Yeni Üyelik
29.
Bölüm

YİRMİ SEKİZ

@hayalrafya

Babam ile aramdaki iletişim bağları, telleri kopmuş bir kablodan ibaretti. Her an kısa devre yapmaya hazırdı. Bu yüzden herhangi bir bozukluk yaşamayalım diye sözsüz bir şekilde anlaşmış; yolculuğu sessizlik içinde tamamlamıştık.

Yabancı adam tarafından sürülen araba, akıl hastanesinden ayrıldıktan yirmi dakika sonra şehir merkezindeki özel hastanenin kapısında durdu. Araba durduğu anda, dikizi aynası aracılığı ile benimle göz göze gelen babam, “Sen git,” dedi. “Git ve onu gör. Ben burada bekliyorum.” Kıvanç’ın ayağına gitmek istemiyordu. Zaten aksi şekilde davranmasını da beklemezdim. Zira onun için Kıvanç’a azıcık merhamet göstermek dahi ezeli düşmanı karşısında zayıflık belirtisi sergilemesi demekti.

Arabadan indim. Hastanenin kapısından içeriye adımlıyorken asla heyecanlı değildim. Kalbim takla atmıyordu. Nefes alışverişlerim oldukça istikrarlıydı. Avuçlarım terlemiyordu. Bayılmanın eşiğinde sallanmıyordum. İfadesiz ve bomboştum. Oysa adliye basamaklarında yürüdüğümde üzerine ayağımı bastığım yer bile sallanmakla ikaz ediyordu beni. Böyle hissetmeme sebep olan etken Kıvanç’ı cansız bir halde görecek olduğum gerçeğiydi. Kanlı canlı halde karşımda durmasının ardından onu yine ilk bıraktığım haliyle bulacaktım.

Danışmayı geçtim. Asansörleri kullanmadım. Vakti olabildiğince uzatmaktı niyetim. Merdivenlere yöneldim. Katları teker teker çıktım. Yoğun bakım servisinde numarası aklımı katiyen terk etmeyen odanın önünde durdum. Parmaklarımı kapı koluna sardım. İçeriye girmeden önce birkaç derin nefesle rahatladım.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde hiçbir şey değişmemişti. Kıvanç hâlâ öylece yatıyordu. Etrafındaki makinelerden çıkan hortumlara bağlıydı. Makineler olmasa yaşama tutunamayacaktı. Teni beyazlığını koruyordu. Yaşam vücudunu çoktan terk etmiş gibiydi. Nefes alıp verdiği bile zar zor belli oluyordu. Oda mı soğuktu yoksa ben mi fazlaca üşüyordum kestiremedim.

Elimin tersini gözaltlarıma bastırdım. Kapıyı arkamdan kapattım. Benim gerçekliğim buydu. Benim hakikatim buydu. Beş ay önce bir trafik kazası geçirmiştik. İkimizi de bu hastaneye getirmişlerdi. Ben kazayı hafif atlatmıştım. Çünkü kendisini feda ederek beni korumuştu. Yaptığı fedakârlık, onun komaya girmesinin sebebiydi. Komaya girdiğin andan itibaren onu asla terk etmemiştim. Haftalarımı yanında geçirmiştim. Uyanması için dua etmiş, onu yalnızlığına gömmemiştim.

Ta ki o günkü değişime kadar…

Ölümle yaşam arasındaki çizgide dengede durmaya çalışır şekilde yatan Kıvanç’a arkamı döndüm. Odadaki çizgili camın arkasına geçtim. Camın ötesinde koridor görünüyordu. Elimi kaldırıp cama koydum. Her şey, bu camın ötesinde, koridorda gördüğüm o kişi ile birlikte değişmişti.

 

beş ay önce..

Babam, işlemleri hızla halletmek konusunda aceleciydi. Zaten hayata karşı –daima- amansız bir acelenin peşindeydi. Ona yetişmeye çalışırken annem ve ben aralıksızca tökezliyorduk. Tökezlediğimizde düşüyor, yere kapaklandığımızda da direncimizi biraz daha yitiriyorduk. Kanayan dizlerimize dayanamaz olmuştuk. Biz defalarca kez düşüyorken babamın tepkisi her defasında sabit kalıyordu; tepkisizce yara bandı uzatıyor, yaralarımızı sarmamızı dahi beklemeden yola devam ediyordu.

Şu anda babamın öncülük ettiği bir başka yolda daha –akıbetimizden habersizce- ilerliyorduk. Şoförü eve taksi ile dönmesi için göndermiş, direksiyonun başına kendisi geçmişti. Annem yanındaydı, ön taraftaki yolcu koltuğunda. Her ne kadar kazanın ardından uzunca bir süre arabalara binmemeye karar vermiş olsam da ben de arabadaydım işte. Babamın boyunduruğu altında, arka koltukta oturuyordum.

Taburcu edilmemin üzerinden yarım saat geçmişti. Dönüp dolaşıp yoğun bakım ünitesinde soluklanmayayım diye, babam eve götürülme sürecimi bizzat yönetiyordu. Ona göre her ayrıntı, kontrolü altındaydı. Oysa sırf bana şah çektiği için mat olacağımı sanmamalıydı. Sonuçta, yenilgileri alternatifleri ile alt etmeyi o öğretmişti bana.

Araba toprak bir yola saptı. Otomatik çelik kapılar geldiğimizi algılayarak iki yana açıldı. Kısa patikayı kat ettik. Soyadımıza uygun kılınması için senelerce uğraşılmış, sayısız tadilata maruz kalmış malikânenin önüne geldik.

Babam motoru kapattığı anda kâhya mutfak kapısından dışarı fırladı. Koşar adımlarla yanımıza yetişip bagajdaki valizleri yüklendi. Banaysa geçmiş olsun dileklerini doğradığı sözcük salatasından bir kaşık ikram ediverdi.

Malikâneye kadar yürüyorken yan yana sıralanmış en az yirmi tane son model arabanın arasından geçmiştik. Henüz biz bile evimizin dört duvarı arasına sığınmamışken kaza haberini alan eş- dost- akraba temelli Bermuda Şeytan Üçgeni mensubu olan konuklarımız eve bizden önce yerleşmiş gibi görünüyordu.

Malikâneye tırmanan, devasa beton sütunlarla korunan mermer basamakları çıktık. Ağır, ahşap kapısının ötesine adımladık. Anne ve babam doğruca salona geçmişti.

Salona geçmeye katiyen niyetim yoktu. Ama kapıdan kapma dürtüsünün beni rahatsız etmesine karşı koyamamıştım. Salona yaklaştım, eşikte kalıp taştan bir heykelin ardına saklandım. İçeriye göz attım.

Salonu dolduran kalabalık, hep bir ağızdan, “Geçmiş olsun,” diyordu. “Duyduğumuzda çok korktuk.”

“Duyduğumuzda çok üzüldük.”

Konukların söylemleri üzgündü. Süslü kıyafetleri, kibirli tavırları, samimiyetsiz fikirleriyle… Ne denli üzgün oldukları tartışmaya açıktı elbette. Her biri, babamın camdan şatosuna tapmaya niyetli kimsesizlerdi. Bu insanlar kimsesizdi; camdan şatonun bin bir suretteki kimsesizler.

Arkamı döndüm. Odama yürüdüm. “Ben buraya ait değilim.”

 

BİRİNCİ HAFTA

Uyum sürecinin tamamlanması bir haftaya tekabül ederdi. Bir haftanın sonunda çatlak yumurtalar kendini belli eder ve bozulma evresine geçilirdi. Tam da kuralda olduğu gibi bir hafta boyunca kukla yapmıştım kendimi. İplerim, anne ve babamın müdahalesindeydi.

Saat gecenin üçünü gösteriyorken odamdaki abajurun ışığını açtım. Malikânede derin bir sessizlik dolaşıyordu. Onu sırtlandım. Dolabımı açtım. Siyah bir pantolonla aynı renkte bir tişörtü üstüme geçirdim. Saçlarımı salaş bir topuz haline getirdim.

Bir yandan etrafı dinliyor bir yandan da hızla hareket ediyordum.

Telefonumu arka cebime yerleştirdim. Üniversiteyi kazandığımda bana alınan ancak kullanmaya fırsat bulamadığım arabanın anahtarını hatıra kutumun güvenli limanından çekip çıkarttım.

Geniş pencereleri örten tülleri iki yana sıyırdım. İplerimi kesmeye hazırdım. Pencereyi açıp bacaklarımı aşağıdaki boşluğa sarkıttım. Duvara işlenmiş kabartma desenlerini aracı olarak kullanıp odamın yüksekliğinden yere indim. Ayakkabılarımın tabanı zeminde buluşur buluşmaz garaja doğru koşmaya giriştim.

Mecnun Leyla’ya olan aşkından ötürü dağları delmiş olabilirdi. Bende korkutucu babamın etrafıma ördüğü güvenlik duvarını deliyordum ya… İkisi de aynı şey miydi, an azından ileride anlatılacak bir destana konu olabilecek kadar?

 

Camın önünde ona söz verdiğim andan bu yana çok zaman geçmişti. Fakat Kıvanç, hareketsiz halinden hiç mi hiç vazgeçmemişti.

Odaya girdikten sonra kapıyı –ses çıkartmasından çekinerek- kapattım. Işık açıp da buradaki varlığımı açık etmeye, etrafa çökmüş karanlığı bölmeye yanaşmadım. Tüy kadar hafif adımlarla yatağa yaklaştım. Eğildim, dizlerimi yere koyup ellerini ellerimle sardım.

“Şu haline bak!”

“Bembeyaz görünüyorsun.”

“Bu kadar beyaz olmak sana hiç yakışmıyor.”

“Uyanık olsaydın seninle alay ederdim. Sonra yüzüne bir ayna tutardım. Kim bilir, belki sen de kendinle alay ederdin.”

“Çünkü alay edilecek durumdasın.”

“Alay… Halimize bir bak. Resmen alay konusu olduk. Uzaktan bakan kaç kişiyi eğlendiriyoruz acaba, kaç kişi bizimle alay ediyor acaba…”

“Acilen gözlerini açman gerekiyor, Avukat Bey. Kimsenin eğlence mezesi ya da alay gerekçesi olmak istemiyorum, duydun mu?”

Ellerimin arasındaki ellerini bütün kuvvetimle sıktım. “Beni duymak zorundasın.”

Aksinden ziyade beni duyduğuna inanmam gerekiyordu. Ona ve zihninde dönen düşlere bir şekilde ulaşmam gerekiyordu. Dört yanı kanlı bu mücadelede beni desteksiz koyamazdı. Uyanması gerekiyordu.

Dudaklarımı ellerine bastırdım. Cildine hükmeden soğukluk, iyi bir vaziyetin alametifarikası değildi şüphesiz. Buna rağmen kendimi tüm peri masallarının mutlu bittiğine inandırdım.

“Tenindeki beyazlığın tek amacı seni aciz ve çirkin göstermek.”

“Başarılı da oluyor.”

“Ama hâlâ buradasın…” elini kaldırıp şakağıma dokundurdum. “Bunca çirkinliğine ve acizliğine rağmen hâlâ aklımdasın.”

“Babam sana takıntılı olduğumu söylüyor. Takıntılı ve saplantılı… Ne fark eder ki, ikisi de senin duygularıma kurduğun krallığı sarsmıyor.”

Dizlerimi yerden ayırdım. Ellerimi belime yerleştirip çenemi koz paylaşır gibi yukarıya kaldırdım. Durumun artılarını ve eksilerini bir kefeye doldurup sırası ile tartabilirdim. Ağırlığı fazla gelene seçenekle de gelecek planlarımı idame ettirirdim. Eğer mantığımı yitirecek kadar fazla seviyor olmasaydım.

“Ortaçağ’da olsaydık seni büyücü olmakla suçlardım.”

“Beni lanetlemiş olmalısın.”

“Yalvarırım uyan ve bana gerçekte ne yaptığını söyle.”

“Sensizliğe dayanamayacak gibi hissetmemin makul olduğunu söyle.”

 

ÜÇÜNCÜ HAFTA

Evden kaçmayı, hastane odasına sığınmayı huy edinmiştim. Ne gündüz ne gece… Koşullardan herhangi biri durdurmuyordu beni. İşte, yeniden buradaydım, şimdi.

Arabanın farlarını kapattım. Babam tarafından psikolojik baskı ile –en başta- arabaya binmemin zorlanmasının akabinde, artık, dört tekerli bu icadın içinde yolculuk yapmak daha kolay gelir olmuştu.

Kapıyı açıp çıktım. Otoparkı birbirine dolaşan adımlarımla terk ettim. Hastaneye girip danışma masasını geçtim. Tüm hızıma rağmen asansöre yetişememiştim. Ben, üstüne doğru koşuyorken –içeriden kimse tutma zahmetine girmediği için- çelik kapılar kayarak kapandı.

Avucumu kapının yüzeyine çarptım. “Görgüsüzler.”

Soluksuz kalacağımın gayet net bilinciyle merdivenlere atılıp yedi katı süratle çıktım.

 

“Düşündüm ve taşındım. İnsanlık olarak kabullenmek kavramını çok yanlış kullandığımızı anladım.”

“Kabullenmek diye bir şey yok.”

“İnsan sadece alışıyor.”

“Mesela ben alıştım, biliyor musun? Her gün buraya gelmeye, güneşi buradan evine göndermeye, seninle konuşmaya, benimle konuşmamana ve her gelişimde seni beyazlar içinde görmeye alıştım.”

“Of, Kıvanç, ya,” Yüzümü avuçlarımın arasına çektim. Alnımı, gerginliğimin sırtımı sıvazlamasıyla ovuşturdum. “Sen beni beyazlar içinde gördüğünde bu pazarlık bitmeliydi. Neden bana özeniyorsun, neden devamlı olarak görüme beyazlar içinde görünüyorsun? Neden?”

Parmaklarımın ucunu kolu boyunca yürüttüm. “Evimize gitmiyorum.”

“Evet, doğru duydun. Hiç gitmiyorum.”

“Sen yanımda yokken o kapıdan içeriye adım atmayacağım.”

“Babamın evinde kalmamdan nefret edersin. Sana meydan okuyorum, duydun mu?”

“Ya uyanıp beni babamın evinden alırsın ya da nefretinden çatlarsın.”

 

BEŞİNCİ HAFTA

Yanına ilk girdiğimde hissedilir olan kokusu yitip giden mühletin çevirdiği bir oyunda kaybolmuştu. Yatağının yanına, yere oturdum. Parfümlerini saklamayı akıl etmediğim için kendime kızıp durdum.

“Hukuk fakültesinde aylak aylak gezdiğin bir vakitte seni tanımak isterdim.”

“Belki o zaman başına gelen tüm talihsizlikleri tersine çevirebilirdim.”

Başımı pütürlü duvara yasladım. Ona baktım. Doyulamayacak kadar güzel gözüküyordu. Ondan önceki çorak yaşantım pençelerini omzuma geçirmiş, beni eskiye döndürmeye çalışıyorken önümde uzanan güzelliğe sahiden direnmem bekleniyordu.

“Müvekkillerin beni arıyor. Bıkmadan, usanmadan günaşırı beni arıyorlar.”

“Küfür edip telefonu yüzlerine kapatmayı istiyorum ama yapamıyorum.”

“Çünkü senden vazgeçmiyor oluşlarını seviyorum.”

“Kaybetmelerine sebep olduğun yüzlerce davaya rağmen senden vazgeçmiyorlar.”

“Ben de senden vazgeçmeyeceğim.”

“Asla.”

 

YEDİNCİ HAFTA

Ailesi yanına uğruyor muydu? Durumu ile alakadar oluyorlar mıydı? Doktorlardan bilgi almaya tenezzül ediyorlar mıydı, bilmiyordum. Buraya gelip gittiğim günler boyunca onlara bir kez bile rastlamamıştım. Yedi hafta boyunca bir kez bile rastlamamıştım.

Kıvanç’ın istenmeyen evlat olduğu bir gerçekti. İstenmediğini ona ve onunla birlikte bana da açık açık belgelemişlerdi. Yine de… Ölümle yaşam arasındayken bir şeylerin değişmesi gerekmez miydi?

“Yoğun bakım ünitesinin koridorları ağlayan hasta yakınlarıyla dolu.”

“Onlara imreniyorum. Neden, biliyor musun?”

“Çünkü ben ağlayamıyorum. Deniyorum. Ama yapamıyorum. Ağlayamıyorum artık. Galiba ağlayamamak, alışkanlığın yan etkisi.”

Yanaklarına dokundum nazikçe. “Haberlerde okudum. Gece yarısı meteor yağmuru varmış.”

“Bir zahmet gözlerini açmış olsaydın dilek tutma yarışı yapardık. Ve ben seni yine yenerdim.”

“Ah, Avukat Bey…” Parmaklarımın ucuyla kirpiklerini sevdim usulca. “Yenilmene bayılıyorum.”

Yüzüyle hasret gidermeyi bırakabildiğimde kollarımı göğsümde kavuşturdum ve ona enerji kaynağı olan makinaya yaslandım. “Ayrıca seninle ilgilenen doktorun tıp fakültesini bitirdiğinden şüpheliyim.”

“Durumu stabil demek dışında tek bir cümle kuramıyor.”

 

DOKUZUNCU HAFTA

Yoğun bakım ünitesi benim yeni meskenimdi. Babamın ruhunu aldattığım her anda buraya yetişiyordum itinayla.

Bu defa elim boş gelmemiştim. Onun en sevdiği yaz meyvesi, bir kap çilek dizlerimin üzerindeydi. Odadaki tekli koltukta oturuyordum. Ayakkabılarımı çıkartmış, ayaklarımı yatağın sonuna –onun ayaklarının yamacına- uzatmıştım. Bir yandan çilek yiyor bir yandan da Romeo ve Juliet’i anlatan satırları sil baştan hatmediyordum.

“Görüyorsun ya, Shakespeare okuyacağım.”

“Ama şansına küs. Sesli okumayacağım.”

“Beni Shakespeare okurken duymak istiyorsan gözlerini açacaksın. O kadar söylüyorum sana.”

“Evet, tehditse tehdit. Seni tehdit ediyorum.”

Kitabı okumayı tamamladığımda ayaklarımı topladım. Boşalmış çilek kabını yere koyup ayağa kalktım. Hasta yatağının en yakınına yaklaştım. Üzerine doğru eğildiğimde önüme dökülen saçlarım ona dokunmuştu. İster istemez tebessüm ettim. Saçlarıma bayıldığı ile ilgili söylemlerini kim bilir kaç kez işitmiştim.

İşitmek… Onun sesini işitebilmek… Kulaklarımdan silinmeden evvel onu yeniden duyabilecek miydim?

Günlerdir aklımı kurcalayan bir garip peri masalı furyasına daha fazla karşı çıkamıyordum artık. Biraz daha eğildim. Çocuksu olduğunu bile bile, dudaklarımı dudaklarına bastırarak dinlendirdim. Dudakları kuruydu. Soğuk, çatlak, can yoksunu…

Hiçbir şey olmamış, lanet bozulmamıştı. Geri çekilip elimi alnına yerleştirdim. “Kurbağa Prens öpücüğü de işe yaramıyorsa… Fareli Köyün Kavalcısı’nı bulup getirmem gerekecek sanırım.” Sıkıntılar içinde yüzümü sıvazladım. “İşim sihirli bir kavala kaldı resmen.”

Dışarda volta atan hareketlilik, Fareli Köyün Kavalcısı hakkında ne biliyorsam irdelememe izin vermedi. Başımı kaldırıp çizgili camın ardındaki koridoru görmeye çalıştım. Birileri dışarıda dolaşıyordu. Ailesi nihayet ziyaretine gelmeye karar vermiş olabilir miydi?

Tedirginlik elimi ayağımı dolaştırıyorken camın önüne kadar gittim. Makinelerin arasındaki bir çıkıntıya –saklandığıma inandığım biçimde- yerleştim. Bakışlarımı kısıp koridoru daha açıkça görmeye uğraştım.

Hemşire bankosunun karşısında bir adam vardı. Birilerini bekliyor gibiydi. Etrafına bakınıyordu. Lacivert takım elbisesi ile epey hoş bir uyum yakalamış evrak çantasını sıkı sıkıya tutmuştu. Uzun boylu olduğu söylenebilirdi. Açık, kumral rengindeki saçları bilinçli bir şekilde ya da bilinçsizliğin neticesiymişçesine dağınıktı. Tabii söz konusu dağınıklık, tutamlarına bulaşmış parlaklığı asla yontmuyordu. Şu haliyle… Hastane ortamına tamamen tezattı.

Başını sağ tarafa çevirdi. Tanıdıklık hissi tam da o anda çıkagelip yüreğime ilişti.

Biçimli burnu, yumuşak hatlı çenesi… Arkama dönüp Kıvanç’ı kontrol ettim. Akabinde yeniden adama baktım. Görüntüsü, beynimin önceden depoladığı bir görüntüyle mükemmel şekilde eşleşiyordu.

Sertçe yutkunup elimi kalbimin üzerine bastırdım. “Sakin kal, Ahu. Sakin.”

Ben sakin kalmakla uğraşırken adam biraz daha dönüp yüzünün tamamını şeritli camdan yana çevirdi. Bana bakmamıştı lakin benim ona bakmam yetti.

“Kıvanç,” diyerek fısıldadım. Camın ötesinde duran, ondan başkası değildi. Ani bir hareketle arkama döndüm. Hâlâ hasta yatağındaydı. Öyleyse dışarıdaki kimdi? İkizi olmadığından fazlasıyla emindim. Yalnızca aptal bir abisi vardı. O kadar.

Parmaklarım hem titredi hem de az evvel ona dokunan uçları buz kesti. Makinaların arasından çıkıyorken bir şeylerin devrilmesine neden oldum. Durup neyi devirdiğimi göremedim, görmedim.

Korku, heyecan, endişe… Üçü bir olup midemi bulandırdı. Odadan dışarı çıktım. Hemşire bankosu istikametinde adeta koştum. Benim hareketimle birlikte o da hareket etmeye başlamıştı. Durması için seslendim, “Kıvanç.” Durmadı. Ben bankoya varıncaya kadar orayı terk etmişti.

Alışmanın yan etki olması ile ilgili saçma teorimi çürütürcesine, gözyaşlarım yere süzülüyorken bankoya tutunup soluklanmayı denedim. Çılgınlar gibi çevreyi inceledim. Ve yeniden görüş açıma girdi. Koridor boyunca yürüyordu. Tam peşine takılacağım esnada güçlü bir el, kolumu yakaladı. “Senin ne işin var burada?”

“Bırak beni, baba.”

Bırakmadı. Kolunu omzuma sarıp beni kendisine çekti. “Derhal eve gidiyoruz.”

“Gidemem. Görmüyor musun?” diyerek bağırdım. Hâlâ koridorda gözüken kişiyi işaret ettim. “Kıvanç, orada.”

Babam bir an için sahiden işaretimi dikkate almıştı. Ben elinden kurtulmak için diretiyorken o, beni olduğum yere çiviledi. “Orada kimse yok, Ahu.”

 

Elimi camdan ayırdım. Bu kez de sırtımı cama yasladım. Cam boyunca kayarak yere oturdum. Dizlerimi kendime çekip başımı da dizlerimin üzerine bıraktım. Babam beni buraya Kıvanç’ın gerçek halinin komada olduğunu bileyim, bundan şüpheye düşmeyeyim diye getirmişti. O gün koridorda kimseyi görmediğime inanıyordu. Ona göre Kıvanç’ın haline dayanamamış, üzüntüden hayaller görmeye başlamıştım. Ancak yanılıyordu. Hayaller görseydim bunu anlardım.

Nasıl olduğunu açıklayamasam da hayal değildi. Kıvanç’tan iki tane vardı. Bir tanesi benim evlendiğim adamdı. Beni seven adam. Beni hatırlayan adam. Şu anda komada olan adam. Diğeri ise hayatında hiç var olmadığım adamdı. Beni sevmeyen adam. Beni hatırlamayan adam. Ancak şu anda gayet sağlıklı olan adam.

Başımı avuçlarımın arasına aldım. “Gerçekten çıldırıyor olamam.”

Adliyede onu gördüğüm an gerçekti. Bana selam veren güvenlik görevlisi gerçekti. Neler olduğunu açıklayamıyordum fakat bu yaşadığım şey gerçekti.

Cebimdeki telefon titredi. Cebimden uyarı geldiğini fark ettiğim anda kendimi sorgulamayı bıraktım. Yüzümü rastgele kuruladım. Pantolonumun cebinden ekranı kırık cihazı çıkarttım. Gelen yeni mesaj bildiriminin üzerine tıkladım.

Avukat Bey: Bana yardım et, Ahu.

Başımı telefon ekranından kaldırıp hasta yatağında yatan Kıvanç’a baktım. Bana mesaj atamayacak kadar kendinden geçmiş durumdaydı. Öte yandan onun beni tanımayan hali, bir mesajla yardım istiyordu benden.

Peki, bana kim yardım edecekti?

“Senden nasıl iki tane olabilir?”

Loading...
0%