Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. BOZUK PARANIN MARİFETİ

@hayalrafya

On üç yıl önce,

Mardin Anadolu Lisesi.

Okumaya ya da eğitim almaya karşı değildim kesinlikle. Tam tersine, bu şehrin sınırları içerisinde eğitime benim kadar şiddetle destek veren bir başka birisi daha bulunamazdı bile. Ancak lise. Lise dünya üzerindeki en berbat mekândı ve ben, bu mekânın duvarları arasında sıkışıp kalmıştım.

Kantindeydim. Kuytu köşede olduğunu düşündüğüm, buna inandığım, bir masaya geçmiştim de… Herkesin gözü üzerimdeydi sanki.

Oturduğum yerde hafifçe kıpırdayarak sıkıntı yüklü nefesler çektim ciğerlerime. Pekâlâ, sanki değil. Herkesin gözü doğruca üzerimdeydi. Eleştiren ve kabul etmez bakışlarla inceliyorlardı beni.

Çıkış zilinin çalmış olmasına rağmen hâlâ kantinde oturmalarına anlam veremiyordum. Eğer ben burada oturuyorsam geçerli bir sebebim olduğu içindi. Ve o sebebi görecek olurlarsa, lisemin sakinleri, yüksek olasılıkla ertesi günün alay konusu olarak beni seçecekti. Aman ne güzel!

Bacağım, ritmikçe ve komutlarımdan bağımsız bir şekilde sallanmaya başlamıştı. Gergindim. Stres, en yakın arkadaşım olmuştu. Yediği de içtiği de benden ayrı gitmiyordu. Beyaz, plastik masanın üzerine koyduğum ellerimi iç içe geçirdim ve başparmaklarımı birbirinin etrafında döndürmeye koyuldum.

Etraftaki masalardan yükselen fısıltı dolu üç konuşmadan en az ikisi benimle ilgiliydi. Duyuyordum. Adımı telaffuz ettiklerini duyuyordum. Acayip Sinan, yine ne tür bir acayiplik yapacak acaba, diyorlardı.

Suç olduğunu bilmesem okulu yakar ve onlara gerçek acayipliğin ne olduğunu gösterirdim de…

Gözlerimi yumdum. Soluduğum nefesleri tazeledim. Kafamı iki yana salladım. Yangın ya da alev içeren tüm düşünceleri halının altına süpürdüm.

Beklemeye devam ettim. Devamlı olarak kantin kapısını kontrol ettim. Kantinde oturan öğrencilerin sayısı her geçen dakika da biraz daha azalıyordu. Onlar gittikçe ben de yavaş yavaş rahatladığımı hissediyordum.

Kendisini bekleyip durduğum hem sınıf hem de sıra arkadaşım olan Hakan, dörde on kala girdi kantinden içeriye. Aptalca gülümseyen bir ifade kondurmuştu yüzüne. Elindeki sarı renkli poşetle birlikte yanıma yaklaştı.

“Kardeşim.”

Heyecanla ayağa kalktım. “Tamam mı, hallettin mi?”

“Ayıp ediyorsun bak, Sinan. Bugüne kadar ne dedin de halledemedim?”

Halledemediği işlerin bir listesini yapacak olsaydım listeyi tamamlamaya ömrüm yetmezdi, eminim. Fakat bu mevzuya hiç girmedim. Çünkü bu kez sahiden halletmiş gibi gözüküyordu.

Poşeti bana uzattı. “Al bakalım. Emanetin burada.”

Poşeti aldım. İçine baktım. O an, Hakan’ın aptal gülümsemesini taklit etmemek mümkün değildi. İstediklerimi getirmişti.

“Sağ ol, kardeşim,” dedim.

Kabul etmedi. “Öyle kuru bir sağ ol ile geçiştiremezsin. İş başka arkadaşlık başka demişler. Söz verdiğin ödemeyi yapacaksın, Sinan.”

“Tamam,” dedim. Zaten tüm riskleri göze alarak Hakan’la iş yapmaya karar vermiştim. “Üç sınavın benden.”

“Üç mü? Dört dedik diye hatırlıyorum ben. Dört dememiş miydik?”

“Üçte anlaşmıştık, Hakan. Abartma istersen.”

“Neyse sen benim için yüzleri al da üçmüş dörtmüş fark etmez. Tamam o zaman,” sıkmam için elini uzattı. “Bir sonraki işi sabırsızlıkla bekliyor olacağım.”

Elini sıktım. Şakaklarımızı tokuşturarak birbirimize kafa selamı verdik ve sandalyeye bıraktığım sırt çantasını aldım. “Görüşürüz hadi.”

“Görüşürüz,” dedi. “Yengeye de selam söyle.”

Dişlerimi sıktım. Etrafa baktım. Masalarda kalan üç beş kişi, saklamaya gerek görmeden gülüyordu.

Yaptığından ötürü Hakan’a öfkeli bakışlar fırlattım ama oralı olmadı. Onu geride bırakarak kantinden çıktım. Koridor boyunca yürüdüm. Buluşmak için sözleştiğimiz saate daha yirmi dakika vardı. Yani rahatça hazırlanabilirdim.

Lehçiler konağında Büyük Hanım gibi bir faktör olduğundan ötürü okulda hazırlanmaya karar vermiştim.

Rastgele, boş bulduğum sınıflardan birine girdim.

Sırt çantasını sıralardan birinin üzerine attım. Sarı poşetin içindekileri çıkarttım. Bir demet lavanta ve bir paket çikolata. Evet, ilk buluşmaya yakışan gayet de ideal malzemeler tedarik etmiştim.

Çantamdan el aynası, tarak ve parfümü de çıkarttım. Okul gömleğimin eteklerini pantolonum içine yerleştirmekle uğraşıyorken görünüşüme çeki düzen vermekle başlamıştım. Nazar’dan ödünç aldığım el aynasına yansıyan görüntüme baktım. Kravatımın açısını düzelttim. Saçlarımı taradım. Biraz kendime biraz da lavanta demetine parfüm sıktığım esnada sınıfın kapısı -aniden- açıldı.

Yakalandığımı, öğretmenlerden birinin geldiğini düşündüm. Korkuyla yerimden sıçradım. Eşyalarımı saklamaya fırsat bulamadan arkama dönmüştüm. Gördüğüm kişi, ah, bir öğretmenden daha feci olan o kişiydi.

“Sinan,” dedi çatık kaşları ve bir o kadar da azarlayıcı ses tonuyla.

“Abi.”

Abim Sarp. Aslında geçen yıl mezun olmuş olması gerekiyordu. Fakat üstün yeteneklerini kullanarak sınıfta kalmayı başardığı için aynı döneme denk gelmiştik bir şekilde. O, son sınıftaydı. Ben, birinci sınıfa yeni başlamıştım. Lise berbat demiştim ya, abimle birlikte aynı liseye gitmekse daha berbat kılıyordu durumu.

“Ne yapıyorsun burada?” diye sordu. Şüpheyle havayı kokladı. Sınıfın içine girdi. Kapıyı kapattı.

“Nerede ne yapıyorum?” anlamamış gibi davranıyordum.

“Burada işte, oğlum. Sınıfta. Ne yapıyorsun?”

“Sınıfta mı, abi?”

“Evet, Sinancım. Sınıfta.”

Durduğum yerde yavaş yavaş yana doğru kayarak sıranın üstüne bıraktığım eşyaları gizlemeye çalıştım. Öte yandan abim, bir şahin kadar keskin ve dikkatli bakıyordu bana.

“Ne yapacağım, sınıfta ne yapılır ki, abi?”

“Ders zamanı der dinlenir diye biliyorum. Ders olmadığında ne yapılır?”

“Ne yapılır?”

“Ben de sana soruyorum işte, oğlum. Dersler bitmedi mi? Niye eve gitmiyorsun? Ne yapıyorsun burada?”

“Ders çalışacaktım, abi.”

“O iş için kütüphane kullanılmıyor muydu?”

“Kütüphane bu saatte kalabalık oluyor diye gitmedim.”

Kapının önünde durmaktan vazgeçti. Yanıma geldi. Kolumu tutup beni, sıranın önüne perde olma görevinden kopardı.

“Demek ders çalışacaktın.” Dört bir yana saçtığım eşyaları tek tek inceledi. “Çiçek, çikolata, tarak, parfüm ve aynayla mı ders çalışacaktın, Sinan?”

“Ben… Ben bu şekilde anlıyorum belki. Bu materyallerle anlıyorum dersi.”

“Of saçmalama oğlum ya. Adam gibi ne yaptığını söyle işte.”

“Sen,” dedim yumruklarımı sıkarken. Kaçabildiğim kadar kaçacaktım. “Sen beni nasıl buldun ki?”

“Çok basit,” omuzlarını silkti. “Düşün bakalım. Bir abinin görevi nedir, Sinan?”

“Nedir?”

“Küçük kardeşini takip etmektir.”

“Beni takip mi ediyorsun gerçekten?”

“Yedi gün, yirmi dört saat.”

“Of abi ya!”

“Hemen şimdi, uzatma da yaptığın şeyi açık et, Sinan.”

“Ben…” omuzlarımı yenilgiyle aşağı indirdim. Son duraktaydım artık. Kaçacak köşem kalmamıştı. “Hazırlanıyordum. Kızla buluşacaktım.”

İlk kez.

Başını geriye yatıran abim, derin ve içten bir kahkaha attığında moralim bozulmuştu. “Kızla mı buluşacaktın yoksa kız istemeye mi gidecektin?”

“Kız isteme mi? Ne alakası var?”

“Oğlum, çiçekle çikolatanın ne alakası var peki?”

O çiçekle çikolataya ulaşabilmenin bedelini düşünmeden edemedim. “Neden, olmaz mı?”

“Bu işlerden hiç anlamıyorsun, Sinan. Olmaz tabii.” İki üç adım daha yaklaştı bana. “Ayrıca, şöyle de tarama saçlarını.”

“Olmamış mı?”

“Olmamış, Sinan.” Hoşnutsuzlukla, beni daha çok yanına çağırdı. “Gel buraya.”

Tam tersine uzaklaştım ondan. Çünkü hiç de güven veren bir ifadesi yoktu.

“Oğlum, korkma. Gel buraya.”

Benim gelmemi beklemedi. Kendi geldi ve önce saçlarımı dağıttı. Sonra gömleğimi kırıştırıp kravatımı gevşetti. “Dağıt biraz kendini. Kızlar, serseri erkekleri sever.”

Burnumu kırıştırdım. “Senin çevrendeki kızlar, serseri erkekleri seviyor olabilir ama benim çevremdekiler…”

“Senin çevren benim çevrem yok. Kızların hepsi aynıdır, Sinan.” Biraz daha saçımla uğraştı ve geri çekilip eserine baktı. “Şimdi daha iyisin.”

Tereddütle el aynasına baktım. Serseri gibi görünüyordum sahiden. Abim gibi görünüyordum. “Aynaya bakınca,” dedim saçlarımı düzeltmeye yeltenerek. “Bir mutsuz oldum sanki.”

Elimi çekti. Saç düzeltme girişimimi sonlandırdı. “Yapma. Tamamsın böyle. Şu çiçekle çikolatayı da bırak, oğlum.”

Çikolata paketini açıp içinden çıkarttığı bir çikolatayı yedi. “Hayır, çiçekle çikolata ne alaka? Kolonya da alsaydın bari Sinan. Kaçıncı yüzyılda yaşıyorsun oğlum sen ya?”

Abimi cümlelerine daha fazla dayanamayacaktım. Tarak, parfüm ve aynayı çantama atıp sırtıma taktım. “Gidiyorum, ben.”

“Çantayı tek omzuna tak. Öyle git. Her detayı de söyletme.”

Çantayı tek omzuma taktım. Sınıfı terk edeceğim esnada adımlarımı durdurdu.

“Sinan, çok geç kalma. Büyük Hanım konağı yıkar sonra.” Omuzlarımı tutup beni, gözlerinin içine bakmaya zorladı. “Ve unutma, abin her zaman arkanda. Tamam mı?”

“Tamam.”

Arkamda olduğunu söyleyen abimi sahiden arkamda bırakıp sınıftan çıktım. Hızlı adımlarla da geçtim koridoru.

Okul bahçesi, hâlâ, biraz kalabalıktı. Başımı yere eğip lise sakinlerinin arasından geçtim. Lakin çekeceğim kadar dikkati çoktan çektiğime emindim.

Bahçeyi tamamen bitirip nihayet okul dışına eriştim. Artık bakışlardan uzak, güvenli bir bölgedeydim. Acele etmeme, koşmama ya da hızlı davranmama gerek yoktu. Yine de bu üç maddeyi de gerçekleştirdim. Hayatımın ilk randevusuna geç kalmak istemiyordum.

1980’de buluşacaktık. Orada pişirilen muhallebilere bayılıyordum ve Selen’in de bayılacağına emindim. Ya da aklıma onu davet edecek daha iyi bir yer gelmediği için muhallebileri beğenmesini umuyordum.

Kestirmeden gidebilmek için ara yola saptım. Kuş uçmaz kervan geçmez sokakları geride bıraktım. Boş bir deponun önünden geçeceğim esnada tuhaf bir şey olmuştu. Peşimden yuvarlanan bir taşın sesini duydum sanki.

Hızlı adımlar atmayı kestim. Kaşlarımı çatarak arkama döndüm. Haklıydım. Birisi, henüz varlığını göremediğim birisi, peşimden taş fırlatmıştı ve söz konusu taş, yuvarlandı. Ayakkabımın burnuna çarparak durdu.

“Kim var orada?” diye sorarak oldukça klişe bir şekilde seslendim.

Hemen sonra o birisi, kendini açık etti. Arkamdan saldıran bir çift el, boğazıma yapıştı ve öldüresiye sıktı.

Çırpındım. Yardım için bağırmaya fırsatım yoktu. Boğazımı sıkan elleri savuşturmaya çalıştım. Olmadı. Olmamıştı. Saldıran kişi, benden katbekat güçlüydü.

Sırtımı, deponun etrafını çevreleyen taş duvara çarptı.

Ona baktım. Yüzünü göremedim. Çünkü şu sıcakta, kar maskesi takmayı uygun görmüştü kendisi.

Tek eliyle boğazımı sıkmaya devam ederken tek eliyle de cebinden bir çakı çıkarttı.

Gözlerim hepten kararıyordu. Oksijene ulaşamayan ciğerlerim kuruyordu sanki. ‘Tamam’ diye düşündüm. ‘Yolun sonuna geldim artık. Ömrüm buraya kadarmış.”

Nereden karşıma çıktığını bilemediğim bu saldırgan, nedensizce öldürecekti beni. Karnımın üstünde keskin bir acı hissettim.

Hemen sonra acı kesildi. Saldırganın eli boğazımdan çekildi. İki büklüm olup acı ve öksürükler eşliğinde nefes almaya çalıştım.

“Ne yaptığını sanıyorsun lan, sen? Ne yapıyorsun kardeşime?”

Abim ve saldırgan, bir süre, yumruklarla mücadele etti. Abimin ona doğru hamleler yapmaya devam ettiği bir aralıktaysa saldırgan, yakaladığı fırsatı kullandı. Arkasına bile dönmeden koşarak uzaklaştı.

“Abi,” dedim yüzeysel bir kesik olduğunu umduğum karnımdaki yarayı tutarak.

Hızla yanıma geldi. “İyi misin, Sinan? İyisin değil mi, kardeşim?”

Abime tutundum. Desteğine sığındım.

Oysa abimin her zaman arkamda olduğuna ve beni takip ettiğine sevineceğim gerçeği, aklımın ucundan dahi geçmemişti.

*

On üç yıl sonra,

Günümüz.

İlk defa öldürülmeye çalışılmamın üzerinden on üç yıl geçmişti. Şimdi, on üç yıl sonra bugün, aynı senaryo farklı bir oyuncuyla yeniden karşıma çıkıyordu. Ve ben, bu kanlı hikâyenin içinde yer almaya zorlanıyordum.

Dolaşmayı bırakıp otel koridorlarından birine koyulmuş iki sandalyeden tekine oturdum. Başımı duvara yasladım ve karşımda kalan imzasız tabloya baktım. Ressam, kendini idam eden bir adamı resmetmişti. Sahi böyle bir resim neden bizim otelimizdeydi ki? Neden asılmıştı buraya? Anlamı neydi?

Tabloyu geçtim, asıl, tüm bunların anlamı neydi?

Derin nefesler aldım. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Sadece… Kırıktım galiba. Güzelliğine kapıldığım yılanın zehrini fark edemeyecek kadar kırıktım.

İçimden bir ses ‘belki’ diyordu. ‘Belki yanlış yorumlamışsındır. Belki yanlış anlamışsındır.’

Yanlış anlamamıştım. İnsan, kendi adı ölümle birlikte anıldığında bunu yanlış alamazdı. Eminim.

İşim bu demişti, değil mi? Benim işim bu. Ne yani, Maral’ın işi öldürmek miydi? Ağcılar aşiretinde bir katil mi barınıyordu? Büyük Hanım’ın bundan haberi var mıydı? Gerçi haberi olsa bile… Umursar mıydı?

Hem… Böyle bir iş için kim ödeme yapardı? Daha önce karşıma çıkan saldırgan da ödeme almış mıydı? Yoksa ödemeyi aynı kişi mi yapıyordu?

Onlarca cevapsız soru, beynime baskı yaparak başımı ağrıttı. Annemin sözleri, kulaklarımı çınlattı. Etrafıma büyük bir ağ örülmüştü sanki. Kapana kısılmıştım. Örümceğin gelip beni yemesini bekliyordum bir nevi. Yenmek istemiyordum. Yem olmak istemiyordum.

Hayatım boyunca kötülüğe el uzatmamak için çabalamıştım. Fakat kötülük, bir şekilde gelip de yakama yapışmayı başarıyordu.

Maral’ın uçurum tepesinde titreyen bedeni, gözlerim önüne geldi. Kameramdaki fotoğrafı, burukça gülümsüyordu şimdi. Aldığım yüzük için sevinmesi, vakti zamanında, bin şenliğe bedeldi benim için. Peki, tüm bunlar yalan mıydı? Etrafıma yalan ören bir mimar mıydı, Maral Ağcı?

Muhallebiyi sahiden beğenmiş miydi? Neden beni öldürmekten bahsetmişti? Kahve ze zehri düşündüm durdum. Neyse ki onun elinden kahve içme fırsatım olmamıştı, henüz.

Avuçlarımla yüzü kapatıp alçak sesle söylendim, “Tüm bunlar gerçek mi yani?”

“Müthiş,” dedi ayak sesleri koridorda yankılanan birisi. “Biz yana yakıla seni arayalım, sen de burada boş gezenin boş kalfası gibi otur.”

Avuçlarımı yüzümden çektim. Hafifçe nemlenen gözlerimi öylesine kuruladım ve gelene baktım. “Abi.”

Abim hepten yanıma yaklaştı. Biraz eğilerek sinirinin kırıntılarından nasibini almış kelimeleri yüzüme saçtı. “Sinan,” dedi alay eder gibi. “Günaydın, kardeşim. Balo salonuna ne zaman teşrif etmeyi düşünüyorsun? Maral kendi kendine mi nişanlanacak?”

Keşke kendi kendine nişanlansaydı. O zaman hedef tahtasında ben olmazdım.

İçinde bulunduğum anı yeni yeni idrak ediyormuşçasına sağa sola bakındım. “Nişan,” dedim duraksayarak. “Başladı mı?”

Abim, uzun soluklu bir ıslık çalıyorken elini salladı. “Davetliler salonu doldurdu. İkramların sonuna gelindi bile, oğlum. Neden bahsediyorsun sen?”

Beni kaldırmak için kolumu tuttu. “Hadi.”

Oturduğum yerden kalkmayı açıkça reddettim. “İstemiyorum.”

“Ne demek istemiyorum? Kalksana, Sinan.”

“Abi.”

“Ne var oğlum, ne?”

Abimin sabrını sınadığımı biliyordum. Fakat o balo salonuna adım atmak, dünya üzerinde yapmak isteyeceğim son eylem bile değildi.

Kapı arkasından sesini duyduğum Maral’ın yüzündeki sahte ifadelere maruz kalmak istemiyordum. Bir yüzükle ona bağlanmak istemiyordum. Belki geç kalmıştım. Her şeye rağmen istemiyordum.

“Ben nişanlanmak istemiyorum,” dedim.

Abim biraz duraksadı. Sonra çenesini sıvazladı. Dudaklarını -bağırmamak için olduğunu tahmin edeceğim raddede- sıktı. “Şaka yapıyorsun herhalde. Hiç komik olmadığını bil.”

“Şaka değil, ciddiyim.”

En az, duyduklarımın şaka olamayacağı kadar ciddiydim hem de. “Maral’la evlenmek istemiyorum.”

“Nereden çıktı bu? Şimdi mi aklına geldi itiraz etmek?”

Yanımdaki boş sandalyeye oturdu. “Her şey ayarlandı. Her şey hazır. Şimdi vazgeçemezsin.”

Zaten şu zamana kadar başıma ne geldiyse hepsi, kendimi geri plana atmamdan dolayıydı. “Her şeyden bana ne? Her şey için değil kendim için yaşıyorum, değil mi?”

İşin aslı, belki de bu cümleyi Büyük Hanım’a söylemem lazımdı. Beni korumaya çalışan abime değil.

“Sinan, delirdin mi sen?” diye çıkıştı. Kararlılığımı fark etmiş olmalıydı. “Şu anda vazgeçemezsin. Büyük Hanım infaz kararını verir. O zaman seni ben bile kurtaramam.”

“Kurtarma,” dedim sertçe. Ve ona -gönülsüz olsam da- haksızlık yaptım. “Berdelden kurtaramadıysan, infazdan da kurtarma.”

“Oğlum, açıkladım ya sana,” diyerek ifade etmeye çalıştı kendini. Buna gerek yoktu. Uğraştığını biliyordum. Ancak kızmak, kontrolüm dâhilinde değildi.

“Kaç aydır berdel davası veriyorum ben. Gece gündüz demeden Büyük Hanım’la da babamla da tartıştım. Sadece… Sen yeni öğreniyorsun işte. Olmadı be oğlum.”

“Abi,” dedim bir nevi yalvararak. Zar zor da olsa sakin kalmayı denemeye başlamıştım artık. “Bu evliliği engelle. Bir şekilde engelle, lütfen.”

Duyduklarımı ona söylesem inanır mıydı yoksa beni delirmekle mi suçlardı?

“Sinan, iyi değilsin sen. Nedir yani, korkuyor musun? Evlilikten mi korkuyorsun?”

Tüm riskleri göze aldım. Ve duyduklarımı -üstü kapalı bir halde olsa da- onunla yavaş yavaş paylaştım.

“Evlilikten değil de… Maral’dan korkuyorum.”

“O ne demek? Niye korkuyorsun kızdan?”

“Her zaman arkamda olacağını söylemiştin, abi.”

“Arkandayım,” kolunu omzuma atarak sarıldı bana. “Arkandayım zaten, oğlum. Ne oluyor sana?”

“Abi.”

“Söyle.”

“Maral’la evlenirsem eğer…”

“Eğer?”

“Beni öldürecek.”

“Kim?”

“Maral.”

“Kimi öldürecek dedin?”

“Beni. Beni öldürecek.”

“Saçmalama,” dedi. Güldü.

Sonra durdu ve çatık kaşlarla, sorgulayan ifadesiyle yüzümü inceledi. “Saçmalamıyorsun.” Tuttuğu omzumu sıktı. “Oğlum nereden kapılıyorsun böyle fikirlere ya?”

“Ben kapılmıyorum,” dedi. “Böyle fikirler beni buluyor.”

Pekâlâ, beni delilikle suçlamaya yeltenmese bile inanmamıştı. Zaten böyle bir duyuma hangi aklı başında insan inanabilirdi ki?

“Aptal aptal konuşma, Sinan. Bak iyi dinle beni. Öyle bir şey olacağına ihtimal vermiyorum ama…” iç çekti. “Eğer Maral, seni öldürmeyi denerse önce ben öldürürüm onu.”

Maral beni öldürmeyi denerse ruhu bile duymazdı büyük ihtimalle.

İnanmadım. Yine de inanmış gibi yaptım. Başka çarem yoktu. “Gerçekten mi?” diye sordum.

Samimiyetle gülümsedi. “Gerçekten tabii lan.” Birkaç kez sırtıma vurdu. “Hadi, salona gidelim artık.”

“Gidelim.”

Aynı anda ayağa kalktık. Yürümeye başladık. Sessizdik ancak bir an sonra abimin gözü kolumdaki saate takılmıştı.

“Nereden buldun o eski saati?”

“Annem verdi. Babamınmış.”

“Tuhaf.”

“Neden?”

“Sanki bilmiyorsun. Babam saat takmayı sevmez ki, Sinan.”

Sesli olarak konuşmadım fakat içimden ‘sağ ol, abi’ diye geçirdim. ‘Sağ ol, abi. Tüm dertlerime bir dert daha ekledin.’

Sahi, bu saat nereden çıkmıştı ki? Babama ait olmadığından artık kesinlikle emin olduğum saat, nasıl olur da babama ait olabilirdi?

Çıldırmama çeyrek kalmıştı artık.

*

Balo salonunda olağanüstü bir kalabalık vardı. Masalar tıka basa dolmuştu. Bir an şaşırmadan edemedim. Sahiden çok fazla akrabamız varmış.

Öte yandan buraya girmek, lise koridorlarına geri dönmek gibiydi bana göre. Tüm gözler üzerimdeydi ve nişan töreni bitiminde bütün dedikoduların merkezinde ben olacaktım.

Abimin eşlikçiliğinde, salonun girişinden sonuna kadar yürüdüm. Sahne olduğunu tahmin ettiğim geniş, yuvarlak formlu çıkıntının hemen yanındaki masaya yaklaştık.

Nazar, bir peçeteyi yelpaze yapmış bezginlik dolu nefesler alıyordu. Kemal Ağcı, tüketircesine yeme unvanını -yine- kimseye kaptırmamaya kararlıydı anlaşılan. Soluksuzca yiyordu. Dünyayı umursamak aklına bile gelmiyormuş gibiydi.

Maral ise… Bilmiyorum. Onun oturduğu sandalyeye bakmamıştım.

Bunca kalabalığın içinde yanlarına geldiğimizi ilk fark eden Nazar oldu. “Sonunda,” dedi peçete yelpazesini bırakırken.

Onun bu tavrıysa Kemal’in bana odaklanmasına sebebiyet vermişti. “Sonunda gelebildin mi, Sinan? Ne güzel! Bu kadar adam burada ağaç olduk ya.”

Herhangi bir ağaç, Kemal Ağcı’yı görseydi eğer ağaç olmaktan istifa ederdi.

“Yediğin önünde yemediğin arkanda,” dedim. “Nasıl ağaç olmakmış bu?”

Ve Maral, sesimi duyduğu saniyede dikkatini verebilmişti bana. “Sinan,” dedi yumuşakça. Soğukkanlı ses tonunu rafa kaldırmaya karar vermişti galiba.

Göz ucuyla, yerinden kalktığını gördüm. Yanıma yaklaştı. “Nerede kaldın?”

Koluma dokunmasın diye bir iki adımla uzaklaştım ondan. Ayakkabılarıma bakarak konuştum. “Ben,” dedim. Rahat olmak için gayret sarf ediyordum ancak boşunaydı. “Balo salonunun yerini bulamadım. Abim yardım etti.”

Cevabımın tuhaf kaçmayacağını düşünüyordum. Çünkü zaten günlük hayatta da yönünü kaybetmeye yatkın bir elemandım.

Fakat günlük hayatımdan bihaber olan Kemal Ağcı için her detay ilginçti. “Nasıl yani?” diye sordu. “Sizin oteliniz değil mi burası? Nasıl bulamazsın balo salonunu? Nasıl bulamadın? Yoksa… Dur bir dakika, kaçtım desene sen şuna.”

Sahi neden sürekli kaçmış olmamı umuyordu? Neyi amaçlıyordu? “Kaçmadım, Kemal. Kaçmıyorum. Anla artık şunu.”

“Anladım. Öyleyse kırk yılın başında bir geliyorsun otele.”

“Sus, Kemal.”

Nazar, susmasını istemiyormuş gibi Kemal’in konuşmasına mana kattı. “Kırk yılın başında bir değil, aşkım. Abim otele ilk defa geliyor.”

Aşkım kelimesine karşı yüzümü buruşturdum.

Şimdi de, “Sus,” diyen abimdi. “Sus, Nazar.”

Nazar’ın susmasına gerek kalmadı. O anda Büyük Hanım’ın masaya gelmesiyle herkesi bir suskunluk kaplamıştı. “Buldunuz mu beyefendiyi?”

“Bulduk, Büyük Hanım,” dedi abim.

“İyi. Hadi başlayalım artık. Yeteri kadar bekledik.”

Ve başlamıştık.

Nazar, Kemal, ben ve müstakbel katilim hep birlikte sahneye çıkmıştık. Büyük Hanım dokunaklı bir konuşma yaptı. Aile birliğini vurgulamayı bırakmadı. Sonra yüzükler takıldı. Aslında Büyük Hanım tarafından bakır yüzük almama kızılacağını düşünmüştüm ancak yüzüğün bana uygun olduğuna karar vermiş olmalıydı ki bahsini bile açmamıştı.

Bana ve katilime ait yüzük kurdelesini babam, Nazar ve Kemal’e ait yüzük kurdelesini ise Fahrettin Bey kesti. Yeni bir konuşma daha dinledik. Bol bol fotoğraf çektiler. Aynı oranda alkışlar da dolaştı etrafımızda. Onlarca aile büyüğünün elini öptük.

Bu kadardı. Rolümü gerçekleştirmiştim işte. Hemen akabinde baklavalar dağıtıldı ve Maral benimle konuşmaya yelteniyorken sessiz sedasız çıkmıştım balo salonundan. Onunla konuşamazdım. Henüz değil.

İşim de bitmişti hem. Artık peşimden gelmeyeceklerine emindim.

Otel koridorunu takip ettim öylece. Adımlarımın beni götürdüğü yere gittim. Dakikalar bitiminde, kendimi süs havuzunun başında buldum.

Havuzun sınırını çizen taşın üzerine oturdum. Ve soğuk suyun parmaklarımdan akıp gitmesine izin verdim bir süre.

Şimdilik Maral’dan kaçabilmeyi başarmıştım, evet. Ama kaçamayacağım günler de gelecekti. Belki de annem bunu kast ediyordu. Savaşmamı isterken bunu kast ediyordu. Yoksa o da biliyor muydu?

Bilenler bildikleriyle kalsınlar. Hayatta kalmak için bilmediklerimin peşine düşmem şarttı artık. Abimin konuşmasından anladığım kadarıyla, bu işte tek başımaydım. İlk seferde o kurtarmıştı beni. İkinci seferin gerçekliğine ihtimal bile vermiyordu.

Bozuk paranın marifetine güvenen birisiydim. Cebimi yokladım. Bir bozukluk çıkarttım. Dilek tutmadım ama bozuk parayı havuza attım. Çünkü uğur istiyordum. Uğur diliyordum bir nevi. Bozuk paranın en büyük marifeti.

Maral beni öylece öldüremeyecekti. Onun kurallarına göre oynayabilirdim. Onun kurallarına göre oynamaya kararlıydım. Yani… Umarım.

Madem o bir katildi öyleyse bu hikâyenin iki katili vardı artık. Beni öldüreceği kadar onu öldüreceğime dair söz verdim kendime.

“İki katil,” dedim havuza doğru. “Bir hikâye.”

Yüzümü ellerimin arasına alarak iç çektim. Tabii öncesinde bir katilin el kitabına ihtiyacım olacaktı.

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%