin yokluğun tüm hastaneyi alarma geçirebilecekken onun, koğuşunu terk ettiğini anlamazlar bile.” “Yey!” tanımadığım kız, ellerini birbirine çarparak garip bir biçimde sevinmişti. “Yaşasın önemsizlik.” Hiçbir tedaviden yararlanmamış haline üzülerek baktım. Koğuş kavramı hapishanelere has değil miydi? Koğuşa koyulmuş hastalar, topluma yaklaşmasınlar diye hapis miydi? “Ama…” Yaşlı, tekrar kolumu çekiştirince zor kullanarak ondan uzaklaşmak zorunda kalmıştım. “Bana benzemiyor bile.” neden tanımadığım kızı kabul edemediğime dair makul bir fikrim yoktu. Galiba… Kahretsin, yatağımı çoktan sahiplenmiş olmasını kıskanıyordum. Yaşlı, sabrının son demlerini yudumluyormuş gibi, “Saçlarınız benziyor,” dedi. “Bu, yeter.” “Yalnızca saçlarla Rehber’i kandırabilir misin?” “Bir gün için kandırabilirim.” Bileğimi yeniden yakaladığında oda artık karşı gelemezdim. “Haydi, gidelim.” “Yaşlı.” “Bu sefer ne oldu?” Başım öne eğdim. Tırnaklarımı telefonumun çatlak camı boyunca gezdirdim. “Korkuyorum.” Bana destek olduğunu belirtircesine bileğimi sıktı. “Normal. Bir şeyleri değiştirebilmek için öncesinde korkman gerek, Ahu.” Ve Yaşlı’nın beni sürüklediği istikamette gittim. Birlikte –tanımadığım kızı geride bırakarak- odadan çıktık. Saat, akşam yediyi vurmak üzere olduğu için kat koridor bir hayli sakindi. Kapısı açık hasta odalarında da kimse görünmüyordu. Akşam yemeğime otuz dakika gibi az bir süre kaldığından dolayı –büyük ihtimalle- herkes yavaş yavaş yemekhane katında toplanıyordu. Yaşlı’nın beni hastaneden kaçırmak için kullanmayı tercih ettiği zaman boşluğu tam olarak buydu. Yemekhane katının aksi yönünde ilerledik ve hastane binasından dışarı çıktık. Binadan çıktığımız için yarı tehlikeyi atlattığımıza inanan Yaşlı, bileğimi serbest bıraktı. Böylelikle yan yana yürüyerek melek heykeli tarafından korunan süs havuzunun kenarından geçtik. Karanlık ormana girdik. “Gittiğinde nerede kalacaksın?” diye sordu Yaşlı. En uygunu olduğu için uygun olmayan bir vakitte kaçıyordum. Akşamın ortasında Avukat’ın kapısına dikilip ‘ben geldim’ diyemezdim. Sabahı beklemem gerekiyordu. Yani Yaşlı, akşamı bitirip geceyi nerede geçireceğim konusunda merak düşmekte haklıydı. Kalacak yerim yok desem benim için –derhal- kalacak bir yer de bulurdu. Ancak benim kalacak bir yerim vardı. Yine de, “Başımın çaresine bakarım,” diyerek üstünkörü bir cevap verdim. Çünkü, o mesaj olayından sonra, Avukat’ın dâhil olduğu her özel ve önemli ayrıntıyı ona anlatmaya gönülsüzdüm. Ormanın içlerine doğru dikkatle yürüdük. Bu defa da, “Onu nerede göreceksin?” diye sordu. “Adliyede.” “Adliyede olacağından emin misin?” “Eminim, duruşması var.” “Duruşmanın yarın gerçekleşeceğini nasıl biliyorsun, kızım? Ya başka bir günse?” Avukat’la beraber kütüphanede sabahladığımız vakitler yerleşivermişti gözkapaklarımın arkasına. Bir masanın üzerinde, yorgunluktan bayılarak uyuduğumuz vakitler… Okumaktan yorulduğunda, kanunları ona sesli bir şekilde okuduğum vakitler… Bilmenin verdiği keyifle, “Gece konuştuğumuzda,” dedim. “Savunma yazdığını söylemişti. Savunmalarını, hep, duruşmaya bir gün kala yazar. Bir gün kala yazınca daha başarılı olduğunu düşünüyor.” Ormanın gizemine saklanmış bir kaya parçası az kalsın yere kapaklanmamın sebebi olacakken son saniyede korumuştum dengemi. “Başarılı olduğunu düşünüyor da… Başarılı oluyor mu bari?” Başarılı, onun adıyla daha önce hiç yan yana anılmamış bir sıfattı. “Onu tanıdığımdan beri asla başarılı olamadı.” Yaşlı, önceki anlattıklarıma dayanarak, “Babanın onu neden sevmediği anlaşıldı,” dedi. “Babamın onu sevmeyişi, başarısızlığı ile ilgili değil.” Cebinden çıkarttığı ufak fenerin ışığı, önümüzü aydınlattı. Hastaneden yeteri kadar uzaklaştığımız için ışık, artık, herhangi bir sorun teşkil etmezdi. “Ne ile ilgili, peki? Baban onu neden sevmiyor?” Yalnızca sevmemek de değil… Babam ondan nefret ediyordu. “Babam onu sevmiyor. Çünkü…” parmaklarımı avuçlarımın içine doğru büktüm. “Kendisi… Düşmanının oğlu.” “Babanın düşmanının oğluna âşık oldun, öyle mi?” Omuzlarımı silktim, “Zaten hep yasak olan ilgi çekmez mi?” “Şu işe bak…” dedi Yaşlı, kahkaha atarak. “Bir de Romeo ve Juliet’in sadece sayfalarda yaşadığını söylerler.” Kimsenin böyle bir şey söylediği yoktu. Yine de onu bozmadım. Biraz daha yürüyüp ormanın sonuna ulaştık. Ormanı çevreleyen büyük, beton duvarın dibinde iki büklüm olan Yaşlı, az biraz soluklandı. “İşte, ayrım noktasındayız.” Elime bir arabanın anahtarını tutuşturdu. “Duvarı geçtikten sonra dümdüz devam et. Arabayı çınar ağacının altına park ettiler.” Feneri –ışığını kapatmadan- yere bıraktı. Ellerini iç içe geçirip, üstüne basabilmem için bir basamak oluşturdu. “Çık bakalım.” Yaşı nedeni ile tereddüt etsem de harekete geçmek konusunda onu ikiletmemiştim. Omzundan destek aldım. Ayakkabımı eline bastım. Büyük duvarın tepesine tırmandım. “Teşekkür ederim, Yaşlı.” “Dikkatli ol,” dedi. “Unutma, bir günün var. Yarın, saat on ikiyi vurmadan önce dönmüş ol.” Elimdeki araba anahtarını sıktım. “Tamam, peri anne.” Ve duvarın diğer tarafına atladım. |
0% |