@hayalrafya
|
Rehber’in masasında Mısır Piramitleri’ne ait minik, alçıdan yapılmış figürler vardı. O, önündeki deftere benim hakkımdaki tespitlerini karalıyorken bakışlarımı kıstım ve piramitlerin isimlerini sessizce tekrarlamaya koyuldum: Basamak, Gize, Keops, Mikerinos, Kefren, Sfenks, Zoser – “Haydi, biraz da hislerinden konuşalım,” dedi Rehber ansızın. Tamamen piramitlere odaklandığım için konuşmaya başladığı anda hazırlıksız yakalanarak irkilmiştim. Kapağını açıp kattığı mürekkepli kalemin beyaz sayfa üzerinde bıraktığı ufak noktacıkları saymaya verdim kendimi. “Hislerimin nereye çıktığını biliyorsun.” Ağır ağır başını salladı. “Nereye değil, kime demeliyiz belki de.” “Evet, birisine. Çünkü benim hislerim bir insandan ibaret.” “Bana o insanı anlat.” Tırnaklarımı avuçlarıma batırdım. Tenimin kanlanmasını umursamadım. Kıskançlık, kıskaçlarını damarlarıma geçirmişti, yine. “Dönüp dolaşıp konuyu aynı yere getiriyorsun.” Masanın üzerinden ona doğru eğildim. Öldürücü bir tavır takınmayı ihmal etmemiştim. “Söylesene Rehber, sen Avukat’tan hoşlanıyor musun?” Beter halde âşık olduğumuz insanları neden kendimize saklayamıyorduk ki? “Kafanın içindekileri tartışabilelim diye her gün bu odada buluşuyoruz,” dedi Rehber. “Ve senin kafanın içinde tek bir konu var. Sence de dönüp dolaşıp o konuya gelmem normal değil mi?” Sırtımı oturduğum sandalyeye yasladım. Küskün bir ifade ile kollarımı göğsümde bağladım. “Onu seninle paylaşmayacağım.” “Onu benimle paylaşmanı istemiyorum. En azından fiziksel anlamda.” “Onu benden alamazsın da.” “Onu senden almak gibi bir niyetim yok, Ahu.” Sözleri katiyen samimiyet içermiyordu. “Öyleyse neden bazı anlarda ona âşıkmış gibi bakıyorsun? Ben anlattıkça dalıp dalıp gidiyorsun.” “Sadece…” Ne diyeceğini kestiremezmiş gibi bocaladı bir süre. “Sadece… Seni dinliyorum.” Sen onu benim külahıma anlat! İşaret parmağımı ona doğru salladım. “Sen, Avukat’la ilgili hayaller kuruyorsun.” “Kendini bu düşüncelerle hırpalama.” Oysa benim kendime bir şey yaptığım yoktu. Tüm insanlık birlik olmuş hem Avukat’ı hem beni hırpalıyordu. Ancak fatura yine benim adıma kesiliyor, hesabı ödemesi de Avukat’a kalıyordu. “Yaptığın bu terapilerin stresten kurtarması gerekmiyor muydu? Ben neden daha fazla stres oluyorum acaba?” “Avukat’a karşı hiçbir his beslemiyorum, Ahu. Bana güven.” En çok da bana güven nidaları atanlardan korkmak gerekirdi ya. “Babamın tuttuğu adamlara güvenmem,” dedim. “Öyleyse güveniyormuş gibi yap.” “Bir psikiyatrın bu öğütlemesi doğru mu?” Oturduğu yerde rahatsızlıkla kıpırdandı. Sandalyesini sağa ve sola döndürdü. Konuşmadan önceyse boğazını temizlemişti, “Başlayalım artık.” “İlla ki anlattıracaksın.” “Anlatmazsan eğer bu çemberin içinde dönüp dururuz. Benim için hava hoş.” Alayla güldüm. “Ben paramı alır giderim diyen öğretmenlere benziyorsun.” Defterine bir şeyler yazdı. Büyük ihtimalle hakkımda atıp tuttuklarını içeren bir düzyazı ustasıydı. “Anlat, Ahu.” Pes ettim. Aksi takdirde yakamdan düşmeyecekti. Babam ona dolgun bir ödeme yapıyor olmalıydı. Tartışmaktan ziyade Avukat’ın dâhil olduğu geçmiş anımı ona anlatıp geçmişte de olsa onu yaşayabilmenin az biraz keyfine varmak istedim. “Hangi kısmı anlatacağım?” “En başını,” diyerek beni yönlendirdi. “Ama bana gerçek Avukat’ı anlat. Hayalindekini değil.” “Onu hayal etmiyorum.” “Pekâlâ… Bana ilk Avukat’ı anlat, Ahu. İkincisini değil. Bana en başta onu nasıl kaybettiğini anlat. Bana buraya gelmene sebep olan adamı anlat. Seni hatırlamayan adamı değil.” Başımı geriye yatırdım. Parmaklarımı piramit figürlerinin tepesindeki sivri kısma bastırdım. Sonra da anlatmaya başladım. Bir varmış bir yokmuş… ⚖
beş ay önce.. BİRİNCİ SAAT Kalp, eşini bulduğunda atmayı bırakır; saklı arzusunu yoldaşına aktarırdı. Bundan böyle sahibi olduğu beden için değil, sevgisine hedef saydığı beden için çırpınır; onu hayatta tutmak adına kendini paralardı. “Durumu nasıl?” diye sordu bir ses. Tanıdıktı. Büyük ihtimalle annemin sesiydi. “Kalp atışları normale döndü,” diyerek cevap verdi bir başkası ona. “Verdiğimiz ilaçların etkisi neredeyse geçmek üzere. Merak etmeyin, her an uyanabilir.” Annemin yanımda olduğundan emindim. Ancak annemin yanında olan kişinin kim olduğu hakkında olası herhangi bir tahminim yoktu. Yapılan konuşmadan yola çıkmam gerekirse; muhatabı bir doktor muydu? Belki. Eğer öyleyse kimin hakkında konuşuyorlardı? Kimin durumunu masaya yatırmışlardı? Yoksa ben miydim o kişi? Benim hakkımda mı konuşuyorlardı? Bunun doğru olması imkânsızdı. Benim kalp atışlarım nasıl normale dönmüş olabilirdi? Kalbim atmıyordu ki. Onunla tanıştığımdan beri, onu meydana getiren her bir detay hayatıma bulaştığından beri, kalbim benim için atmıyordu, sahi. Olanları anlamlandırabilmenin tek çözümü vardı; gözlerimi açmak. Birkaç defa –güç bela- yutkunarak boğazımdaki acı tattan yaka sıyırmayı denedim. Baştan ayağa tüm bedenim ağrılar içindeydi. Kolumu kaldırmayı geçtim, serçe parmağımı kıpırdatmamı sağlayacak kuvvet bile elini eteğini benden çekmişti. Kontrolüm dışında yüzümü buruşturdum. Gözlerimi ilk denememde aralayamadım. Sanki orta boyutlarda bir çift kaya gözkapaklarımın tepesine birer birer bırakılmış, beni ebedi karanlığa mahkûm etmişti. Havadaki oksijen burnuma girmemek konusunda diretiyorken kendimi nefes almaya endeksleyip yeniden denedim. “Uyanıyor,” diyerek ilan etti annem. Üzerime düşen karartısını hissetmiştim. “İyi misin, kızım?” Beşinci girişimimde, mühürlenmiş kirpiklerimi birbirinden ayırdım. Annemin, gözyaşları tarafından kızartılmış yüzüne baktım. “S-su verir misin?” sesim, telaffuz ettiğim her bir harfi rendelemiş, tonlamamın çatlamasına neden olmuştu. “Tabii,” dedi annem, telaşla. Yattığım yatağın başucundaki sürahiye uzandı. Büyükçe bir bardağı suyla dolduruyorken telaşından ötürü yere birkaç damla su saçmıştı. “Al,” ve azıcık doğrulmama yardım etti. Bedenim öylesine bitik bir vaziyetteydi ki yardımını reddedemezdim. Oda sıcaklığından nasibini almış suyu kana kana tükettim. Rahatlayan boğazım, gözlerimi açık tutabilmemdeki en büyük teşvikçimdi artık. Annem bardağı yerine koyuyorken etrafa bakındım. Her yer bembeyazdı. Havada garip bir koku devriyeye çıkmıştı. Sağ tarafımdaki makinenin dağıttığı bip sesleri kulak tırmalayıcı bir ritim tutturmuştu. Üstümdeki beyaz örtü, başımın altındaki neredeyse pamuksuz yastık, koluma giren iğnenin bağlı olduğu ince, şeffaf hortum, ince hortumun sonunda bekleyen serum torbası ve bana doğru yürüyen beyaz önlüklü, ürkütücü bir adam. Doktor elindeki dosyayı hemşireye verdi. Önlüğünün ön cebinden çekip aldığı ufak ışığı açtı. Gözlerimi teker teker kontrol etti. Burası bir hastaneydi. Bir hastane odasındaydım. Peki, kendimi nasıl olmuştu da burada bulmuştum? Ben buraya nasıl gelmiştim? Gözlerimi serbest bırakan doktor, anneme sağlık durumumla ilgili genel bilgi aktarımı yapıyorken onları dinlemeye odaklanamadım. Sadece düşündüm. Zihnimin derinliklerinde ipucu avına çıktım. En son… En son yalnız değildim. Yanımda birisi vardı; her sabah uyandığımda yüzünü gördüğüm birisi. Gül ve sigara aromalarından peyda olmuş kokusunun tenime sindiğinden emin olduğum birisi; gülüşünü izlerken sarhoş olduğum birisi, kalbimin öteki eşi. En son Kıvanç’la birlikteydim. Bir arabanın içindeydik. Camlar sonuna kadar açıktı. Yeni yeni başlayan yaz mevsiminin yumuşak sıcaklığı arabanın içini doldurup taşırıyor, saçlarımı uçuruyordu. İki yanı kavak ağaçlarıyla çevrelenmiş bir yolda ilerliyorduk. Radyoda şarkı çalıyordu. Belki, Mattiel. Tam olarak hatırlayamıyordum. Ancak kesinliğinin şüpheye yer bırakmadığı bir hatırım vardı: Yaptığımız araba yolcuğu keyifli olmaktan çok uzaktı. Radyoya eşlik eden, arabanın dışından yükselen, ikinci bir ses vardı. Silah sesleri. Peşimize silahlı adamlar takılmıştı. Ya onun ailesinin taktığı adamlardı ya da benim ailemin taktığı adamlar. Onlar dışında şu ana kadar peşimize hiç silahlı adam takılmamıştı. Kıvanç devamlı olarak gaza basıyordu. Ona yavaşlaması gerektiğini söylüyordum. Hayır, buna mecburdu. Parmakları direksiyonu şiddetle sıkıyordu. Parmak boğumlarını saran beyazlık, bedenindeki stresi dışa vuruyordu adeta. Tehlikedeydik. Sıkışmıştık. Daha da kötüsü, yakın lakin birbirimize sarılamayacak kadar uzaktık. Mutsuzduk da. Zaten birbirimizi de çok büyük bir mutsuzlukla seviyorduk. Hayalimdeki görüntü, kocaman bir tırın gürültülü kornasıyla beraber bize çarptığı noktada kesilmişti. Yattığım yerde istemsizce irkildim. Beynim çabucak alarma geçti. Ne doktora kulak verdim ne de annemin gerçekleştirdiği telaşlı konuşmayı bölmekten çekindim. “Kıvanç nerede?” Annem bana baktı. Gözlerinde yaşlar toplanmıştı. Derhal kafasını yere eğdi. Yatağın örtüsünü avuçlarımın arasında sıktım. “Kıvanç nerede, dedim,” derken yinelemiştim. Annem sarsılarak ağlamaya geçti. Doktor yönünü bana çevirdi. “Sakin ol, Ahu.” Görüşüm bulanıktı. Tıpkı annem gibi ağlamaya başladığımı o an fark ettim. Kıvanç’ın başına bir kötülüğün gelmiş olma düşüncesiydi beni yataktan kalkmaya iten. Yattığım yerden hışımla doğruldum, “Bana, Kıvanç’ın nerede olduğunu söyleyin.” Avazım çıktığı kadar bağırmıştım. Hastane odası inlemiş, boğazımda beni yırtılmakla tehdit etmişti. “Kıvanç nerede diyorum size.” Kolumdaki serumu sertçe çekip çıkarttığımda doktor bileklerimi yakaladı. Bedenimi yatağa yapıştırmak için uğraştı. “Bana Kıvanç’ın yerini söyleyin!” Hemşireler etrafımızda dört dönüyordu. Bir şey konuşmadılar. Lakin kulaklarım uğulduyordu. Kurtulmak için çırpındım. Doktorun ellerine tırnaklarımı batırdım. Yine de yataktan kalkamadım. Bana Kıvanç’ın yerini de söylememişlerdi. Keskin bir iğne, koluma saplandı öylece. Önce bir yanma hissettim. Sonra bağırmayı bıraktım. Durdum bekledim. Damarlarıma sızıp kanıma karışan ilaç gözlerimi yeni baştan ağırlaştırdı ve ben, içinde Kıvanç’ın olmadığı karanlık boşluğa çekildim.
ÜÇÜNCÜ SAAT İlacın beynimi uyutan yetisi saatler sonra solmuş, ben bir mücadeleye daha tutunarak gözlerimi aralamıştım. Uyuşma hissini ciğerlerimde tecrübe diyordum. Başımda donukluk vardı. Uyanmıştım ancak sakinlik iksiri kanımı terk etmeye hiç niyetli değildi. İçimde fırtınalar kopuyorken gerçekleştirebildiğim tek eylem öylece yatmaktı. Kıpırdamadan yatmak. Yan yattığım için gözyaşlarım yanağımı teslim ettiğim yastığı ıslatıyordu. Annemse gözyaşlarıma en ön sırada seyirci kalıyordu. Bakışlarım onda duraksadığında, “Ahu,” dedi. Tedirgindi. “Daha iyi misin?” İyi olmanın faktörleri bir listeye dizilemezdi. Benim iyiliğimi sağlayacak şartlarsa burada kolay kolay yerine getirilemezdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kafamı –yumuşakça- iki yana salladım. “Neden?” annem oturduğu sandalyeyi terk etti. Olumsuz cevabım, baskılamaya çalıştığı tedirginliğini perçinlemişti. “Bir yerin mi ağrıyor, yoksa?” Histerik bir şekilde güldüm. “Galiba…” elim külçeydi bir nevi. Tersi ile gözlerimin altlarını kurulayabilmem için iki kez havaya kaldırmamın arından iki kez yatağa düşmüştü. “Belirsizlik kalbimi ağrıtıyor.” Belki de kalbim yanıyordu, benzine aç kuru tahtalar misali. Annem ateşimi kontrol etti. Ona göre ateşim varsa, dindirdiği anda ağrılarım buz kesecekti. “Doktor çağırayım mı?” “Doktorun geçirebileceği bir ağrı değil, bu.” O anda anladı. Nefesini sabırsız bir şekilde dışarı üflediğinde aslında bana sabırsızlandığını anlattı. “Yine mi şu çocuk?” Şu çocuk… Şu çocuğa atfettiğim sıfatları bir duysa artık çok başka gözle bakardı dünyaya. “O çocuk benim hayatım, anne,” dedim. Sesimde hâlâ biraz çatlama vardı. “Lütfen, biraz hassasiyet göster.” Epey kaba bir davranış örneği sergileyerek burnumu çektim. “Lütfen,” diyerek yineledim. “Bana onun nerede ve nasıl olduğunu söyle.” Yüzüme anlam veremezlikle baktı. Doğru, anlam verememesi mantık kurallarına uygun olanıydı tabii. Çünkü babam ve o, birbirlerini severek evlenmemişlerdi. Onlarınki bir zorunluğun ürünü, kazan- kazan anlaşmasıydı. Kendi içinde biraz düşünmesinin ardından –belki de bana acımıştı, bilemiyordum- konuştu, “Uyutuyorlar.” Ve kemiklerimde duyumsadığım ağırlığın bir kısmı kanatlanıp semaya karıştı. En azından hâlâ aynı gökyüzünün altında, aynı atmosferin korumasındaydık. Gözyaşlarım dinmese bile hafiflemişti. “Neden?” diye sordum. “Kazada,” dedim annem. Kendime küçük bir mola mühleti tanıyarak, ekledi, “Kafasına ağır bir darbe almış. Ciddi bir kafa travması geçiriyor.” “Nerede?” “Yapma, Ahu.” “Anne, lütfen,” yeniden burnumu çektim. “Nerede olduğunu söyle?” Annem artık pes etmişti. Ya da yılmıştı. “Bu katta,” dedi. “Yoğun bakımda.” Kelimelerin çağrıştırıcı gücü, yakın geçmişten kesik parçalara taşıdı fikirlerime. Kafaya alınan ağır darbe, benim kazadan sadece kalp ritmimdeki hafif bozuklukla kurtulmam, yoğun bakımda olan Kıvanç… Barizdi. Benim için kendini harcamıştı. Kendini kalkan yapmış, bana siper olmuştu. Görüntüsü yeni yeni düşüyordu aklıma. Tır üzerimize yığılıyorken direksiyondan çekmişti ellerini. Kemerini açmasıyla arabanın içinde yankılanan uyarı melodisi, kazanın dramına gül yaprakları serpiştirmişti. Kıvanç benim üzerime kapanmış ve gelen darbeyi bizzat karşılamıştı. “Kaza nasıl oldu?” diye sordu annem. Sorusu ile daldığım dipsiz düşüncelerden sıyrılıp gerçekliğe döndüm. Kaza onların yüzünden olmuştu. Onların bizi yerleştirmeye çalıştıkları fotoğraf çerçevelerinin camlarını kırmamız yüzünden. “Nasıl olduğunu bir önemi yok,” dedi. Yaşananı düzelmeyecek nedenler sahiden umurumda değildi çünkü. Nedenleri ve nasılları tartışmak Kıvanç’ı komadan çıkartmayacaktı. “Nasılı değil, sonucu önemli ve gördüğün gibi… Sonuç tam bir enkaz, anne.” Annem avucuyla ağzını kapattı. Karşısında dünya dışı bir yaratık varmış gibi bana bakarak gözyaşları akıttı. Benim gözyaşlarım bana gayet yetiyordu. Onunkilere daha fazla tahammül edemeyecektim. “Beni yalnız bırakır mısın, rica ediyorum.”
BEŞİNCİ SAAT Kabulleniş, kanatlarını açıp üzerine gölgelik yaptığında gözyaşlarım kuraklıkla sınanıyordu. Tuzdan dolayı yanaklarım acıyor, biraz da başım ağrıyordu. Kuraklık riskine rağmen daha sonra tekrar ağlayacağımı biliyordum. Fakat şimdi bedenim bir solucan deliğine çekiliyordu. Öylece karşıya diktim gözlerimi. Hemşireler odaya girip çıktılar ve ben odanın camına düşen, ufakça bir çizik bile almamış yansımamı gözledim durdum.
YEDİNCİ SAAT İki kez yenilenen serum nihayet bitmişti. Devamlı yatmaktan ötürü belim tutulmuştu sanki. Annem babamı da peşinden sürükleyerek çıkageldi. Hastane yemeğini yiyeyim diye çift taraflı baskı yaptılar. Baskı yapan yalnızca annem olsaydı baskısına pekâlâ direnebilirdim ancak babamın otoritesinden ne yazık ki üstün değildim. Yemeğimi annemin yardımı ile yediğim esnada, “Polisleri dert etme,” demişti babam. “Ben hallettim.” Sen, polisleri nasıl halletmiş olabilirsin ki, baba?
DOKUZUNCU SAAT Hasta odasından ziyade duvara çakılmış basit saatin garip bir tılsımı vardı. Akrep ve yelkovanın tekrarlayan hareketlerini takip ettikçe geçmişten firar eden bir takım fısıltı bulutları, Kıvanç’ın sesini üsteniyor ve kulağıma dokunuyorlardı. “Dubstep çok abartılıyor.” “Dubstep’i severim.” “Sever misin? Öyleyse sen şarkılara değil, işkence çekmeye kenetlisin.” Parmaklarımın kenarlarını saran kabukları koparttım. Duvar saatinin açtığı sesli portal ile hakikati test ettim. “Sürekli dışarıdan yemek yersek, yakında iflas ederim.” “Yemek pişirmeyi doğama aykırı olduğu için öğrenmedim, kusura bakma.” “Doğana aykırı mı? Bu yaşına kadar aç mı yaşadın?” “Bu yaşıma kadar yemek pişirme gereksinimi duymadım. Hep, birileri benim için pişirdi.” “Hımm… Gelenek bozulmasın diyorsan, öğrenebilirim.” “Yemek pişirmeyi mi?” “Senin için yemek pişirmemi istemez misin?” “Zehirleniriz.” “Hazıra para yetiştirmekten iyidir.” Zehirlendiğimiz günlerde de hastaneye kaldırılmıştık. Ancak ayrı odaların değil, aynı odaların mücadelecileriydik. “Bana Shakespeare oku.” “Okuman- yazman var.” “Shakespeare’in kelimeleri içimden okuduğumda basit kalıyor. Ama senin sesinle birleşince beni büyülüyor.” Buradan kurtulduğumuzda ona Shakespeare’i okumakla kalamayacak; onun için Shakespeare’i yeniden yazacaktım, Sahkespeare’in bizi anlatan bir edisyonunu. “Belki de kaçarız.” “Her türlü bulurlar.” “O zaman biz de Kaf Dağı’na kaçarız.” “Kaf Dağı gerçek değil.” “O zaman biz de gerçeklerden uzak bir yere kaçarız.” “Nasıl?” “Of, Ahu! Kız kaçırmak bu kadar zor mu, sahiden? İnanamıyorum.” “İnsan, başına gelmeyince anlamıyor, değil mi?” “Asla anlamıyor. Üstelik filmlerde böyle olmuyordu.” “Şunu unutma, Avukat Bey; filmler hep yalan söyler.” Esasında filmler değil, insanlar yalan söylüyordu. İşi yokuşa süren de, işi yokuştan aşağıya –basitçe- yuvarlayanlar da hep insanlar oluyordu. “Keşke,” dedim pişmanlıkla. “Beni kaçırmana izin verseydim.”
ON BİRİNCİ SAAT Vampir olmasam bile gecenin müptelasıydım. Artık oldukça iyi hissetmeye geçiş yaptığım şu saatlerde hasta odasının içine süzülen ay ışığına daha fazla kayıtsız kalamamıştım. Yattığım yerden doğruldum. Kâğıttan yapılma hasta terliklerini ayaklarıma geçirdim. Yatağı terk ettim. Annemin –her gelişinde- oturduğu sandalyeyi camın önüne kadar çekiştirdim. Pencereyi açtım. Ellerimi pencere pervazına, çenemi ise ellerimin üzerine bıraktım. Bir tek duvar saatinin tıkırtısı eşliğinde gökyüzündeki en parlak yıldızı seyre daldım. En parlak yıldızın ışıltısını çalmakla ilgili hayaller kurmaktan sıkılmadım. Çünkü benim yıldızımın ışığı, sönme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
ON ÜÇÜNCÜ SAAT Değişen vardiya saatleri, kontrolüme, daha önce hiç görmediğim bir hemşireyi getirmişti. Hemşire tansiyonumu ölçüyorken sessiz sedası bekledim. İşini bitirip odadan çıkmaya yeltendiğinde en azından –onu hiç görmemiş olmamın nedenine dayanarak- şansımı denemeye karar vermiştim. Ona Kıvanç’ın durumunu anlattım. Annemin verdiği bilgileri kendisiyle paylaştım. Beni, onun yanına götürüp götüremeyeceğini sordum. Aldığı talimatların kesinliği, tereddüt etmesinin gerekçesiydi. Ona yavru köpek bakışları attım. Kıvanç, birisine yavru köpek bakışları attığımda Japon balığına benzediğimi söylerdi. Yine de bu bakışların lehime yarar da bir tarafı vardı. Hemşire, çaresiz isteğimi kabul etti. Desteğe gerek duymadan yataktan kalkmama rağmen koridoru geçiyorken koluma girmek konusunda ısrar etmişti. Koridordaki hasta yakınlarının sorgulayan bakışları eşliğinde yoğun bakım ünitesine kadar –kısa bir mesafeyi- yürüdük. Beni, bir odanın beyaz şeritlerle çizgilendirilmiş camının önüne çekti. Camın ardına baktığımda nefesim kesildi. Gözyaşlarım –hazırda bekler gibi- hızla tazelendi. Kıvanç öylece yatıyordu. Canı, bedenini terk ediyormuşçasına yatıyordu. Ürkütücü makinaların arasında bir başınaydı. Ve benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Sol elimi kaldırıp cama koydum. Yetmedi. Alnımı da cama yaslayıp gözlerimi yumdum. Sevimli masallar, bir varmış bir yokmuş diye başlardı. Oysa bizim masalımız bir varken bir yok olamazdı. “Bu masal böyle bitmez, Avukat Bey.” ⚖
Normal bir zamanda terapiden sonra ortak salona giderdim. Orta salonun en kuytu köşesine çekilir, pastel boya setimi yanıma alır ve romanımın üzerinde çalışırdım. Ancak son beş aydır zaman benim için hiç de normal seyrinde akmıyordu. Rehber’in odasından çıktığımda bir ziyaretçim vardı. Koridordaki duvara yaslanmış, bekliyordu. Beni gördüğünde hareketlendi. Yanıma yaklaşırken seslendi, “Ahu Kortan?” Ziyaretime gelenlerden hoşlanmıyordum. Bana burada olmayı sonuna kadar hak ediyormuşum gibi davranıyorlardı. Bu nedenle, bana yaklaşmaya başladığı anda bu ziyaretçiyi yok saymaya karar vermiştim. Uzun zamandır duymadığım soyadını, adımla yan yana telaffuz etmiş olmasaydı. “Ahu Kortan?” diyerek yineledi. Çenemi yukarıya kaldırdım, “Tanımıyorum.” Karşıma ansızın çıkan bu yabancı adam, hazırlıklıydı. Gözlerini devirdi ve cebinden çıkarttığı fotoğrafımı bana gösterdi. Fotoğrafımı bir yabancının elinde görmeye elbette alışım değildim. “Fotoğrafımı nereden buldun?” Elini hastanenin çıkışına doğru uzattı. “Babanız dışarıda bekliyor, efendim.” Bana çıkış yolunu işaret ediyordu. “Babam,” diyerek mırıldandım. Babam gelmişti. Babam ziyaretime gelmişti. Beni buraya kapatan babam, bana inanmayan babam, şizofreni olduğumu düşünen babam, damadına benim önümde kin besleyen babam. “Buyurun, gidelim.” Babamla karşılaşmaya heveslenemediğim için kimse beni suçlayamazdı. “Öylece gelemem,” diyerek bahane ürettim. “Akıl hastanesinde kalıyorum. Burada gözetim altında tutulduğumun farkında mısın?” Gözetimi pekâlâ çiğneyebilirdim. İşime gelirse. Bunu bana babam öğretmişti. İşine gelirse. “Gerekli bütün izinler alındı, efendim,” dedi yabancı adam. “Buyurun, gidelim.” Kararlıydı. Beni illa ki babama götürecekti. Yüzümü astım ve adamın peşine takıldım. Birlikte yürüdük. Hastaneden çıktık. Babam bahçedeydi. Bahçenin araç girişine kapalı olmasına rağmen arabası melek heykelinin hemen önündeydi. Sabırsızlıkla heykelin çevresinde gezinirken saatine bakınıp duruyordu. Yanına yetiştim. Kendi kendine söylenmeyi durdurdu. Hazır ol pozisyonuna geçip, “Ahu,” dedi bana. Sanki kızına değil de emrindeki bir askere sesleniyordu. Ayrı kaldığımız aylar, onda yaşlılık etkilerinin baş vermesine sebep olmuştu. Olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Büyük ihtimalle, dolap içinde dolap çeviren çevresine kızının enden bir akıl hastanesine yattığını açıklamak, onun ömrünü törpülemişti. “Baba,” dedim. “Seni yönettiğin krallıktan ayırıp da buraya getirecek kadar önemli ne olmuş olabilir?” “Terapistinle konuştum.” “Beni sana ispiyonladı, değil mi?” “Sana yardımcı olmaya çalışıyor. Kafanın içini temizlemeye çalışıyor.” “O kadın işgüzarın teki.” “Bana terapistini şikâyet mi edeceksin?” “Şikâyet etsem dinleyecek misin?” “Buraya şikâyetlerini dinlemeye gelmedim.” “Tahmin etmiştim. Neden buraya geldin, baba?” Takım elbisesinin ceketini çekiştirdi. Konuşmadan önce hafifçe öksürdü, “Terapistinle konuşup bir karara vardık.” “Anladım,” Kaşlarımı havaya kaldırırken başımı salladım. “Terapiye darağacında mı devam edeceğim?” “Sana yardım etmeye çalışıyoruz,” diyerek kızdı bana. Bitap haldeydi. Beni kurtarmaya çalıştığını sanıyordu. Oysa benden çok onun kurtarılmaya ihtiyacı vardı. “Tedavin devam ediyorken… Bu ziyaretin gerekli olduğuna karar verdik.” İşte şimdi ilgi radarıma girmeyi başarmıştı. Alnımı kırıştırarak sordum, “Ne ziyareti? Nereye gidiyoruz, baba?” Duraksamadan söyledi, “Kıvanç’ın yanına.” Duraksayarak konuştum, “Kıvanç, beni hatırlamıyor.” Sıktığı dişlerinin arasından –olanca kızgınlığı ile- karşılık verdi, “Bırak şu aptal hayallerini,” dedi. “Hayallerinde yaşattığın hastalıklı sembolün değil, gerçek Kıvanç’ın yanına gidiyoruz, Ahu.” |
0% |