Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. AYKIRI RUHLARIN DANSI

@hayalrafya

Şu bir gerçekti ki; gürültülü gecelerin sonu, asla huzur bahşetmiyordu.

Nişan töreni bitinceye kadar kimi zaman süs havuzunun çevresinde, kimi zaman balkonda, kimi zaman da arka bahçede kaçıp durmuştum. Balo salonuna dönmemiştim. Buna rağmen kaçırdığım bir an olmadığından da emindim. Sonuçta yüzük, parmağımdaydı. Yakın bir vakitte öldürülecek bir insan olarak görevimi yerine getirmiştim. Görevimi yerine getirdiğimden ötürü peşimden kovalayan da olmamıştı.

Sanırım dünya bu şekilde işliyordu. İstediklerini yerine getirdiğiniz sürece insanlar, ısrarlarını yakanızdan düşürüyordu.

Öyle ya böyle, Kemal Ağcı baklava yemeye kendini fazlasıyla kaptırmamış olsaydı kaçtığım gerçeğini yedi cihana duyurmuştu. Kesin.

Pekâlâ, kalabalığa yeniden karışmamakla, ölüm temalı düşüncelerimle ve Maral’ın hayalet varlığını zihnimde kurup durmakla övünüyor olabilirdim ancak gürültülü nişan töreninin yan etkisi, huzurlu bir uyku çekmemi engelliyordu.

Otelden ayrılıp konağa döndüğümüzden beri, karaya vurmuş bir balığın denize ulaşmak için çırpındığı gibi, uykuya kavuşmak için çırpınıp duruyordum. Lakin çırpınışlarımın sonunda karşılaştığım uyarı levhası değişmiyordu. Koca bir nafile.

Yatağımda hafifçe kıpırdandım. Dakikalardır tekrarlayarak yaptığım şeyi yapmaktan vazgeçtim ve sağa ya da sola dönmeyi bıraktım. Gözlerimi sıkıca yummuştum. Açık pencereden odama zıplayan soğuk sonbahar rüzgârına odaklanmaya çalıştım. Ney yapıyordu? Perdeyi uçuşturuyordu. Tiz ıslıklar çalıyordu. Tatlı dokunuşlarını kesmeden yüzüme vuruyordu. Ve kahretsin, beni uyutmuyordu.

Belki de beni uyutmayan etken, Maral Ağcı’ydı. Ya da bir katil olmak yolunda verdiğim ilk karar. “Nasıl katil olacağım ben ya?” dedim kendi kendime mırıldanarak.

Yastığı başımın altından çektim. Yüzümün üstüne koydum. Böylece rüzgârın hem serinliği kaldı hem de tatlı dokunuşları, tenime temas etmeye yanaşmadı. Zihnimde kahverengi bir çit hayal ettim. Uykuya dalmak için koyunları saymanın tam zamanıydı. Ancak aklımın ucunda bir koyunun görüntüsü bile canlanmadı.

Nafile.

Maral’ın bununla nasıl başa çıktığımdan emin değildim. Katil olmaya karar vermek zormuş. Öldürmeyi düşünmek de ölmeyi düşünmek de zormuş. Bir sandık dolusu gizemle uyumaya çalışmaksa daha zor.

Dişlerimi sıktım. Uykuya duyduğum arzuyu yavaş yavaş kaybettim. Yüzüme kapattığım yastığı kenara çektim. Doğruldum. Sırtımı yatak başlığına yasladım ve odamın yarı karanlık yarı aydınlık atmosferinin içinden karşı duvardaki taş rafa, kitaplara baktım.

Bilmediğimiz olgular korkuturdu bizi, daima, değil mi? Maral Ağcı’yı zerre kadar bilmiyordun. Tanımıyordum sahiden. İtiraf etmeliyim, korkuyordum. Duyduklarıma birilerine söylesem inandıramayacaktım kimseyi. Bizzat gidip Maral’ın kendisine beni öldürüp öldürmeyeceğini sormamsa oldukça imkânsızdı. Tüm bunlar kafatasımın içinde barınmaya devam ederse de…

Başımı ellerimin arasına aldım. “Çıldırma, Sinan.”

Her ne olursa olsun Maral hakkındakileri öğrenmem şarttı. Bu uğurda öldürüleceğim gerçeğini paylaşmamak, en büyük gereklilikler arasındaydı. Peki, kim yardım edebilirdi bana? Kim?

O an bir şeyler söndü sanki. Bir şimşek çaktı. Hayır, gökyüzünde değil. Aklımın en ücra köşesinde bir şimşek çaktı. Raftaki beş altı kitabın arasına sıkışmış Sherlock Holmes romanlarını gördüm. Ciltlerine uzun uzun baktım. Hemen sonra, çalışma masasının üzerindeki bilgisayar ilişti algılarıma.

“Tabi ya…”

Bir katili nasıl açık ederdiniz? Polis aracılığıyla. Ya polis, kimlerle çalışırdı? Dedektiflerle. İhtiyacım olan insan, bir dedektifti işte. Bir katile bir dedektif. Nabza göre şerbet dedikleri bu olsa gerek.

Bilgisayarı aldım. Yeniden yatağa döndüm ve başlığa yaslandım. Bilgisayarı dizlerimin üstüne bırakmıştım. Açılmasını bekledim. İnternete bağlanmayı bekledim. Tarayıcının kullanıma uygun hale gelmesini bekledim. Bekledim de bekledim.

Pekâlâ, şu eski teknolojik cihazlar, gelişimin ve ilerlemenin önünde duran yıkılmaz bir engeldi resmen.

En nihayetinde dedektif kiralamak ve türevleri şeklindeki onlarca anahtar kelimeyi –başlığı- aramaya koyulmuştum. Sayısız siteye girip çıktım. Fazlasıyla reklam ve ilan inceledim. Durumu takside bağlayan, bu iş için ekonomik paketler oluşturmuş firmalar bile vardı. Dakikalarımı bilgisayar ekranının karşısında harcadım ve uzun uğraşlar sonucunda rast geldiğim bir sitede karar kıldım.

Aslında önyargılı olmamak, okumadan önce bir kitabı kapağına göre yargılamamak, doğru olan eylemdi. Ancak bu siteyi ismine göre değerlendirmek mecburiyetindeydim. Tilki Dedektifçilik. Maral Ağcı’nın esasında kim olduğunu onlardan başkasının çözemeyeceğine kanaat getirmiştim birden.

Sitede sorulan sorulara göz attım.

‘Peşinizde mafya mı var?’

“Hayır.”

‘Eşiniz sizi aldatıyor mu?’

“Hayır.”

‘Aileniz tarafından sevilmediğiniz için üvey evlat olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?’

“Sevilmiyorum, tamam. Ama üvey evlat olduğumu düşünmüyorum. Üvey evlat olsaydım bana katlanmaya zahmet etmezlerdi sanırım.”

‘Ölmüş bir yakınınızın çözülecek gizemi mi var?’

“Henüz kimse ölmedi. Ama yakında ben öleceğim.”

‘Evleneceğiniz insan bir hayalet mi?’

“Evet,” dedim heyecanla. “Hem de ne hayalet.”

Beşinci soru başlığına tıkladım. Yönlendirdiğim sayfadan iki gün sonrası için bir randevu aldığımda dedektif tilkilerimizden biri sizinle buluşacak bildirimiyle karşılaşmıştım. Hemen alt bölmede yanıp sönen buluşma adresi tanıdıktı. Adres, merkezdeki bir kafeyi işaret ediyordu.

İşte bu kadar.

Bitmişti. Artık rahatça uyuyabileceğime inanıyordum. Bilgisayarı kapatıp kaldırdım. Yastığımın açısını düzelttim. Sakinliği özümsedim ve gözlerimi yumdum.

Peki, ne oldu? Yine uyuyamadım. Çünkü bu kez de komodine koyduğum telefonum titremiş, mesaj geldiğini haber etmişti.

“Hayır ama ya, hayır.”

Ne kadar şikâyet edersem edeyim, memnuniyetsizlik dolu olsam da mesaja bakma dürtümü bastıramadım. Telefonu elime alıp üst paneldeki bildirimin üstüne dokundum.

Gönderen: Maral Ağcı.

Güzel bir akşamın ardından güzel bir gece, değil mi? (00.03)

Benimle irtibata geçmesini beklediğim en son insandı. Maral Ağcı. Tamam, belki evleneceğimiz için benimle konuşmaya çalışması kadar doğal bir eylem olamazdı. Fakat o katil parmaklarıyla bir gece vakti mesaj atacağını düşünmezdim.

Bundan böyle onunla konuşmak meşakkatli olacaktı. Söylediği her kelimenin doğruluğunu sorgulayacaktım. Sahtecilik içinde benimle muhatap olduğunu bilerek yorulacaktım. Evet, bu süreç beni çok yoracaktı. Yine de dayanmalıydım. Artık ailem içinden ziyade kendim için.

Önce rehbere girdim. Onu kaydettiğim ismi değiştirdim. Sonra ben de sahteciliğin bir ucundan tuttum ve dillere destan bir gösteri sergilemeye koyulduk.

Başımı çevirip dışarıda hüküm süren geceye baktım. Ay, yıldızlar, tatlı soğukluk ve gecenin siyahı… Aslında sahiden güzeldi eğer gece, Maral’ın saçlarını anımsatmasaydı.

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Geceyi güzel bulduğumu söyleyemem. (00.07)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Neden? (00.07)

Bir sonraki mesajı, sırf, tepkisini ölçebilmek için yazdım.

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Çünkü birçok kötülüğü içinde barındırıyor. Gece, birçok kötülüğü koruyor. (00.08)

Tıpkı senin saçlarının da katil ruhuna pelerin olduğu gerçeği gibi... Başlarda seni herkese sevimli gösteren bir pelerin üstelik...

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Çok karamsar bir düşünce. (00.10)

Tabii ki karamsar olacaktı. Olmalıydı. Kötülüğü neşeli bulacak değildim. Verdiği tepki ne saçmalıyordu, şimdi? İçimden bir ses usulca fısıldadı: ‘Sakın katilliği haklı çıkarmaya çalışıyor olmasın, Sinan?’

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Neden? Kötülüğün güzel olduğunu mu düşünüyorsun? (00.11)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Geceye önyargıyla yaklaşmamak gerektiğini düşünüyorum. Bakmasını bilirsen, her kötülükte illa ki bir güzellik vardır. (00.12)

Fısıltılarına güvendiğim iç sesimin haklı çıkmasını bekliyordum. Sadece bu kadar hızlı ve erken değil.

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Kötülük sözde güzelliğini kendine saklasın. Ben halimden memnunum. (00.13)

Senden önce de halimden memnundum. Seni benim karşıma hangi cani çıkarttı ki? Neden? Neden ben seçildim?

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Ben de öyle. Ayrıca çok da şanslıyım. (00.14)

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Şanslı mı? Nasıl anladın şanslı olduğunu? (00.14)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Sen anlatıyorsun. Bana baktığın her an, şanslı olduğumu anlatıyorsun. Sen çok iyi bir insansın, Sinan. (00.15)

Ve sen, Maral Ağcı, beni bu dünyadan silmek istiyorsun. İyiler gerçekten önce mi ölüyor, erken mi ölüyor gerçekten? Neden benimle böyle konuşuyor ki? Gerçekten, kahretsin.

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Biraz olsun kötü olabilmek isterdim. (00.17)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

O niye? (00.17)

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Bilmem. Kötülük, hayatta kalmama yardım ederdi belki. (00.18)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Sinan, bir sorun mu var? (00.18)

Duraksadım. Duygularımın yoğunluğuna kapılarak ona karşı beslediğim düşünceleri fazlasıyla belli etmiştim sanırım. Şüphelenmişti. Dedektif onu açık etmeden önce bir katilin şüphelenmemesi gerekiyordu. Yani, sanırım.

Durumu olabildiğince toparlamayı umarak parmaklarımı klavye üzerinde gezdirmeye başladım.

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Sorun mu? Sorun ne demek? Neden sorun olsun ki? Ne gibi bir sorun olabilir ki? (00.20)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Bilemiyorum. Mesela, nişan boyunca benimle hiç konuşmadın. (00.20)

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Kalabalıktan. Tamamen kalabalıktan dolayı. Seninle bir ilgisi yok. Kalabalık beni bunaltıyor, o kadar. (00.21)

Bile isteye alnıma vurdum. Keşke mesajı göndermeden önce saçmalamamayı başarsaydım. Ancak saçmalamak, yırtık çorap gibiydi, ne yapayım. Sökülmüş bir ipi çektiğimde tüm çorap sökülüyordu işte.

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Peki, ya şimdi? Böyle cevaplar yazmana da kalabalığın yan etkisi mi sebep oluyor? (00.22)

Kalabalığın yan etkisi değil, doğrudan senin etkin sebep oluyor yazamadım tabii.

Bakır alyans, yüzük parmağımı sıkıyordu. Birkaç defa çıkartıp taktım. Hayır, bu maddesel bir sıkılık değildi. Yüzüğün ölçüsü tamdı. Sadece… Manevi olarak sıkıyordu parmağımı. Kalben.

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Nasıl mesajlar yazıyorum ki? (00.24)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Fazla umutsuz mesajlar yazıyorsun. (00.24)

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Ne diyebilirim ki, evlilik işte. İnsana birçok şeyi düşündürüyor, Maral. (00.25)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Mesela? Ölümü mü düşündürüyor mesela? (00.25)

Kahretsin ve arkasına bir kahretsin daha. Açık açık yazsam ancak bu kadar net belli edebilirdim herhalde. Konunun kapanması lazımdı. Acilen.

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Canını sıktıysam kusura bakma. (00.26)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Hayır. Seninle konuşmak ve seni anlamak istiyorum. (00.26)

Neden beni anlamak istiyorsun? Beni daha iyi öldürebilmek için mi?

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Bu gece, ben bile kendimi anlayamıyorum. (00.27)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Sinan, ne olursa olsun umut etmekten vazgeçme tamam mı? (00.27)

Maral Ağcı, kapı arkasından bana duyurduklarından sonra umutlarım bir çöp torbasının içine atladı. Sen neden bahsediyorsun?

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Tamam. (00.28)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

İyi geceler, Sinan. (00.29)

 

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

İyi geceler, Maral. (00.30)

Mesaj uygulamasından çıktım. Ekranını kilitlediğim telefonu, aldığım yere bıraktım.

Gözlerimi yumdum. Hiç açmadım. Nihayetinde düşüncelerden, rüyalardan ve kâbuslardan arınmış bomboş bir uykuya daldım.

*

İlk kez bir alarmın homurtusuyla, güneşin rahatsızlık aşılayan ışınlarıyla ya da bitmek bilmeyen kuş cıvıltılarıyla uyanmamıştım yeni güne.

Başımın altındaki yastığın sertçe ve acımasızca çekildiğini hissettim. Hemen sonrasında dış bir kuvvet, olanca gücüyle yastığı yüzüme çarptı. Refleks olarak gözlerimi sıktım fakat gözkapaklarımı aralamadım.

“Amca, uyan,” diyordu Onur’un acele tınılar dağıtan sesi.

“Beş dakika daha,” dedim mırıldanarak. Zaten güç bela kavuştuğum uykuyu öylece kaybetmek istemiyordum. Biraz daha uyumak, uyanmamak, istiyordum.

Onur ise beni uyandırmayı kendine görev biçmişti bile. “Amca, hemen uyan.” Aralıklar yastığı yüzüme çarpmaya devam etti.

Yanağımı yatağa sürttüm. “Hayır.”

Bu defa yastığı çarpmadı. Yastığı yüzüme yüksek bir kuvvetle bastırmaya geçti. “Amca, uyansana ya,” sondaki a harfini uzatabildiği kadar uzattı. Üstelik bağırarak.

Katlanılmaz bir sesi vardı. Nefes almamı engelleyen baskıyı yapmaktan çekinmiyordu da. Uyanmaktan başka çarem yoktu galiba.

Yeğenimin baskıcı gücüne direnerek yastığı yüzümden çektim. İçi acıyan gözkapaklarımı ağır ağır araladım. Yattığım yerden doğruldum ve Onur bir daha almasın diye yastığı kollarımın arasında tuttum.

“Ne oluyor, Onur?” yüzümü ovuşturdum. Daha fazla ayılmaya çalıştım. “Sabah sabah odama gelmişsin, bağırıyorsun. Ne oluyor?”

Durduğu yerde -sabırsızlıkla- zıplamaya başladı. “Önemli bir mevzu var.” Elini yatağıma çarptı. “Ve sen, umursamadan uyuyorsun.”

Benim için önemli olan mevzularla, Onur için önemli olan mevzular arasında dağlar kadar farkın bulunduğundan emindim. Yine de Sevgili yeğenimin dünyasında -akşamdan sabaha- neyin değiştiğini merak etmiştim.

“Neymiş bu önemli mevzu?” diye sordum.

Zıplamayı bıraktı. Ciddiyete kavuştu ve dudaklarını düz bir çizgi haline getirdi. “Beni saklamamız lazım.”

“Neden?”

“Saklanmam gerekiyor diyorum, amca.” Saklanacak yer bulmak amacıyla -dikkatle- odama bakındı. “Bana yardım etmen lazım.”

“Anlamıyorum.” Sağlıklı düşünebilmek için derin nefesler aldım. “Kimden saklanman gerekiyor ki?”

“Babamdan.”

“İyi de neden?”

Zaten açık olan bir şeyi sormuş olmamdan dolayıydı sanırım, abartıyla gözlerini devirdi. “Çünkü saklambaç oynuyoruz.”

Komodindeki telefonuma uzandım. Ekranı açtım. Saat, yediye on kaldığını gösteriyordu. “Bu saatte saklambaç mı oynuyorsunuz?”

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Ne varmış saatte?”

“Okula gitmeyecek misin, sen?”

“Boş ver okulu. Okul sorun değil. Servis gelmeyecek. Babam götürecek beni.”

“Peki, baban işe gitmeyecek mi?”

“Daha yarım saat var.”

Yastığı kenara koydum. Saçlarımı karıştırırken maruz kaldığım cümleleri belirli bir mantık üçgenine yerleştirmeyi deniyordum.

“Yarım saat kalmış. Ciddi ciddi saklambaç mı oynuyorsunuz?”

Yanıma iyice yaklaştı. Sesini fısıltı tonuna taşıdı. “Saklambaç oynamayı başlatmasaydım yumurta yemem gerekecekti.”

Küçük elleriyle pijamamın yakalarına yapıştı. “Bu oyun şart, amca. Anlıyor musun?”

Taşlar yavaş yavaş yerine oturuyordu artık. Onur, kahvaltıdan kurtulmak için deveye hendek atlatmayı göze almıştı çoktan. Oysa vişneli kurabiyeleri yerken böyle değildi.

“Keşke yumurtayı yeseydin, Onur ya.”

“Hayır. Asla. İmkânsız.”

Yanımdan uzaklaştı. Perdenin arkasına girip giremeyeceğini kontrol etti hızlıca. “Çabuk ol, hadi. Beni saklamak zorundasın, amca. Yakalanırsam oyunu kaybederim ve fena şeyler olur.”

Onur’u saklamak için herhangi bir çabaya kapılmadım. Zira biliyordum. Boyut değiştirmesi mümkün bile dahi olsaydı, abim eninde sonunda bulurdu onu.

“Ne gibi fena şeyler olur?” diye sordum.

Okul formasını kızgınlıkla çekiştirdi. “İddiayı kaybederim.”

“Yani?”

“Anlamıyor musun, amca? Yakalanırsam yumurta yemek zorundayım işte.”

Çok geçmedi. Cevap vermeme fırsat kalmadan odamın kapısı tıklatılmıştı. Abim eşikte göründü. “Sobe!” kendi oğluna karşı kazandığı zaferde rahatça sırıtmayı uygun buluyordu.

Onur ağır ağır arkasına döndü. Titremeye başlayan alt dudağını ısırdığına emindim. “Sobe mi?” dedi ve hemen bana çevirdiği bakışlarına tahammülsüzlük ekledi. “Amca ne yaptın sen ya,” a harfini yine uzatmış ve yine kulakları sağır edecek kadar bağırmıştı.

“Bağırma, Onur.”

Babasının uyarısına aldırmayan Onur, bana çıkışmaya devam etti. “Senin yüzünden yakalandım.”

“Annen masada bekliyor,” dedi abim. Fazlasıyla otoriter konuşuyordu.

“Neden bekliyor? Bana yumurta yedirmek için mi?”

“Evet.”

Onur’un hırsı dinmek bilmiyordu bir türlü. Kenara koyduğum yastığı kaptığı gibi bana vurdu. “Hep senin yüzünden amca ya,” sonrası, yeni bir bağırış dalgası...

“Onur, dedim. Bağırmayı kes artık. İddiayı kaybettin.” Abim, başparmağını kapının dışına çevirdi. “Doğruca masaya.”

“Şimdi gidiyorum,” dedi Onur yenilgiyle. “Yumurtayı yiyip geri geleceğim. Bu iş burada bitmedi.”

“O ne demek?” diye sordum.

“Görürsün sen demek, amca.”

“Amcanla düzgün konuş,” dedi abim.

Aldıran yoktu tabii. “Bana ne, intikamımı alacağım işte.”

Babasının bacağına çarpmayı es geçmeyerek çıktı odadan. Oğlunun küskün gidişine karşı başını iki yana sallayan abim ise eşiği geçmiş ve tamamen içeriye girmişti. “Korkma,” dedi. “Bir şey yapamaz.”

Nedense bu sözler, güven duygusunu kabartacak cinsten değildi. Hiç.

“Korkuyorum ama,” dedim itiraf ederek. “Oğlunu küçümseme, abi.”

Ellerimin tersini gözlerime bastırdım. “Bu çocuk asla sana benzemiyor. Yengeme de benzemiyor. Kime çekti acaba?”

Kısa bir sessizlik oldu. Abime baktım birden. O da zaten bana bakıyordu. Aynı anda aynı şeyi düşünmüş olmalıydık. Birbirimize baktığımız sürenin tam ortasında aynı kişinin ismini telaffuz etmiştik çünkü.

“Büyük Hanım.”

“Şaka gibi,” dedim.

Abim de bana katıldı. “Acı bir şaka.”

Yorganı üstümden attım. Bacaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. Annemin hediye ettiği eski saati takmaya koyuldum.

Bu esnada abim, ayakta durmaktan vazgeçmişti. Çalışma masasının sandalyesini çekti ve oturdu. Al yazma ile kapattığım tuval, direkt çaprazında kalıyordu. Gözlerim bir endişe edasıyla abim ve tuval arasında mekik dokudu.

“Uyandırdık mı, seni?” diye sordu.

Omuzlarımı silktim. “Dert değil, kalkacaktım zaten.” tabii iki saat kadar daha uyuduktan sonra.

Başını salladı. Ve biraz sustu. Beni gözlerimde endişe varsa onun gözlerinde ikilem takla atıyordu. “Baksana,” dedi her an vazgeçebilecekmiş gibi. “Bugün şirkete gel, istersen.”

İşte bu, bir milattı. Ve nedensizce rastladığım milatlar, beni daima şaşkınlığın maşası yapardı.

“Hayırdır, neden şirkete davet ediliyorum?”

“Bir şey yok. Havan değişir diye söyledim, oğlum.”

Aslında daveti geri çevirmezdim fakat… “Kemal’in oluğu bir yerde mi havam değişecek?” diye sordum. Konağımıza taşınmayı düşünen kişi, şirkete de çoktan yerleşmemişti sanki. Bu, başından belliydi.

“Tamam,” diyen abim, teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı. “Ne yapacaksın, peki?”

“İşlerim var.”

İşlerimin olduğunu kabul edemedi. “Nasıl işlermiş bunlar?”

Dedektifle yarın buluşacağıma göre… Kaşlarımı kullanarak al yazmalı tuvali gösterdim. “Arkandaki tuvalde çalışacağım.”

Sanki al yazmayı açmasını söylemişim gibi, abimin eli refleks olarak tuvale uzanıyordu ki, “Açma,” dedim hızlıca. Böylelikle hareketini yarıda kesti. Kollarını sandalye kenarlığına koyup ellerini iç içe geçirdi.

Tuval, benim özelimdi. Maral’a dair kanıtlar biriktirmeye başladığım özelim. Abimin çizdiklerimi görmesi fikri, rahatsız ediyordu.

“Sinan, iyisin değil mi?”

“İyiyim tabii, neden?”

İyi olup olmadığımın kontrol edilmesi, sıkmaya başlamıştı. İyi değildim. Olmayacaktım. Öldürülecek bir insan iyi olamazdı. İyi hissedemezdi. Ruhum bunalıyordu ciddi ciddi. Keşke abim bana inansaydı. Tabi o zaman keşke demenin bir mantığı kalır mıydı?

“Hiç,” dedi. “İyi ol istiyorum, oğlum. Ve sadece, hâlâ Maral’ın seni öldüreceğini düşünüp düşünmediğini merak ettim.”

Ölüm, düşünceden ibaret değildi benim için. Tek başıma savaşmam gereken hakiki bir düşmandı. “Sen haklıydın, abi,” dedim konu sakıza dönüşmesin diye. “Evlilik insanı sahiden korkutuyormuş,” bir duraksamanın ardından ekledim. “Tabii oğlundan sonra…”

Gülümsedi. “Güzel,” dedi. Bakışları -nispeten- daha sakindi. “Sevindim.”

Oldukça his bulaştırdığı kelimelerine doğru kaş çatmadan edemedim. “Ne olacak şimdi, sarılacak mıyız?”

Gülümsemesini sildi. “Kendine gel, Sinan. O kadar uzun boylu değil.”

Artık birlikte gülümsüyorduk. Sonra, merdivenleri şiddetle çıkan bir çift ayağın güçlü sesini duyduk. Benzer zamanlarda, başımızı kapıya çevirdik.

Onur, sinsi ifadesi ve kucağındaki kara kedi Cadı ile birlikte girmişti odama.

Kara kedi, Cadı.

Derhal gözlerimi yumdum. Fakat çok geçti. Bir uğursuzluk fırçası gibi etrafı uğursuzluğa boyayan Cadı’yı bir kez daha görmüştüm.

“Abi,” dedim telaşla. “Çıkar oğlunu buradan.”

Abimin sandalyeden kalktığını işittim. “Ne yapıyorsun Onur, sen? Niye getirdin o kediyi?”

“Üzgünüm baba, getirmeliydim. Bunu yapmak zorundayım.”

“Onur, söz dinle. Al o kediyi de çık odadan. Çabuk.”

“Yumurta yedim geldim, baba. Mutlu değilim. Bunu yapmak zorundayım diyorum. Anla.”

“Onur, zor kullanmak istemiyorum bak.”

“Bunu yapacağım ve gidip ağlayacağım.”

Yaptı. Abim durduramamıştı. Onur, Cadı’yı üzerime koydu. Bana saldırması için kışkırttı ve kaçarak odamdan çıktı.

Ölümün eşiğindeki bahtımaysa, birkaç çizgi uğursuzluk daha çekildi.

*

Hava soğuktu. Tişört giymiştim. İnce bir kazak giyebilirdim aslında. Ancak kollarımı boydan boya kaplayan kesiklerin üzerini kapatmak, fena halde canımı yakmıştı. Yüzüme sıçramış olanlardan bahsetmiyordum bile. Abim, Cadı’yı benden koparmayı başarıncaya kadar feci raddede tırmalanmıştım çünkü.

Odamdan çıkıp ahşap merdivenleri indim. Konakta yine bir sessizlik dolaşıyordu. Zaten saat sekiz buçuğu vurduğunda, taş duvarların arasında pek fazla kimse kalmıyordu.

Mutfak tarafından sesleri yükselen Nazar ve Şehla hariç…

“Bak bu karede de çok güzel çıkmışım,” dedi Nazar.

Şehla, imrenerek iç çekti sanki. “Elbisen de çok yakışmıştı abla, sana.”

“Tabii yakışacak, kızım. Güzele ne yakışmaz, değil mi?”

Büyük ihtimalle nişan hakkında konuşuyorlardı.

Avluyu geçip mutfağa girdim. Yemek masasına karşılıklı oturmuşlardı. Önlerinde kahve, ellerinde deste deste fotoğraf vardı. Her birine bakıyor, en ince ayrıntısına kadar yorumluyorlardı.

“Günaydın,” dedim içeri girdiğimi fark etsinler diye.

Başlarını senkronize bir şekilde kapıya çevirip yüzüme baktılar.

“Abi,” dedi Şehla. Yüzümü görür görmez ayağa fırlamıştı. “Ne oldu sana?”

Canımı acıtsa da gülümsedim. “Onur,” dedim asma kattan aşağı inerken. “Sabah sabah sürpriz yapmak istemiş.” Ve yemek masasındaki boş bir sandalyeye oturdum.

Nazar gürültüyle kahvesini yudumladı. Başını ağır ağır sallıyordu. Şehla’nın aksine, telaştan ıraktı. “Sizin o yüzden sesiniz yükseliyordu.”

“Hiç sorma,” diye mırıldandım.

“Sen bekle burada,” dedi Şehla. Bir yere gitmeye niyetim de yoktu zaten. “Merhem getiriyorum hemen,” koşarak çıktı mutfaktan.

Kısa bir mühlet için gözlerimi yumdum. Yorgunluk ve acı, geliştirilmiş bölüm sonu canavarı gibiydi. İş birliği içerisinde, canımı tüketiyorlardı.

“Kahvaltıyı kaçırdın bu arada,” dedi istifini bozmayan Nazar. “Bir şeyler hazırlayayım mı, yer misin?”

Kibarlık yapmaya çalışıyordu. Dikkatimi ona verdim. Yumuşak ve düşünceli terimlere pek bir zıttı kardeşim. Şimdi, yumuşak ve düşünceli tavrının kaynağı neydi acaba?

“Evet dersem,” dedim sorgularcasına. “Sahiden bir şeyler hazırlayacak mısın?”

“Hazırlayacağım tabii.”

Fincanını kahve tabağına bıraktı. Ayağa kalktı. Buzdolabını açtı. Resmen benim için yiyecek bir şeyler hazırlamaya girişmişti.

Nedenini hemen sonra öğrendim. “Sonuçta, Kemal’in konakta yaşamasını kabul etmişsin.”

Yüzüme şaşkınlık ifadesi yerleşti. Yerleştiği gibi gitti. Zira herhangi bir ifade çeşidini yüzümde taşımak canımı yakıyordu. Kendimi ifadesiz kalmaya mecbur kıldım.

“Kabul mü etmişim?”

“Evet, teşekkür ederim abi.”

“Kim söyledi sana kabul ettiğimi?”

“Kim söyleyecek, Kemal söyledi.”

“Söyler,” dedim yüzüme yansıtamadığım öfkenin pençesine yapışmışken. “Kesin söylemiştir.”

Belki yerel gazetede duyuru bile yayınlatmıştır.

Nazar, ocağın altını açmışken yarım bir halde arkasına dönüp kısaca bana baktı. “Buraya taşınacak ya… Ay abi, nasıl heyecanlanıyorum bir bilsen.”

“Ben de,” dedim doğallıktan uzak. “Ben de heyecanlanıyorum. Çok heyecanlanıyorum hem de. Kemal Ağcı gibi bir insanla aynı çatı altında yaşayacağız, değil mi? Heyecanlanmamak mümkün mü?”

Düpedüz dalga geçiyordum. Fakat Nazar anlamadı. Bana doğru gülümsedi ve benim için bir şeyler hazırlamaya devam etti.

Başta şaka olduğuna inanmak istemiştim. Değildi. Şimdiyse gerçek oluyordu. Kemal Ağcı, resmen Lehçiler konağına taşınacaktı. Kimse durdurmuyordu.

Bir noktada, Cadıya bile tahammül edebilirdim. Kemal Ağcı, tahammül sınırlarımın hepten ötesindeydi.

“Geldim,” dedi Şehla bir duyuruyla. Yanımdaki sandalyeyi çekti ve yüzümü kendisine çevirip kısaca inceledi. İncelemesinden memnun kalmadığı belliydi.

“Ay çok kötü olmuş, abi ya,” merhemin kapağını açtı. “Maral çok endişelenecek.”

Akşam yatıyordum: Maral. Sabah kalkıyordum: Yine, Maral. Adının ve varlığının bundan böyle sürekli karşıma çıkacağını biliyordum da… Sadece, oyuna başlamadan önce biraz olsun molaya ihtiyacım vardı işte.

“Biz yeniden karşılaşıncaya kadar yaralar geçer,” dedim üstünkörü bir şekilde. “Endişelenmez.”

Bir cerrah titizliğiyle merhemi yüzüme süren Şehla’nın parmakları duraksar gibi oldu. “Sanmıyorum.”

“Anlamadım?”

“Akşama kadar yaralarının geçeceğini sanmıyorum, abi.”

“Neden? Ne var ki akşam?”

Ocağın başında bir şeyler kızartan Nazar, çabucak, konuşmaya dâhil oldu. “Ağcı ailesini çaya çağırdık,” dedi keyifle.

Onun keyfi yerindeydi. Benim keyfim, Kaf Dağı’nın ardındaki deve esir düşmüştü. “Neden? Neden çağırdınız ki? Daha dün birlikteydik.”

Nazar, itirazlarımı kesinlikle kabul etmedi. “Dünü bugünü mü var, abi? Akrabayız biz artık. Sık sık görüşeceğiz.”

Dedektifle daha önce buluşabilmeyi isterdim. Maral’ı görmeden önce…

Bozulan moralimi fark eden Şehla, “Ne o,” diye sordu. “Memnun olmadın mı?”

Müstakbel katiliyle çay içmek hangi insan evladını memnun ederdi ki?

“Boş versene Şehla ya,” diyerek geçiştirdim. Merhemin acılarımı dindiren serinliğine odaklandım.

Sonra bakışlarım, kahve fincanlarının arasındaki fotoğraf yığınına takıldı. “Onlar ne?”

“Nişan fotoğrafları,” dedi Nazar.

“Bu kadar çabuk mu getiriyorlardı?”

Merhem sürmeyi kesmeyen Şehla yanıtlamıştı bu kez de beni. “Büyük Hanım’ın talimatları varmış,” dedi. Yanıtı fazlasıyla yeterliydi.

Ocağı bırakan Nazar, yığının arasından bir fotoğraf çekti. Görebileceğim şekilde önüme bıraktı. Maral ve bana ait olan bir fotoğraftı bu.

“Çirkinsin falan ama,” dedi doğrudan. “Yakışıyorsunuz, abi.”

Fotoğrafı elime alıp baktım. Nazar’ı tekrar ederek, “Yakışıyoruz,” dedim.

Katilim bana yakışıyordu. Ben, katilime yakışıyordum. Benim dünyamdaki şansın tanımı, işte buna tekabül ediyordu.

*

Dışarıda şiddetli bir yağmur yağıyordu. Öyle ki göz gözü görmüyordu. Sanki yağmur, birine kızmıştı da acısını dünyadan çıkartıyordu. Mardin sokakları, buz gibi damlalara esir düşmüştü.

Yağmur kadar özgür olabilmeyi isterdim. Kızgınlığımı dilediğim sertlikte dışarı vurabilirdim ve kimse benden hesap soramazdı.

Sinan Lehçiler kimliğinden bağımsız bir hayat sürmek. Yağmur olmak. Hayal etmesi sahiden güzeldi. Fakat hayal aleminde değil katı bir gerçekliğin içinde yaşıyorduk, değil mi?

Tabii ne denli yağmur olmak istersem isteyeyim, yağmuru pek sevmezdim. Sevmediğimin yerine geçmeyi isteyecek kadar umutsuz bir vaka olup çıkmıştım. Maalesef.

Salondaydık. Cam kenarındaki üçlü koltuğun köşesinde oturuyor, tül perdenin ardından -neredeyse- sel altında kalmış sokağı izliyordum.

Annem, yengem, Büyük Hanım, Bahriye Hanım ve kızlar koyu bir sohbete kapılmıştı. Nişan dedikodusunu yapıyor, biraz da düğün hakkında konuşuyorlardı.

Onur yine bir masanın altına saklanmıştı. Babam, abim, Fahrettin Bey ve Kemal ise şirket meselelerine gömülmüş durumdaydı. Aralarında karışmayı tercih etmemiştim. Şirket işlerinden anlamadığımı saklayacak değildim artık. Anladığım tek şey şövalenin karşısına geçip tuval boyamaktı.

Konuşmuyordum. Herhangi bir gruba dâhil olmuyordum. Ağcılarla çay ayarlanmıştı, değil mi? Oturmuş çayımı içiyordum işte. Konuşmama gerek yoktu. Zaten konuşmaya niyetim de yoktu.

Ta ki kapı tarafındaki sandalyelerden birine oturmuş Maral’ın mesajı telefonuma düşüp de beni bir sohbetin içine itekleyinceye değin.

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Yağmur yağıyor. (21.03)

Açıkça belli olan hakikati neden yazdığına anlam veremedim.

Gönderilen: Müstakbel Katilim.

Evet, yağmur yağıyor. (21.04)

 

Gönderen: Müstakbel Katilim.

Bu yağmurun altında, benimle dans eder misin, Sinan? (21.05)

Başımı telefon ekranından hızlıca kaldırdım. Ve onun salon ışıkları altında kalmış yüzüne baktım.

Gülümsüyordu. Çok sık gülümsüyordu. Bunca gülümsemesi ne anlatıyordu?

Dudaklarımı gerginlikle ısırmadan edemedim. Attığı mesajı neye yormalıydım? Bir çeşit meydan okumaya mı? Katiller kurbanlarına meydan okur muydu ki?

Telefonumu kenara bıraktım. Basitçe hayır yazarak bir karşılık mesajı gönderebilirdim ona. Yapmadım. Yapamadım. Çünkü korkuyordum. Ve Maral’dan kaçtıkça korkum, katlanarak baskı kuruyordu bana.

Ayağa kalktım. Kısaca ona bakarak salondan çıktım. Kimse nereye gittiğimi sormadı. Fark edilmemek, ilk kez, işime geldi. Çabuk adımlarla avluyu kat ettim. Akabinde dış kapıyı açıp sokağa inmiştim.

Ayağım sokağın taşıyla buluştuğu anda -neredeyse- sırılsıklam olmuştum. Sertçe düşen yağmur taneleri, Cadı’nın koluma ve yüzüme bıraktığı izleri yakıyordu resmen.

Ellerimi pantolonumun ceplerine yerleştirdim. Sokağın ortasına kadar yürüdüm. Etrafa park etmiş birkaç araba haricinde sokak boştu. Sonra yazısız mesajımı almış olan Maral, yanıma geldi. Sokak, bir katilin mevcudiyetiyle -adeta- şenlendi.

“Sinan,” dedi. Belli ki ona döneyim diye.

Döndüm de. Konak kapısının kenarındaki çıkıntıdan aşağı indi. Buz gibi gülümsemesi geçmek bilmiyordu. Katiller hep böyle mi takılıyordu? Tüyler ürperten gülümsemeler eşliğinde yani.

Yanıma kadar geldiğinde başımı hafifçe eğip bakışlarımızı mecburiyetle birleştirdim. “Sahiden dans mı edeceğiz?” diye sordum.

Suyla ağırlaşarak yüzüne yapışmış gece siyahı saçlarını geriye çekti. “Neden olmasın? Yağmurda dans etmeye bayılırım ben.”

Başını yukarı kaldırıp karalar bağlamış gökyüzüne -damlaların kabul ettiği ölçüde- bakmaya çalıştı. “Katarsis seansındaymışım gibi hissettirir hep.”

Nefes alışverişim sıklaştı. “Arındığını hissettiriyor,” dedim alçak perdeden. Sanki bir katilin arınabilmesi mümkünmüş gibi. Sahi, mümkün müydü ki? Katiller ve arınmak.

“Evet,” dedi. Yapaylığından yüzde yüz emin olduğum gözlerindeki bakışına heves eklemişti. Tek elini tutmam için uzattı. “Ne diyorsun, beyefendi bu dansı bana lütfedecek mi?”

Pek yakında beni öldürecek olan eline dokunmamı istiyordu. Üstelik işin hiç şakası yoktu. Gerginliğim arşa çıktı. Korkum tarafından aşağı atıldı.

“Müzik yok,” dedim bir çareyle kaçabilmek için.

“Bahane bulma, Sinan.” Biraz daha yaklaştı bana. Biraz ve biraz daha... “Yağmurun sesini müzik kabul edebiliriz.”

Yutkundum. “Öyle olsun.”

Öyle de oldu. Maral, beni beklemedi. Pantolonumun ceplerindeki ellerimi bizzat çıkardı. Ve ıslak kıyafetlerinin sardığı beline yerleştirdi. Hemen ardından topuklu ayakkabılarının ucunda yükseldi. Boynuma tutundu. Avuçlarını enseme bastırdığını hissettim.

Ya onun yakınlığından ya da yağmurun arsız hızından dolayı, bilemiyorum. Ancak bedenime işlemiş yaralar yanma şiddetini arttırmıştı.

Yaraları unutmaya çalıştım. Maral’a itaat ettim. Dans etmeye koyulduk. Peki, beni öldürmek için geldiğinde. O zaman da böyle itaat mi edecektim?

Gök gürledi. Şimşek çaktı. Bir anlığına ortamı beyaz bir ışık bürümüştü. Katilimin gri gözleri, tüm beyaz ışığı içti sanki. Hipnotize olmamak ne mümkündü. Ona baktım durdum. Benim yaptığımı yapmadı. Bakışlarını hiç kaçırmadı.

Yağmurun sesini bastırmamaya özen göstererek, “Sen peki,” diye sordu. “Sever misin yağmuru?”

“Pek sevmem,” dedim çatlak bir tonlamayla.

“Neden?”

“Senin aksine, yağmur bana arındığımı hissettirmiyor. Islatıyor ve bu, daha çok ağır hissetmemi sağlıyor.” Kısaca duraksadım. Saçlarımdan süzülen suların onun saçlarına akışına kapıldım. “Gökyüzünün gözyaşlarıyla boğuluyormuşum gibi.”

“Hüzne boğulmak gibi mi?” diye sordu.

“Gibi.”

Alnını alnıma bastırmaktan geri durmadı. Kendini koruması gereken bir durum olmadığından olsa gerek, bana saldırıyordu devamlı. “Yazık,” dedi fısıldayarak.

“Neden böyle dedin?”

“Yağmuru sevmemen çok yazık, Sinan Lehçiler.” Parmaklarını ensemdeki ıslak saçlarda dolaştırdı. “Oysa sen, yağmura çok yakışıyorsun.”

Alnımı alnından çekmeye çalıştım. Müsaade etmedi. Yutkundum. Bir şimşek daha çaktı. Ruhuma ağlama isteği dolandı ve bedenimi sıktıkça sıktı. Sanki sarmaşıktı.

Maral Ağcı, burnuma dolan enfes parfümü, yakınlığı ve hayran kalınası güzelliğiyle beni ölüme sürüklüyordu resmen.

“Maral,” dedim.

Konuşmamı duymak istiyormuşçasına konuşmaya teşvik etti beni. “Efendim, Sinan?”

“Çok farklı düşüncelerin var.” Ona bakmaya dayanamadım ve gözlerimi kapattım. “Zorla evleneceğin adama iltifat ediyorsun.”

“İltifat etmiyorum. Gördüklerimi söylüyorum. Yağmura yakışan en güzel varlık sensin, Sinan.” Tırnaklarını hafifçe saçlarımın arasına bastırdı. Hislerimi kanattı.

“Ayrıca,” dedi yumuşak sesiyle ekleme yaparak. “Bazı kötü olaylar, vakti geldiğinde iyi yola sapar. İnan buna.”

İnanacağım şeyler, artık, koca birer muamma.

“Berdel bizim için iyi mi olacak diyorsun?”

“Sen demiyor musun?”

Katılmadığımı ifade etmek amacıyla, “Maral,” dedim yeniden.

İşaret parmağını dudaklarımın üzerine koydu. “Sadece dans et benimle, Sinan.”

Sadece dans ettim onunla. Zehir gibi bir efsunun, sicim gibi bir yağmurun altında…

Derken parmaklarını yüzümdeki kesiklerde dolaştırdı. “Canın çok yanıyor mu?”

Konağa geldiği ilk anda da yaralarımla ilgilenmişti fakat bu defa daha samimiydi sanki. Ya da ben daha samimi olduğunu düşünüyordum.

“Çok yanıyor,” dedim. Yaralarımı kast etmedim.

“Sinan, söylesene neden böylesin?”

Gözlerimi açıp yüzüne baktım. Bir cambazdı. Şu anda, benim için, nasıl bir gösteri sergiliyordu acaba?

“Nasılım?”

“Yaralarınla bile, hayatımda gördüğüm en güzel şeysin?”

İç çektim. Kokusu, ciğerlerime daha güçlü işledi. “Tuhaf.”

“Nesi tuhafmış?”

“Genelde çirkin olduğumu söylerler.”

Kaşları çatıldı. “Karşıma çıksınlar da öyle söylesinler bir de. Genele karşı çıkmaya razıyım.”

Umutsuzluğa tekrar tekrar sığındım. “Yapma. Onca insana karşı çıkamazsın, Maral.”

“Çıkarım,” dedi. Kararlıydı. “Sen, daha benim kim olduğumu bilmiyorsun.”

Ve bana sıkıca sarıldı.

‘Haklısın,’ diye geçirdim içimden. ‘Ben, daha senin kim olduğunu bilmiyorum.’

Maral’ın sarılışına karşılık verirken daha net anlamıştım. Onun kim olduğundan bihaberdim ancak aykırı ruhlara sahip olduğumuzdan emindim.

İki aykırı ruh, tek bir dansta buluşmuştuk.

Kötü son, beklemedeydi. Bu masalın sonunda bir ölüm gerçekleşecekti. Eh, an azından aykırı ruhların dansı mutlu sonla bitmişti.

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%