@hayalrafya
|
keyifli okumalar.. * Zaman, büyük bir komplo ustasıydı. Kurduğu döngülere akıl sır erdiremezdiniz. Sinsice çalışırdı mesela. Gizlinin peşinden koşardı daima. Sevdiklerinizi biçerken sevmediklerinizi ekerdi toprağa ki büyüsün, kötü olsun. Kötü olanlar karşınıza çıksın ve tüm yeşilliğiyle saldırsın. Bahtımın kötü olanı, galiba bana âşıktı. Yapraklarını bedenime sarmaktan vazgeçmiyor, olanca yeşilliğiyle boğuyordu ruhumun her bir yanını. Bu gerçeği yeni yeni kavrıyordum. Zamana karşı bir kez daha esir düşüyordum. Konservatuvarı bitirdikten sonra resme merak salmıştım. Gönlüm bütünüyle sanat tutkunuydu lakin ben, en çok resim denilen tahta parçasına çakılmıştım. Kendimi ifade etmenin oldukça uygun bir yolu, keyifli bir yöntemi gibi görünmüştü gözüme. Yıllardır resim yapıyordum gerekçemin getirisiyle. Ailemin adıyla, ünüyle, mesleğiyle değil de kendi niteliklerimde yer edinmek istiyordum dünya üzerinde. Yaptığım resimleri bıkıp usanmadan galerilere ve yorumculara göndermemin amacı buydu. Yer edinmek, var olabilmek... Şu ana kadar ise dünya, beni üzerinde ayrı bir varlık olarak kabul etmeyeceğini açıkça ifade etmişti. İfade etmeye devam ediyordu. Eğilip, önünde durduğum çöp konteynırının kenarına bırakılmış üç tuvali aldım. Tuvallere karalanmış soluk boyalara uzun uzadıya baktım. Bir galeri, bir aracı, bir yorumcu tarafından yine reddedilmiştim işte. Resimlerim çöpteydi. Yaşam, beni ailemin olduğu cepheye gaddarca itekledi. Duygularımı olanca yoğunluğuyla yaşamaktan nefret ederek çenemi sıktım. Dört ay boyunca haber beklediğim galerinin cevabı, resimlerimi kaldırıp atmaktı demek ki. Eğer bu sabah, telefonlarım açılmadığı için, neler olup bittiğini öğrenmek amacıyla buraya gelmeseydim kim bilir, boyalarım daha kaç ton kaybedecekti canlılıklarından. Aniden damarlarıma hücum eden öfke, kanımı kaynatmak konusunda aceleci davranıyorken sertçe saçlarımı karıştırdım. Parmaklarım, kontrolüm dışında tuvallere gömüldü. Etrafımdan insanlar gelip geçerken ne yapacağımı sahiden şaşırmıştım. Kabul görmemek yoruyordu. Yorgunluğa daha ne kadar tahammül edebileceğimi kestirmek zordu. Orada, çöp konteynırının başında biraz bekledikten sonra son defa diye fısıldamıştım kendi kendime. Savaş baltamı gömmeden önce son bir defa daha deneyeceğim. Üç tuvali üst üste yerleştirerek tuttum, rahat taşımak için kolumun altına yerleştirdim. Sağlam basan adımlar öncülüğünde hemen çöp konteynırının yanında duran sanat galerisinin kapısından içeri girdim. Lobide serin bir sakinlik vardı. Duvarlar, galerinin adına yakışır şekilde tablolarla kaplanmıştı. Yeri öpen mozaik taşlar, Antik Roma dönemini resmediyordu. Oymalı tavalı çevrelen sarı ışıklarda dingince bir büyü dolaşıyordu. Büyü, bu kez bana işlemiyordu. Kapsama alanı dışındaydım. Bulunduğum duraktan, etkileyicilik istasyonuna giden araba geçmiyordu maalesef. Sekreter masasının gerisinde bekleyen kişiyle göz göze gelmeye çalışmadım bile. Öfkem, en güzel köşeye oturmuş olacakları izlemek için sabırsızlanıyorken direkt müdürle muhatap olmayı seçmiştim. Burası küçük bir merkezdi. Yani müdür odasını, ancak sekreter masasının yanına, lobiye yerleştirebilmişlerdi. Hızın önem arz ettiği bir noktadaydım. Tuvallerime sıkı sıkıya sarıldım. Doğruca, hedefimdeki kapıya erişmek üzere hamle yapmıştım. Parmaklarım, kapı kolunun etrafında kıvrılmaya meylederken beklenen, tahmin edilen, maalesef ki olacağını bildiğim oldu. "Durun beyefendi," dedi sandalyesini süratle terk eden sekreter. "Öylece içeri giremezsiniz." Savaş baltam taşa çarpmıştı. Taşın yaptığı, baltayı köreltmekten fazlasıydı. Cesaretim sarsıldı. "Kimsin sen?" diye sordum. "Sekreter," cevabını verdi yoluma çıkan kadın. Oysa ne hakla önümde durabildiğini kast ettiğimi sanmıştım. Tuvalleri tutmayan elin yumruk halini alıyorken sekreter, art arda kelime sıralamayı sürdürdü. "Randevunuz var mıydı?" gözlüğünün üstünden konuşuyor, düpedüz, varlığımı sorguluyordu. "Yok," dedim dişlerimin arasından. Sorgulara yanıt verebilme yetkinliğimi yavaş yavaş kaybediyordum. Görüp gezip babamın haklı çıktığı noktaya ışınlanıyordum işte. Bir baltaya sap olamazsın, Sinan. Öte yandan sekreter katıydı. "Randevunuz olmadan sizi içeri alamam." Benzer esnada birkaç kişi galeriye girip çıkıyorken onları değil de beni engelleyen sekretere karşı sesimin kontrolünü kaybetmiştim. "İyi," dedim. Titreyen yumruğumu daha çok sıktım "Derhal bana bir randevu ayarla o zaman." Duraksadım. Biraz eğilip gözlüğün ötesindeki gözlerine öfkeyle baktım. "Sekreter." Vurgusuyla bana söylediğini ona aktarmıştım. Memnuniyetsizce homurdanan sekreter, biraz önce kalktığı masaya geçti. Kendi kendine söylenmeyi ihmal etmeyerek bilgisayarına bakmaya başlamıştı. Gözlüğüne yansıyan ekran ışığına odaklandım. Çöpe giden emeklerimi taşımayı asla sonlandırmadım. Bekledim. Bilgisayar tuşlarından çıkan her bir çıtırtı, beynime iğne saplıyordu sanki. Saplanan iğnelerin tetiklediği bir tek duygu tedirginlikti. Kısa süre sonunda bilgisayarla ilgilenmeyi bitiren sekreter, bana dönmüştü yeniden. Gözlüğünü çıkardı. Ellerini havada kavuşturdu. Sanat galerisinin doğallığına aykırı kaçacak bir yapaylığa büründü. "Üzgünüm," demişti neticede. Kirpiklerimi hızlı hızlı kırptım. Duyduğumu anlamaya çalıştım. "Ne demek üzgünsün?" Yapacak bir şey yok dercesine ellerini iki yana açtı. Saçma sapan tavrıyla dudaklarını bükmüştü. "Müdür Bey'in bu ay dâhilinde hiç boş günü yok." Tedirginlik tarafından rahatsız edilmemin haklı bir gerekçesi vardı artık. Yirmi sekiz yıllık hayatım boyunca daima dışlanan ve kabul edilmeyenken yeniden dışlanıyor ve kabul edilmeyen oluyordum. Resimlerim çöpe gidiyor, ruhum buz dolu bir küvete dalıyordu nihayetinde. Donmak ve hissetmemek uğruna... "Yani?" diyerek ısrarla sordum. "Yani," derin nefesler alan sekreter sıkıldığını bildiriyordu. "Size randevu veremem." Boştaki elimin avucunu masaya çarptım. Sekreter aniden irkilirken konuşmaya başlamıştım. "Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Kim ki bu adam, devlet başkanı mı? Nasıl randevu veremiyorsun?" "Sakin olmanızı rica ediyorum beyefendi." Sandalyesinden kalkerken yeniden takmıştı gözlüklerini. "Tavırlarınıza dikkat edin lütfen." Tek tük sanatçısı olan, zayıf bağlantılara sahip bir sanat galerisinin müdürü ile iletişime geçmem imkânsız kılınıyorsa belki de benim değil, onların tavırlarına dikkat etmeleri gerekirdi. "Bana bak hanımefendi," dedim en alçak ses perdesinden. "Beni sinirlendirmezsen sesimi yükseltmem, tamam mı?" kaşlarım çaresizce çatılırken düşecek gibi olan tuvallerime can simidi misali tutundum. "Müdür Bey'le konuşmam lazım diyorum. Çok acil, anlıyor musun?" Sekreterin omuzları yenilgiye boyun eğer gibi olmuştu. Masadan bir not kâğıdı ve not kalemi aldı. Yüzümü inceliyorken keyfi kaçmaya başlamıştı. "Pekâlâ, bir şeyler ayarlamaya çalışacağım." Yalandı. Ortada ayarlanacak bir şeyler olmadığından adım kadar emindim. Müdür Bey'in çuval dolusu boş günü vardı, kesinlikle. Talebimi geçiştirmek için bir tiyatro gösterisi sergileniyordu karşımda. Figüran olmayı kabullenerek başımı sallamıştım. Heybemdeki başarısızlıkla babamın yanına dönmektense figüran olmayı daima tercih ederdim. "Geliş sebebiniz nedir?" dedi sekreter mat edilmeye hazır halde. Düşündüm. Sahiden düşünmüştüm. Zihnimde beliren tek bir makul cevap vardı. Haklı bir cevaptı da. Omuzlarımı silktim. "Hesap sormak." Evet, çöpe atılan resimlerimin hesabını sormaya gelmiştim tabii ki. Eğer çöpün başına uğramasaydım ilk geliş sebebim, sergiye kabul edilip edilmediğimi öğrenmekti lakin konumuz şimdilik bu değildi. O köprünün altından, biraz evvel, çok su geçmişti. "Anlamadım?" Boynumdaki kravatı tahammül edemez halde çekiştirdim. Bal mumundan heykel olsam şu dakikada erimiştim. "Sen beni ne zaman anlamaya başlayacaksın, sekreter hanım? Hesap sormaya geldim dedim ya." Parmaklarımdan iki tanesini havaya kaldırarak ekledim. "İki kelime, Türkçe... Neresini anlamadın?" Pek yakında kırmızı karın yağacağı ile ilgili bir bahis açmışım gibi inanamadı bana. Yüzünün hatlarına yapışan hayret ifadesinden çıkartmıştım bunu. "Müdür Bey'den hesap sormaya geldiniz, öyle mi?" "Öyle." Kolumun altında, sıkıca tutunduğum tuvalleri işaret ettim. "Resimlerimin hesabını soracağım." Bana göre mazeretim, tüm diyarlarda geçerli bir pasaporttu. Lakin sekretere göre mazeretim, tarihi geçmiş yaprak destelerinden oluşuyordu. "Beyefendi çıkın dışarı," dedi hiddetle. Sesi titremişti. Kalemi sıktığını gördüm. "Çıkın dışarı yoksa polis çağıracağım." Gayet mantıklı konuştuğum halde frekansım, dış dünyanınki ile neden uyuşmuyordu bilmiyordum. Fakat o anda kesin olarak bildiğim bir başka olgu vardı ki öyle ya da böyle müdürün odasına girecektim. Sekreter tehditkâr bağırışlarını sürdürürken masanın yanında kalan müdür odasının kapısı açılmıştı. Bu, belki de benim alternatif çözümümdü. Odadan bir adam çıktı. Kapı kapanıyorken harekete geçtim. "Biliyor musun sekreter, bunu sen istedin," diyerek uyardım ama kadın duymadı. Boyu benimkinden kısaydı. Avantajı kullandım. Onu tek hamlede alt ettim ve kapı kapanmadan müdür odasından içeri girdim. İçeri girdiğimde gördüğüm manzara, kaybetmenin kaderime işlediğini fark etmemi sağladı. Müdür Bey koltuğuna kurulmuş, puro içiyordu. Purodan yayılan dumanlar küçük odayı kuşatmıştı. Gün ışığı içeri sızmasaydı göz gözü görmezdi de. "Vay canına," dedim. Dışarıyı seyreden bakışları o anda bulmuştu beni. "Gerçekten meşgul bir adammışsın Müdür Bey." Puro, birkaç duman kümesini daha serbest bıraktığında kapı yeniden açıldı. Sekreter damdan düşercesine odaya daldı. "Efendim çok özür dilerim. Engel olmaya çalıştım ama..." "... ama benim kararlılığımın farkında değildi," diyerek sekreterin sözünü kesmiştim. Bir iki adım yürüyerek odanın ortasına doğru geldim. İstifini bozmadan puro içmeye devam eden adama hitaben ekledim. "Sen ve ben Müdür Bey," sırtımı dikleştirirken tuvalleri iki elimle birden tutuyordum artık. "Ciddi bir konu hakkında konuşmamız gerekiyor." Müdür Bey koltuğuna daha fazla yaslandı. Hem rahat hem de oldukça kilolu bir adamdı. Bu yüzden koltuğu her an kırılacakmışçasına sesler çıkartıyordu. Purosunu elinden bırakmadı. Kristal bardağa doldurduğu sarı renkli sıvıyı ağır ağır yudumladı. Akabinde sekreterine gidebileceğini kast eden bir işaret yaparken aynı zamanda konuşmayı da seçmişti. "Tamam, Tuğba," dedi. "Sen çıkabilirsin. Sorun yok." "Evet, Tuğba çık," diyerek olaya müdahale etmekten geri duramamıştım. Sekreter bana randevu ayarlayamıyorsa kendi randevumu bu şekilde ayarlardım. Oyun henüz bitmemişti, kabul. Yine de bir oyuncuyu mat edebilmiştim. "Ve hayır, içecek bir şey almam." Arkamda kaldığı için sekreterin ifadesine şahit olamamıştım ancak çıkarken kapattığı kapının şiddetini yorumlayacak olursam... Sinirleri hepten bozulmuştu. Sanırım onunla ilgili gerçek olan tek duygu da buydu. "Yüzün tanıdık gelmiyor," dedi Müdür Bey. Puro içmekten olsa gerek sesi bir hayli kısılmıştı. Hırıltılar eşliğinde konuşuyordu. "Kimsin sen, evlat?" sorusu beni inceliyordu adeta. İnsanlar kimlikleriyle gurur duyardı değil mi? Gurur duymayı bırak, kimliğimi belirtecek olmak bile dikenli ipte yürütüyordu beni. "Sinan Lehçiler," dedim tuvallerden aldığım güçle. Müdür Bey tekrar etti. "Sinan Lehçiler," nefret edercesine dile getirmişti adımı. Purosunun dumanı, etrafına kalkan örmeyi sürdürüyorken beni tanımaya başladığını, ilave bilgilerle ispat etti. "Bütün Mardin'in canına okuyan Bedirhan Lehçiler'in oğlu..." Savaş baltam kırıldı. Kıymıkları tenime battı. Ömrümün her santiminde beni takip eden gölge, geçit vermiyordu. Babamla karşıt saflarda bulunmak, onunla mücadele etmeye çalışmak zaten yeterince zordu. Fiziki bir varlığı olmayan gölgesiyle boğuşmak ise Çin Seddi'ydi benim için. Kendimi savunmam gerektiğinin bilinciyle araladım dudaklarımı. "Bugün değil," dedim. "Bugün Bedirhan Lehçiler'in oğlu değilim." Öfkem dinmiş, mücadelem kömüre evirilmeye geçmişti. Tuvalleri tutan parmaklarım telaşlıydı. Öyle ki ince yüzeyin içine gömülüp resimlerimi hırpaladı. "Bugün, resimlerini çöpe attığın bir sanatçıyım ben." Gülmedi. Yalnızca, "Sanatçı," diye mırıldandı. Ancak gülseydi bile, duyurabildiği mırıltısının etkisi kadar yüksek bir alaycılığı çağıramazdı odaya. "Ne kadar da yoruma açık bir kelime..." Koltuğundan kalktı. Aksak adımlarla masanın çevresini dolaştı. Öylesine ağır bir bünyesi vardı ki bacaklarının onu taşıyamadığı belliydi. Uzattığı kır renkli saçlarını ensesinde bağlamıştı bir de. Sanatçı imajı vermeye çalışıyordu. Oysa kesindi. Sanatı yorumlayamıyordu nezdimde. Başparmağını pantolon askısına taktı ve bana yaklaştı. Tuvallerime uzandığında geriye çekilmiştim. Zaten onlara bir kez zarar vermişti. Gelecek bir sonraki zararı önlemek görevimdi. "Bak evlat, ben sanat sarrafıyım." Artık göz ucuyla, görebildiği kadarıyla, bakıyordu tuvallere. "Yıllarımı sanata adadım. Gördüğün gibi..." çenesinin ucuyla karşı duvarı boydan boya örten ödül vitrinini göstererek devam etmişti. "Kendimi anlatmama gerek yok. Onlar benim yerime anlatıyor zaten." Kirpiklerimi birbirine dokunduramıyordum. Puronun dumanı beni hapsetmişti. Kıpırdayamıyordum. Kravat, bünyemi susuz boğuyordu. Hislerim kavruluyordu sanki. Kaybedişim kölesiydim yine. Gözlerim sulanmak için heves harcıyorken kaşlarımı ara sıra yukarı kaldırıp ağlama temennimi duraksatmaktan başka bir şey yapamıyordum. Öylece, Müdür Bey'in hor gören cümlelerini dinliyordum. "Yıllardır resim inceliyorum," öksürmek için sustu biraz. "Sanatçı olma hayali kuranlar, resimlerini bana getirir. İncelerim ve o resimleri layık oldukları yerlere gönderirim." Bazı anlarda dünyayı dev bir masal kitabına benzetmekten alıkoyamıyordum kendimi. Kitapta herkesin rolü belirlenmişti. Bazıları başarılı olacak, kazanacak; bazıları başarısız olacak, kaybedecekti. Belirleneni değiştirebilmek hayaldi. Ve bu denklemde ben, iflah olmaz bir hayalperesttim maalesef. "Resimler kimi zaman büyük sergilere, kimi zaman halk sergilerine, kimi zamanda..." pantolon askısını bırakmaya tenezzül eden Müdür Bey, tuvallerime nazikçe vurmuştu. "Çöpe giderler. Düzen böyle işler. Kural budur. Benim kırk yıldır yaptığım meslek bu, evlat." Gecemi gündüzüme katarak sarf ettiğim emeklerimin değeri buydu işte. Hayatın hiçbir kademesinde basamak atlayamıyor, çıktığım tüm merdivenlerden aşağı kayıyordum. "Resimlerim sadece çöpe layık olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?" diye sordum. Kabullenmeyi kabul edemiyordum. Gerginlikten kırılacağım bölümdeydim resmen. Duygular karışmış, hüsran hükmeder olmuştu zihnime. Puronun zehrini içine çeken Müdür Bey, ileri geri yürümeye başladı. "Söylemekten fazlasını yaptığımı düşünüyorum," dedi imayla. "Herkes sanatçı olamaz, anlıyorsun ya evlat. Bazı insanların baba mesleğini devam ettirmesi daha doğrudur." Duraksadıktan sonra nefretle sürdürdü. "Senin durumunda bu, tefecilik oluyor." Mat etmiştim. Mat edilmiştim. Denge vardı ya, kurbanı seçilmiştim. Büyük balık küçük balığı yerdi. Köpekbalığı ortağa çıkıncaya kadar denizde panayır havası eserdi. Köpekbalığı karşımdaydı. Umutlarım ise panayırda soytarı... "Sen yamyam herifin tekisin," dedim. Babamı bu işe karıştırma diyemedim. Çünkü o, her taşın altındaydı. "Sanattan anladığın falan yok. İnsanları ayırıyorsun. Resimleri ayırıyorsun. Menfaatlerine uymadığım için benimle çalışmak istemiyorsun." Purosundan nihayet ayrılabildi. Arta kalan dumanlar, vurdumduymazlığının temsilcisiydi. "Menfaatlerime uysan da bir şey değişmezdi. Yeteneksizsin, evlat. İş yok sende. Bu yüzden git, babanın krallığında tefecilik oyna. Meşgul etme beni." "Allah kahretsin seni," bir defa batmıştım. Gömülmemek olayları değiştirmezdi. "Allah seni de kahretsin, bu düzeni kuranları da..." Atik davranarak vitrine dizdiği ödüllerden birkaçını yere fırlattım. Müdür Bey'in odasından ayrıldım. * Sanat galerisi ile Lehçiler konağının arasında hatırı sayılır bir mesafe vardı. Bu nedenle yürüyemezdim. Özel arabayla gitmem de mümkün değildi. Araba alacak durumda olmadığımız için değil, ehliyet almayı da başaramadığım için. En son gittiğim ehliyet kursunda sürdüğüm araba takla atacak raddeye geldiğinden beri ehliyet kursları da zaten bana kapılarını kapatmıştı. Hal böyleyken otobüs tek seçenekti bahtıma. Tuvallerimle binmiştim otobüse. Onları bırakmaya gönlüm el vermiyordu. Tuhaf bakışlara maruz kalmayı umursamamıştım. Maruz kaldığım laflardan sonra umursayacağım olguların önem derecesi yükseltmişti birden. Kaç dakika geçtiğini kestiremiyordum. Otobüsten inmeye karar verdiğimde öğleden sonra bitmek üzereydi. Konağın epey yakınlarındaki boş bir arazide inmiştim. Buralarda durak yoktu ama Lehçiler olduğumu söylediğimde şoför, durak olmamasına rağmen aracı durdurmuştu. Kazandığım tek fayda buydu. Ana yoldan çıkıp boş araziye doğru yürüdüm. Tilkiydim sanki. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkânında buluyordum kendimi. Sıkılmıştım. Mücadele isteğim iyiden iyiye azalmıştı. Babam ve Mardin, işbirliğine oturmuş, beni tefeci olmaya zorluyordu resmen. Artık kendimi tutmadım. Gözyaşlarım ritmik şekilde akıyorken arazinin ortasına ulaştım. Tuvalleri üst üste gelecek şekilde yere koydum. Etraflarına, çember olacak şekilde, kuru odun parçalarından set ördüm. Ceketimin cebinden kibrit kutusu çıkarttım. Kibrit kutusundaki çöplerden birini kaptım. Çöpün alev alışına kapıldım. Önce odunları sonra tuvalleri tutuşturdum. Tam karşılarına geçip yere oturdum. Bacaklarımı kendime doğru çekmiştim. Bileklerimi dizlerimin üzerine bıraktığımda gözyaşlarımı sildim. Sonra da yanan eserlerimi seyre daldım. Dağın zirvesinde, yalnız, taş bir kuleye hapsolmuş gibiydim. Yapacaklarım sınırlıydı. Hayatım sınırlıydı. Olacaklar sınırlıydı. Sınırlandırılıyordum. Çıkar yolum kalmamıştı. Aşiretin gerektirdiklerine adapte olmam şarttı belki de. Bir işarete, mihenk taşım olabilecek bir olaya ihtiyacım vardı. Hâlâ umut edebileceğimi bildirmeye hevesli bir şeylere işte... Yanan tuvallerden çıkan sesler, huzuru anımsatıyordu. Tadı acı olsa da bu huzurun külleri başıma yağıyordu. Bileklerimi çektim. Alnımı yasladım bu kez de dizlerime. Islak yüzümü sildim. Fakat nafileydi, bile bile. Öğretmenlerimin cümleleri çınlıyordu kulaklarımda, yapamıyorsun Sinan; olmuyor işte Sinan demekten öteye gitmiyorlardı. Eskilerden tanıştığım bir heykeltıraş vardı. Kahkaha atıyordu sonra. Başka işlere merak sal, oğlum. Olmaz böyle. Sahi, baban ne işle meşguldü ki? Kitaplarını imzalatmak için yanlarına gittiğim yazarlar, aklımı mühürlüyordu. Karakterleri hakkındaki çıkarımlarımı söylediğimde okuduğunu anlamıyor musun, karşılığını verenlerdi onlar. İptal edilen başvurularım, kovulduğum iş görüşmeleri, çöpe atılan resimlerim, samanlar arasında saklanan piyanom, mangal tutuşturmak için kullanılan yazdıklarım, alamadığım ehliyet, yedi yılda bitirdiğim üniversite ve varlığımı kıymetsiz kılan diğerleri... "Böyle bitemez," diye fısıldadım tuvallerimi pişiren ateşe. "Bir şey olmak zorunda... Bir şeyler değişmek zorunda." Söylemlerim fazla içten, dileğim oldukça duygusaldı. Hemen ardından ayakkabılarım üzerine bir şey düştüğünü hissettim. Aniden başımı kaldırdığımda ayakkabılarımın üzerini örten al bir yazmayla karşılaşmıştım. Kaşlarımı çatarak yazmayı elime aldım. Geldiği yeri çözmek adına çevreye bakındığımda onu gördüm. Kızın biri, bulunduğum arazinin hemen tepesindeki uçurumun kenarında duruyordu. Kollarını iki yana açmış, yazmadan kurtulduğunu tahmin ettiğim saçları dört bir yana savruluyordu. "Yok artık, intihar mı edecek gerçekten?" diye sordum kendi kendime. Yüzümün son ıslaklığını da kuruladım. Aradığım işaret ya buydu ya da ben, sahiden, evrenin yanlış tarafındaydım. *bölüm sonu* Instagram: hayalrafya
|
0% |