@hayalrafya
|
Yaşlı’nın yerini tarif ettiği araba, ormanı çevreleyen duvarlardan yaklaşık beş yüz metre kadar uzaktaydı. Duvardan yere atlayışımın orantısız şiddeti bileğime yüklenmeme sebep olsa dahi kendimi koşmaya zorlamış, arabaya ulaşmıştım. Eski bir arabaydı. Yine de işlevseldi. Şoför koltuğuna geçip motoru çalıştırır çalıştırmaz yola çıkmıştım. Ezberimde yer tutmuş yegâne adrese doğru sürmüştüm arabayı. Babam tarafından akıl hastanesinde yatırılmıştım. Şimdi, babam tarafından yatırıldığım hastaneden –ona karşı gelerek- kaçıyordum. Lakin alışkındım çünkü bu, babamın iradesine ilk karşı çıkışım değildi. Yine de karşı gelişlerim içinde en tehlikelisinden bir tanesiydi. Hayatımın hemen her anında, Kıvanç’a ulaşabilmem için geçmem gereken –alt etmem gereken- bir bölüm sonu canavarı durmuştu hemen yanı başımda. Canavarı alt ettim, sona eriştim, artık bitti; rahat bir nefes alabilirim dediğim bütün seferlerde yeni bir zorlukla sınanmıştım. Şimdiki zorluksa en beteriydi. Zira bölüm sonu canavarım, bizzat, Kıvanç’ın zihniydi. Dakikalar sonra, kendimi ezberimdeki adreste bulduğumda saat sekize geliyordu. Hastanede akşam yemeği servisi çoktan bitmiş olmalıydı. Birazdan hasta bakıcılar ilaçları dağıtmak ve hastaların sakladığı şekerleri toplamak için odaları turlayacaktı. Yaşlı’nın ve tanımadığım kızın yokluğumun üstesinden hakkıyla gelebileceklerini umdum. Farları kapattım. Arabanın motorunu susturup dışarıya çıktım. Dışarıya çıktığım saniyede mavi ladin ve çam ağaçlarının kendine has keskin rayihası burnumu doldurmuştu. Bu ağaçları tam bir haftada seçmiştik. Bir hafta boyunca da söylediklerimize karşı çıkmayı huy seçmiş peyzaj mimarıyla da kavga etmiştik. Çakıl taşı kaplı yolda yürüdüm. Etraf ıssızdı. Çünkü ev, şehrin bir hayli uzağındaydı. Kalabalığa karışmaktan hoşlanmadığımız için –bilhassa şehirden uzakta- rahata erebileceğimize, birbirimize kalabileceğimize inanmıştık; üçüncü kişiler olmaksızın. İki katlı, yer yer gösterişten arındırılmış taş evin Osmanlı motifleri ile oyulmuş kalın ahşap kapısının önünde duraksadım. Yanımda anahtar yoktu. Babam evin anahtarını benden çalmıştı. Bu nedenle yedek anahtarı kullanmaya başvurmam gerekiyordu. Kapının iki yanına yerleştirilmiş, ayaklı, beton saksılardan sağ tarafta kalanına yöneldim. Parmaklarımı saksının toprağına gömdüm. Kısa bir uğraşın neticesinde yedek anahtarı bulmuştum. İliklerime kadar ürpermiş vaziyette, kapının kilidini açıp eve girdim; evime girdim, evimize girdim. Evin havası ağırdı. Yaşam belirtisinden bir hayli mahrum kalmıştı. Yoğun toz gözlerimi yaşartıyordu ya da ben sinek kanadından yağ misali çıkarttığım sebeplerle ağlamaya bahane arıyordum. Kapıyı arkamdan kapattım ancak girişten ileriye bir adım bile gidemedim. Kapının yanındaki duvara tutundum. Gözlerimi yumdum. Yaşlar, yine, yanaklarımı yıkadı. Geçmişten uzanan hayaletler dört bir yanımı sarıp sarmaladı. ♡
Ocakta, içindeki çorbayı canla başla çırpınıp kaynatmaya çalışan tencerenin içine biraz tuz ekledim. Aspiratörün sarı ışığı altında, turuncu renkli sıvının biraz daha kaynamasına izin verdim. Telefonumu tezgâhın kenarına bırakmıştım. Ekranında annem vardı. Görüntülü aramanın diğer ucundaydı. Yemek yapmama karşı katıksız bir öfke besliyordu. “Şu haline bak,” dedi küçümseyerek. Çorbanın hoş aromasını derin derin soludum, “Ne varmış halimde?” “Hiç –” yelpazesini kendine doğru salladı. Ne söyleyeceğini kestiremiyorken harfleri sekteye uğramıştı, “Ke-kendin gibi görünmüyorsun.” Annem yanılıyordu. Ben, kendimdeydim. Yalnızca o, beni olduğum halde göremiyordu. “Sadece, yemek yapıyorum, anne.” İşlemeli mendili ile olmayan gözyaşlarını kuruladı. Resmen, karşımda, benim için ağıt yakıyordu. “Sen yemek yapacak bir kız değildin, Ahu.” Çorbanın dalgalanarak tüten buharının arkasından telefon ekranıyla bir sıkılganlık hali içerisinde muhatap oldum, “Yemek yapmak iğrenç bir şeymiş gibi konuşuyorsun.” Gibi demek az kalırdı. Annem için yemek yapmak düpedüz berbattı. Çünkü ömrünün bütün evrelerinde onun için yemek yapan birileri olmuştu. Ve onun için her kim yemek yapıyorsa onun statüsü anneminki ile yarışamayacak kadar düşüktü. Şimdi, beni, ezerek baktığı insanların yaptığı bir eylemin başında görmeye tahammül edemiyordu. Dayanamadığının altını çizercesine yüzünü buruşturdu. “Onun için yemek yaptığına inanamıyorum.” Tabii ki inanamayacaktı. Kendi babam için bir bardak su dahi getirmemişti. “Sana sunduğumuz hayatı reddettiğine inanamıyorum, Ahu.” Ne babam ne de annem… Kıvanç’ın yanında olmamı bir türlü kabul edemiyordu. Onlara ihanet etmişim gibi davranıyorlardı. Bana umutsuz bir vakaymışım gibi muamele ediyorlardı. Eğer bir kardeşim olsaydı tüm umutlarını bana bağlamazlardı Çorbayı karıştırdığım tahta kaşığı tencerenin içinden çıkarttım. “Onu seviyorum anne,” açıklamam bu kadar basitti işte. Basit ve net. “Sevgiymiş,” dedi annem tükürürcesine. “Büyü yapmışlar sana, Ahu. Büyü.” Tercihlerimi anneme karşı korumaya devam edeceğim sırada tiz zil sesi evin içinde yankılanmıştı. Tencerenin altını kapatıp mutfak kapısından görünen koridora doğru döndüm. Yüzümü ondan başka bir yöne çevirdiğimi fark eden annem sordu, “Ne oldu?” büyük ihtimalle zil sesini duymamıştı. Kocaman gülümsedim, “Geldi.” Annem, “Kim?” diyerek bağırdı. Oysa kimin geldiğini gayet iyi biliyordu. Telefonu elime aldım. Aramayı sonlandırmadan önce sorusunu yanıtladım, “Damadın.” Çabuk hareketlerle mutfaktan çıktım. Zili çalmış olsa da kapıyı kendisi açmıştı. Mutfağı tamamen terk ettiğimde koridora girmişti bile. Bekliyordu. Elinde bir demet siyah gül vardı. Gül demetini yüzünün hizasında havaya kaldırmıştı. “Hoş geldin,” dedim. Ancak elindeki gül demetini yüzünün önünden çekmedi. “Sana gül aldım.” “Görüyorum.” Birkaç adım atarak ona doğru yaklaştım. “Görüyorum da… Güllerin arkasına saklanıyor gibisin.” “Çok güzel kokuyorlar” “Güllerin arkasına neden saklanıyorsun?” Gül demetini yüzüne doğru biraz daha bastırması gözümden kaçmayan detaydı. Çünkü onu dikkatlice inceliyordum. “Beğendin mi?” diye sorarak beni tamamen duymazdan geldiğini belirtti. Aramızdaki mesafeyi kattım. Gül demetini tutan elinin üzerine elimi koydum. Soğuk teni, tenimdeki sıcaklıkla beraber gevşedi. Parmaklarımı daha sıkı sardım elinin etrafına ve gül demetini ondan uzaklaştırmayı denedim. “Çek şunları yüzünden, Kıvanç.” Çekmedi. Kendince, konuyu değiştirmeye ant içmişti sanki. “Aslında kırmızı alacaktım. Ama siyah güllerin çekimine dayanamıyorsun.” O böyle yaptıkça endişem katlanıyordu. Kaba kuvvette başvurmaya karar verdim. Gül demetini hızla çekerek elinden aldım. Güllerin çekilmesi ile beraber yüzü açığa çıkmıştı. Ve yüzünde gördüğüm manzara, şaşkınlık çukuruna gömülmeme yetti Zira yüzü kan revan içindeydi; bir harbin sembolü gibiydi. Kaşı patlamış, dudağının kenarındaki kan kuruyarak birikmişti. Boynu ve yanakları morluklarla bezeliydi. Burnunun üzerine ise yarım ay şeklinde derin bir kesik vardı. Kalbim tekledi. Aldığım nefesleri bir bir yitirdim. Korku, biraz önce paylaştığımız ısıyı tenimden buharlaştırdı. Dokunmaya çekindiğim yüzünü mahvetmişlerdi. Gül demetini daha fazla tutamadım. Elimden kayıp yere düştü. “Ne yaptılar sana?” diye sordum. Sesim, fırtınaya göğüs germeyi görev bilmiş bir yaprağın çaresiz gücüyle öncülük etmişti sözlerime. Bakışlarını benden kaçırdı. Yerde yatan gül demetine daldı. “Beğenilmeyecek gibi değiller, değil mi?” beni telaşlandırmamak için mevzuyu dalgaya alıyordu. “Kıvanç, çıldırtma beni.” dişlerimi birbirine bastırdım. Asla sakin kalamadım. “Ne oldu sana, kim yaptı bunu?” Koluna astığı cübbesini vestiyere doğru fırlattı. Hareketlerinden dolu dolu yorgunluk akıyordu. Kanla renklenmiş, artık beyazlıktan eserin kalmadığı gömleğinin birkaç düğmesini açtı. Boynuna doladığı kravatı çekip çıkarttı. “Endişelenme.” “Endişelenmeyeyim, öyle mi?” alnımı gerginlikle ovuşturdum. “Yüzünün ne hale geldiğinden haberin var mı senin?” Kravatını sol elindeki yaranın etrafına sardı. Dengesiz adımlarını bana bütünüyle yaklaştırdı. Sağ kolunu belime doladı ve sarsak hamlelerle beni kendine yasladı. “Ne olduysa oldu. Sen sonuca bak, güzelim…” başını hafifçe eğdi. Silik bir dokunuşla, dudağını dudağıma sürttü. “Hâlâ yaşıyorum.” Maalesef der gibiydi. Maalesef, hâlâ yaşıyorum. Beni öpmeye yeltendi. Beni öpmemesi için çenesini tuttum. “Bana ne olduğunu anlat.” Gülümseyen yüzüne doğru sertçe çıkıştım, “Derhal.” Burnu, burnuma dokundu. Gülümsemesi, yaralarını belirginleştirerek her santimine ayrı bağımlı olduğum yüzündeki yerini korudu. “Kurduğun otoriteye bayılıyorum,” diyerek mırıldandı. “Kıvanç,” adını zikrederken hem fısıldıyor hem de yalvarıyordum. “Lütfen. Sabrımı tüketmek üzereyim.” Bana sarıldı. Öyle sıkı sarılmıştı ki kemiklerim kırılacak sandım. “Dayak yedim.” “Görüyorum.” Duygusal ya da çabuk etkilenen birisi değildim. Yine de ağlamamın önüne engel çekemedim. Parmak uçlarımda yükselerek boyuna yetiştim. Bana sarılışına karşılık verdim. “Lanet olsun, görüyorum.” Avucumun içini ensesine bastırdım. “Neden, ne oldu?” Dinlenir gibi çenesini omzumun üstüne bıraktı. “Bugünkü davayı kaybedince…” parmakları belimi okşuyordu usul usul. “Müvekkilimin yakınları biraz sinirlendi.” “Biraz mı?” “Biraz.” Dudaklarımı boynuna bastırdım; boynunu mesken tutmuş morluklara. Sıktığı parfümün üzerine sinmiş kokusuyla mest olmak beni mahvediyordu. Acılar içinde onu sevmek bünyeme iyi gelmiyordu. Kıvanç, zararlı olduğunu bildiğim bir uyuşturucuydu. Ondan koparsam ölecek, onunla kalırsam da yaşayamayacaktım. “Bitik durumdayım, Ahu,” diyerek itiraf etti. Ses tonunu öylesine fazla kısmıştı ki kulağıma doğru konuşuyor olmasa onu katiyen duyamazdım. “Dibi boylamış vaziyetteyim.” Yanağını yanağıma yasladı. Destek almaya epey muhtaçtı. “Böyle devam ederse…” Ona sarılmaya ara verdim. Kollarımı bedeninden uzaklaştırmamıştım ancak içimi burkan yüzünü görebileyim diye geriye çekildim. “Gözlerime bak, Kıvanç.” Sözlerime itaat etmekte gecikmedi. Gözleri, gözlerimi daimi rotası bildi. Tatlı yeşillerine baktım. Yeşillerini parlatan altın renkli noktaların çevresini titreten hüznü seyre daldım. Yaralarına rağmen, devamlı mutsuz giden hayatına rağmen ona doyum olmuyordu. Ona bir türlü doyamıyor; ömrümün sonuna değin ona maruz kalmak istiyordum. “Böyle devam ederse,” diyerek tekrarladı. Çenesini kasıyor sıkıntısını örtmeyi deniyordu. “Yakında barodan ihraç edileceğim.” Nedeni açıktı. Kaybettiği davalar sebebiyle. Mağdur olan müvekkilleri onu şikâyet ediyordu. Sürekli. “Babandan,” dedim. “Abinden yardım istesen.” Yine güldü. Lakin bu kez –konuyla değil- direkt kendisiyle dalga geçiyordu gülüşü. “Abim başarılarını paylaşmayı sevmez, biliyorsun.” Kravatla sardığı elini saçlarımın arasına daldırdı. Sarı tutamlarımın kravatın kumaşı ile elektriklenerek parmakları arasından kayıp gidişine odaklandı. “Yardım istemek için bir kez daha yanına gidersem…” yeni baştan gülümsedi. “Babam büyük ihtimalle beni evlatlıktan reddeder.” Ailesinin ona yaptığı muamele en tescilli işkence yöntemlerinden bile beterdi. Sırf onu dertlerinden sıyırabilmek için uzak olasılığı dile getirdim, “İstersen babamla konuşuruz.” “Baban,” dedi baygın tavrıyla. Dudaklarını boynuma dokundurduğunda bu defa gözlerimi kapattım, beni öpmesine izin verdim. Her bir öpüşünün arasında verdiği kısa molalarda konuştu, “Derimi yüzeceğimi söylesem… Baban ancak o zaman bana yardım eder.” Tırnaklarımın canını yakmasını önemsemedim. Parmaklarımı ensesine bastırarak tutundum ona. “Mutsuz olmandan nefret ediyorum.” Boynumun her yanını, kulağımın arkasını, yanaklarımı ve alt dudağımın kenarını defalarca kes –tüy narinliğinde dokunuşlarıyla- öptü. “Ahu…” “Kıvanç…” adı, telaffuz etmeye müptela olduğum en paha biçilmez yankıydı. “Günün birinde beni bırakıp gitmek istersen sana kızmam.” İşe yaramaz olduğunu düşündüğü için, işe yaramaz olduğu düşüncesi toplum tarafından ona dayatıldığı için böyle konuşuyordu. Oysa beni yaşama bağlayan bir tek oydu. “Aptal…” ensesindeki kısacık saçları çekiştirdim. “Dünya başımıza yıkılsa bile seni bırakmam ben.” Tenime doğru gülümsediğini, dudaklarının nihayet içtenlikle yukarıya kıvrıldığını hissettim. “Haydi,” onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. “Yüzüne pansuman yapalım.” Başını iki yana salladı. Hareketiyle beraber boynuma sürtünün saçlarının ön kısmı tenimi kaşındırmıştı. “İstemiyorum.” Ve uzaklaşma çabalarımı nötrledi. “Peki,” diyerek ona uyum sağladım. “Ne istiyorsun, Kıvanç?” “Bugünü unutmama yardım etmeni.” “Nasıl yapacağım bunu?” Hafifçe geri çekildi. Beni kendisi ile beraber ilerletti. Sırtımı kapının yanındaki duvara yaslar yaslamaz tüm ağırlığını üzerime yüklemişti. “Sarhoş olsana benimle…” Boğuk sesi, yeşilin en karanlık tonundaki gözleri ve yorgun tavrıyla oldukça davetkârdı teklifi. Zaten Kıvanç reddi imkânsız davetlerin kalbimdeki tek mimarıydı. ♡
Muhtemelen geceyi burada geçirme kararım yanlıştı. Çünkü bunca hatıranın içinde gecenin geçmeyeceği aşikârdı. Hiçbir ışığı açmadım. Ağırlığındaki bacaklarımı güç bela çalıştırarak üst kata çıktım. Yatak odamıza girdim. Devamlı olarak yattığım tarafa değil, onun devamlı olarak yattığı tarafa yattım. Kokusunu içine hapsetmiş yastığına sarıldım. Komodinin üzerinde duran –camı tozla perdelenmiş- çerçevenin açısını bana bakacak şekilde çevirdim. Çerçeve ikimize ait bir fotoğrafı taşıyordu. Geçmişteki bir yaz tatilinden anı kalmış fotoğrafı. Belki de onu sürükleyerek buraya getirsem olanı biteni ışık hızında hatırlar, hafızasına tekrar kavuşurdu. Ya da hatırlayamadıklarının yükü aklını kaçırmasına sebep olurdu. Cebimdeki ekranı çatlak telefonu çıkarttım. Shakespeare’den bir alıntıyla ona iyi geceler dilediğimi belirten mesajı yazdım; Siz: Binlerce kez iyi geceler sana! Ancak ne kadar beklersem bekleyeyim mesajıma cevap vermedi. Mesajım telefonun çatlak ekranında öylece bekledi. Eskiden olsa kolunu belime sarar, yüzünü saçlarımın arasına gömer, uyku ile uyanıklık arasındaki o ince çizgide, her koşulda yanıt verirdi bana. ‘Binlerce kez beter olsun gece, senin ışığın yoksa.’ Tabii, eskiden olsa… |
0% |