@hayalrafya
|
Prens olsaydım, beyaz atım emrime amade bir şekilde kapının önünde otlasaydı eğer hiç acele etmezdim. Çünkü bilirdim, şans daima prenslerden yanaydı ve hepsi de sonunda kızı kurtarırdı. Ancak benim durumumda şans, güzel bir masalın kuyruklu yalanıydı. Kız uçurumun tepesinde durmaya devam edip rüzgârla kucaklaşıyorken çabucak ayağa kalkmıştım. Ağlamayı unutmamın üzerinden üç dakika geçmişti belki. Karşımda, bir insanın kendisini öldürebileceği düşüncesinin dehşetine kapılmıştım. Uçuruma tırmanan taşlı yola süratle ilerlemeye geçer geçmez durdum, geri döndüm. Tuvallerimi pişiren ateşin başına buyruk davranmasına izin vermezdim. Aksi takdirde hemen bitişikteki ormanın akıbeti, kavrulmaktan ibaret kalırdı. Al yazmayı kenara koyul yerden toprak avuçladım. Ateşin üzerine attım. Bu hareketi art arda tekrarlıyorken ara sıra da dönüp kızın durumunu kontrol ediyordum. Hâlâ oradaydı. Sanki ona gelmemi bekliyordu. “Sön artık…” ateş, cümleme aldırmadı. Direndi. İçin için yandı. Son nefesini verinceye değin, ustalıkla, alt etmeyi denemişti beni. Fakat bir müddet sonra kaybetti. Söndü. Galiba ateş ve ben aynı kader arabasının yolcularıydık. Üzerine düşünmem gereken bir konuydu bu. Düşünmemeyse müsaade yoktu. Öylesine bıraktığım al yazmayı geri aldım. Uçuruma çıkan taşlı yola saptım. Yağmura aç olan toprağın her karesinde yoğun bir toz vardı. Adımlarım hızlandıkça ayakkabılarıma, oradan da pantolonumun paçalarına sıçrayarak imzasını bırakmayı ihmal etmeyen toz, görünüşümü perişan kılıyordu eminim. Eğer kızın intihar etmemeye ikna olabilecekse bile rüzgârın dağıttığı saçlarım, gözyaşları tarafından zedelenen yüzüm nedeniyle korkuya kapılıp aşağı bırakabilirdi kendini. Korkutmayı değil, onu yaşama teşvik etmeyi seçmiştim. Uçurumun tepesine yaklaştıkça adımlarıma dinginlik verdim. Dağılmış saçlarımı az da olsa düzeltip gözlerimi yeniden sildim. Kararımı vermiştim, evet. Ne olursa olsun kızı hayata dönmeye teşvik edecektim. Filmlerde ve dizilerde gördüğüm ters psikoloji mevzusunun işe yarayıp yaramayacağına da birazdan şahit olacaktım. Riskli bir girişimdi. Kabul ediyordum. Öte yandan riskler olmasaydı galibiyetlerde şaibe kalırdı. Uçurumun tam kıyısına yaklaştım. Biraz arkada, kızın gerisinde kalacak şekilde durmuştum. Elimin üstüne gelişigüzel sardığım al yazmayı refleks niyetiyle sıktım. Yutkundum ve gürültülü olmasına dikkat ederek boğazımı temizledim, aniden konuşmak istemediğim için. “İntihar mı edeceksin?” diye sordum. Kelimelerim sert rüzgâr tarafından baskılanmasın diye hafifçe bağırmam gerekmişti. Beni netçe duydu ya da varlığımı ilk anda fark ettiğinden irkilmedi. Saçları etrafında çırpınmayı sürdürüyorken kollarını aşağı indirdi. Adımlarının az da olsa geri çekilerek uçurumdan ayrıldığını gördüm. “Çok mu belli oluyor?” dedi. Sesi kırık çıkıyordu. Sanırım bugün, ağlayan tek kişi ben değildim. Esinti bir hayli yüksekti. Düzgün bakabileyim diye gözlerimi kıstım. Onun görüş alanında olmadığımı bilsem de sağa sola bakınarak çıkarımımı paylaştım. “Rüzgâr sert,” rahat konuşmaya özen gösteriyordum. “Atlarsan, yüksek ihtimalle savrulursun. Kayalara çarparsın.” Dediğim bir komutmuşçasına başını eğdi. Uçurumun altına, öteye baktı. Çıkarken gördüğüm sivri kayaların uçlarını ezberlemeye çalışırcasına uzun bir bakıştı saçtığı. Sonrasında sırtını dikleştirdi. Güçlü taklidi yapmaya programlanmış, ipi kesik kuklaydı sanki. “Şu saatten sonra umurumda değil.” Yaşamanın gerçekten umurunda olduğunu başka türlü de belli edemezdi zaten. “Kesin yani,” dedim. “Öldüreceksin kendini.” “Öldüreceğim kendimi.” Yavaşça dönmüştü yüzünü bana. Kaşları çatılmış, sinirli bir ifadesi vardı. “Ne sanıyorsun? Şakaya mı benziyor bu gördüklerin?” Dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrıldı. Kendimi tutmadım. Gülümsedim. Avucumdaki al yazmayı kırıştırırcasına sıkmaya devam ettim ve onun siyah tonlu saçlarına yakışarak iyi bir iş çıkarttığını düşündüm. “Bu gördüklerim şakadan çok şova benziyor.” Uçurumun altındaki yangını söndürmüşken uçurumun üstündeki yangına körükle gidiyordum. Böylesine bir çatışma yumağı tarafından sarılmasaydı hayatım, daha hızlı ve daha doğru akardı belki. Kız, burnunu kırıştırdı. Yüzün buruşturdu. Kafasına belli bir kalıp koymuştu. Ben o kalıbın dışından konuşmuştum. Bunu görüyordum. “Ne saçmalıyorsun sen?” diye sorduğunda ellerini saldırı pozisyonuna getirdi. Başımı yana doğru eğdim. İsmini bilmediğim bu kızın duygularını altüst etmekti niyetim. İntihar edeceğine inandığım için değil de, aslında intihar etmek istemediğini açık ve net görebilsin diye. Çünkü hayattan silinmeyi düşleyen insanlar bile vazgeçirilmeyi umut ederdi bir yerde. Ne denli zehirlenirse zehirlensin umut, yeryüzünün soyu tükenmeyecek tek meyvesiydi neticede. “Uçurumun tepesinde şov yapıyorsun diyorum. Sadece bekliyorsun. Bekledikçe kararsızlığın artar,” diyerek sıfır tecrübe ile tecrübeliymişçesine devam ettim sözlerime. “Ve kararsızlık, seni ölümden vazgeçirebilir.” Giydiği elbise, yazmasıyla aynı tonlarda buluşmuştu. Siyah saçlarının etkisi, görenleri hayran bırakacak bir etkiye tutunmuştu. Griye bulaştığını tahmin ettiğim gözleri titriyordu sanki. Söylemese bile korkuyordu. Acaba hissizleşmeyi arzulayan yüzünün ardında nasıl bir hikâye taşıyordu? “Git başımdan,” dedi. Tersini yapmakta üstüme tanımazdım hani. “Karasızlığın seni vazgeçirmesini istiyor musun?” Avuçlarıyla yüzünü kapattı. Kalbi, dörtnala fırlamış olmalıydı. Onun için sanat galerisi müdürünün yerine koyuyordum kendimi. Sınıyordum varoluşunun emellerini. “Vazgeçmek istesem neden buraya çıkayım?” kendisi değil, kelimeleri ağlıyordu. “Öyleyse,” dedim. Birkaç adımla ona doğru mesafe kat ettim. “Seni aşağı itmeme izin ver.” “Ne?” sorusuyla çığlık attı aniden. Omuzlarımı silktim. Kayıtsızlığım fazla sahiciydi ki bir an için kızı bilhassa aşağı itebileceğim fikrine inanıvermiştim. “Kolay olur,” elimdeki yazmanın parmaklarım arasından taşan kumaşı esintiyi fırsat bilip sallandı. “Anlamazsın bile.” tozlu ayakkabılarım torba torba toza biraz daha sarındı. Kıza doğru ilerledim. “Hızlı davranırım.” Kollarımı öne doğru uzatmıştım. Tehditkâr görünüyor olmalıydım ki kızın kirpikleri irkildi sanki. Şu anda kendisini düşürebilecek rüzgâra sığınıyordu. “Sonda ufak bir acı hissedebilirsin belki ama,” daha fazla yaklaştım ona. “Gözlerin kapandığında canın gibi acı da yok olur.” Cümlelerim ve ben, eş zamanlı olarak kızın üzerine yürüyorduk. Al yazma ise kendi halinde bir dramın peşine takılmış, uçuşuyordu. “Ne saçmalıyorsun sen ya? Hasta mısın?” dedi. Uçurumun eşiğine çokça yürüdü. “Yaklaşma bana.” Yine, direktifinin tam tersine uydum. “Sakin ol,” tıpkı olduğum gibi. “Profesyonel olmasam da seni aşağı itebilirim.” Onu aşağı düşmekten men edebilirdim. “Yaklaşma diyorum.” Elinin tekini beni durdurmayı planlayarak öne uzattı. “Uzak dur benden.” “Niye?” diye sordum. Kızgındım. Ne yaşamış olursa olsun, ne yaşayacak olursa olsun, değerini ölümle eşitleyebilmesine kızmamak mümkün değildi. Yoksa ben, defalarca ölmüştüm. “Ölmek istediğini sanıyordum.” “Be-ben…” bir şeyler demeye çalıştı. Diyecekleri yarım kaldı. Gözlerini sıkıca yummuştu. Dengesi sarsılır gibi olduğunda adımlarıma acele etmelerini buyurdum. “Epey kararlı konuşuyordun,” aramızdaki mesafe gittikçe eriyordu. “Sana yardım etmeye çalışıyorum.” “Yaklaşma bana.” Yaklaşmıştım bile ona. Sertçe kolunu tuttum, tuttuğum kolunu kendime çektim. Rüzgâr coşmaya ara vermedi. Kendimle birlikte kızı da uçurumdan almış olmama ağıt yakıyordu adeta. “Tamam,” dedim elimi kızın beline koyarken. “Tamam, geçti.” Bilinçsizce sarılmıştı bana. Aynı şekilde ona karşılık verirken ekledim. “Artık sahiden sakin olabilirsin.” Ondan önce kendi dediklerimi takip ettim. Sakin oldum. Sanat galerisinde ayrıldığımdan beri ilk defa sakince nefes alıyordum. “Korkuyorum,” dedi ağlayarak. Mengene misali yapışmıştı boynuma. “Çok korkuyorum.” “İşte bu,” kısaca gülümsedim. “Fazlasıyla belli oluyor.” Alnını omzuma yasladı. Taze gözyaşları, ceketimin kumaşını ahenkle suladı. “Ölmek istemiyorum.” “Ölmeyeceksin,” diyerek telkin ettim onu. “En azından bugün değil.” Boynuma sarılmasına ses çıkartmayacaktım, tabii işe tırnaklarını da katarak beni boğmaya çalışmasaydı. “Ama ellerini gevşetmezsen ben öleceğim.” “Af edersin,” dedi hızla. Elektrik çarpmışçasına ellerini boynumdan çekiyorken dengesi onu düzgün tutamamış olacak ki neredeyse düşüyordu. “Uzaklaşalım mı buradan.” Yeniden rüzgâra kapılmasın diye kolunu sıkıca kavradım. “Bir kaza çıkmadan…” “İyi de… Beni aşağı itmeyecek miydin?” İnandığına inanamıyordum. Ayaklarının üstünde sabit bir halde durabildiğinden emin olduktan sonra ona dokunmayı bırakmıştım. “İtmeyecektim,” dedim. “Yaşamanın önemini fark etmeni istedim.” “Teşekkür ederim.” “Gidelim mi artık?” * Uçurumun kenarına kadar yürümek güç olsa da geri dönmek kolaydı. Yeni bir düşme tehlikesi daha atlatmaktan çekindiği için elimi tutmak istemişti. Bense elimi kendime saklamış, tutmasına müsaade etmemiştim. Çünkü her zaman bir destek bulamazdı. Kendi kendinin desteği olmak zorundaydı. Tıpkı benim, evrene karşı tek başıma sürdürdüğüm var olma savaşında yaptığım gibi. “Titriyorsun,” dedim. Yakınlardı bir ağacın altına oturmuştuk. Ağacın pütürlü gövdesi, aynı anda sırtımızı yaslamamıza yetecek kadar büyük; birbirimizden uzakta oturamayacağımız kadar da küçüktü. Omzu, omzuma değiyorken titrediğini anlamak, ustalık gerektirmiyordu yani. “Biraz önce ölümden döndüğüm içindir,” dedi. Sanki onu intihar etmeye ben sürüklemişim gibi konuşması tuhaftı. Yine de üstelemedim. Yaslandığım gövdeden az biraz doğrularak ceketimi çıkartmaya yeltendim. “Ceketimi vereyim mi?” “Epey centilmensin.” İltifatını geri çevirmeyerek gülümsedim. “Şartlar izin verdiği ölçüde işte…” Ceketimi tamamen çıkartacağım esnada koluma dokunarak beni durdurdu. “Hayır, üşümek istiyorum.” Israrcılığa yeltenmeyerek ağacın gövdesine yaslandım yeniden. Yazmasının kumaşını parmaklarım arasında dolaştırmaya başladım. “Canlı hissetmeye ihtiyacın var, değil mi?” “Galiba.” Sonrasında susmuştuk. Kendini toparlayabilsin diye konuşmadan beklemiştim. Uçurumda dört dönen kuşları seyrettik. Batan güneşin soluklaşan ışıklarını gözledik. Neler düşündüğünü tahmin edemiyordum ama ben o esnada hiçbir şey düşünmüyor, yalnızca boşluğu dinliyordum. Ta ki adını sanını bilmediğim kızın titremesi, ipi biten mum misali ağır ağır kayboluncaya kadar. “Sabırlı biriyimdir,” dedim. Sessizliğin yayılmış olduğu gerçeği, konuşmamı ortama yakıştırmıyordu. “Beklerim. Ama neden uçurumu ziyaret ettiğini şimdi anlatmak istersen…” başımı ondan tarafa çevirdim ve zaten ilgiyle beni seyreden bakışlarına hitaben ekledim. “Beni bozmaz. Dinlerim yani.” Gülümsedi. Sıcak ya da dostane bir gülümseme değildi. Soğuktu. Altında bir şeyler gizleniyor gibiydi. Çözemedim. Hikâyesini anlatmaya koyuldu ancak ben, hâlâ çözemediklerimdeydim. * İnsanların yaşamı yansımadan rol çalardı. Birinin aksi, bir başkasının aslı konumunu kapardı. Bu yüzden olayların çoğu, tecrübelerin büyük kısmı aynı kapıya çıkar; onları farklı kılan, eşsiz karakter yapıları olurdu. Yabancı kızın sakladıkları ve karakter yapısı hakkında bir yorumda bulunamazdım. Onu tanımaktan fersahlarca uzaktaydım. Fakat kendisini uçuruma çeken neden, Mardin’deki çoğu aşiretin atıp tuttuğu töreden ibaretti. Ailesinin başka bir aile ile berdel yapacağını, onu istemediği birisi ile evlendireceklerini söyledi. Evlenmektense ölümü daha cazip bir seçenek olarak değerlendirdiğinden bahsetti. Kurtarıcı değildim. Kurtarıcı olsaydım resimlerimi çöpten toplamazdım zaten. Yani kızın aradığı yardım kaynağı, benim bakanlığımda kullanım dışıydı. Onu kendi kendine yardım edebileceğine inandırmaktan öteye geçememiştim. Ölüm yerine başka yollar aramaktan vazgeçmemesini söylemiştim. Kelimelerimin yardımının dokunup dokunmadığını asla bilemezdim. Bir daha ölüme teşebbüs etmemesine beni inandırmış olmasının dışında. Kızdan ve problemlerinden ayrılmamın üzerinden yarım saat geçmişti. Bu kez de kendi problemlerime açılan kapıdan geçmem gerekecekti. Ceketimin cebine koyduğum al yazmaya dokundum. Vermeme rağmen almamıştı. İyi ki de almamıştı. Alsaydı üzülürdüm. Çünkü bu yazma, dibe vurduğum anda çıkmıştı karşıma. Değişmesini istediğim geleceğimin bir hatırlatıcısı misali. Zile yeniden bastım, bastım, bastım. Ağır ahşap kapı yedinci çalışımda aralandı. “Abi,” dedi benden üç yaş kadar küçük olan kardeşim Nazar. “Hoş geldin.” Heyecanlı selamlamasına başımı sallayarak karşılık verdim. Kapının kıyısından çekildiğinde eşikten geçmiştim. Girdiğim konakta hayaletler dolaşıyordu resmen. Akşamın karanlığı taş duvarları perdelemişti. “Konak çok sessiz,” dedim. Böylesine bir suskunluğa ilk kez rastlıyordum. Nazar açıklamaya çalışmıştı da… “Yemekten sonra herkes kendi köşesine çekildi işte,” mantığım kabul etmemişti. Herkesin köşesine çekildiği anlarda bile abimin oğlu Onur, bir yerleri yıkıyor olurdu mutlaka. “Geçsene,” dedi Nazar avluyu işaret ederek. “Aç mısın, bir şeyler hazırlayayım mı?” Avlunun ortasına doğru yavaş yavaş yürüdüm. Nazar’ın yaşadığı sevinç olağandışıydı. Etrafına saçılıyordu. Kahkaha atmamak için kendini kasıyordu. Kaşlarımı çattım. Peşimden yetişen kardeşimin sorusunu, “Boş ver şimdi,” ifadesiyle geçiştirmiştim. Avluyu süsleyen ışıkların altına eriştiğimizde duraksadım. Merakıma yenilerek dikkatli bir şekilde Nazar’ın yüzüne odaklandım. “Bak bakayım sen bana.” Baktı bana. Dokundu yanaklarına hızlıca. “Ne oldu?” “Asıl sana ne oldu? Şikâyet ettiğimde değil ama…” kardeşimin gülümsemesinden etkilenerek gülümsemiştim yumuşakça. “Yüzünde güller açıyor.” Omuzlarını silkti. “Her zamanki halim, abi.” Her zamanki hali kesinlikle bu değildi. Her zamanki hali söylenmekten, memnun olmamaktan, eleştirmekten ve daimi mutsuzluktan ibaretti. Nazar, her zamanki haline bir hayli tersti. Fakat neşesi kesilmesin diye diretmemiştim. “Öyle olsun.” Onu arkamda bırakarak avlunun sonundaki tahta merdivenlere ilerlediğim esnada telaşla seslendi. “Nereye?” Bariz olanı soru tonlamasıyla belirttim. “Odama.” Parmaklarını bükerek, “Önce salona geç,” dedi. “Büyük Hanım’ın seninle konuşacakları varmış.” Büyük Hanım, babaannem oluyordu. Yetkilerinin gücü babamınkilerden bile önce geliyordu. O bir şey istediğinde yapılır, ikiletmeden yerine getirilirdi. Bildiğim kadarıyla meslek dedikleri tefecilik işini de o ve dedem başlatmış, babama ve bizlere faydalı bir miras bıraktıklarını sanmıştı. “Bu saatte ne konuşacakmış benimle?” diye sordum. Büyük Hanım’ın değerlendirmesi, yargılaması, yorumlaması normale uymayı reddederdi. Karakterini tartmaya psikolog ordusu dahi yetmezdi. Küçüklüğümden beri korkuyordum ondan. Benim için masallarda saklanan bir öcüydü kendisi ve bir akşam vakti karşısına oturup kelimelerini dinlememi istiyordu öyle mi? Epey tekinsiz bir durumdu bu. “O söylesin,” dedi Nazar gözlerinde sevinçten ışıltılarla. Tek kaşımı kaldırdım. “Sen biliyorsun yani?” “Bilmemem mümkün mü, akşam yemeğinin gündemiydi.” “Bu gündem,” ensemi kaşıyarak çaprazımda kalan salon kapısına baktım. “Sendeki neşenin de sebebi olabilir mi acaba?” Yanıma gelip sırtımdan salona doğru itekledi ben. “Geç hadi sen. Kahveleri getireceğim ben de.” Söylememişti. Yüreğimdeki tedirginlik tohumları böylece serpildi. Klasik, han tasarımından ilham alınarak inşa edilmiş dikdörtgen formlu bir konakta yaşıyorduk. Ortada büyükçe bir avlu, avlunun duvarları boyunca yan yana sıralanmış onlarca kapı vardı. Baştan üçüncü kapıya, salona doğru harekete geçtim. Adımları, geri gitmeye meylederek arkamda kalan zemine toz düşürüyordu ancak önemsemedim. Büyük Hanım ciddi bir tehditti. Akşam yemeklerine yetişemeyeyim diye yemek saatlerini özellikle değiştiren, yüzüme bakmaktan nefret eden, sivri laflarıyla tenimi çizmeye bayılan birisiydi o. Yine de kendisiyle kibar ve olabildiğince düzgün konuşabilmeyi deniyordum. Salondan içeri geçtim. Geniş oda altın renkli koltuklarla doldurulmuş, gümüş halılar ve aksesuar eşyalarıyla tamamlanmıştı. Avize yerine sallanan heybetli şamdanın mumları raşeleniyorken ortam loştu. Büyük Hanım camın bitişiğindeki üçlü koltuğa oturmuştu. Siyahlar içindeydi. Suratı asıktı. Bakışlarıyla iğneledi beni. “Büyük Hanım,” dedim. Hafifçe eğilerek selam verdim. “İyi akşamlar.” “Sinan,” dedi hoşnutsuzlukla. “Gelebildin mi nihayet?” gözleri, üzerimde mekik dokuyordu adeta. “Şu haline bak. Toz toprak içindesin. Pislik içindesin. Çapulcu musun oğlum sen? Adımıza hiç yakışmıyorsun.” Parmaklarımı kıvırarak avucumun içine batırdım. Nazar’la konuşurken edindiğim gülümseme buruklaşmıştı. Nazar haricinde iki kız kardeşim, bir de abim vardı. Büyük Hanım’a göre onlar sorunsuzdu. Lehçiler soyadına yakışmakta üstlerine yoktu. Ancak oklar bana çevrildiğinde her daim saplanıyor ve beni sorunlu kılıyorlardı. Kardeşlerim gibi davranmaya özen göstersem dahi Büyük Hanım için öznesi olmayan eksik bir cümleydim ben. Dudaklarımı ısırdım. Yanıt vermeden dinledim onu. “Yine kaçırdın akşam yemeğini,” dedi. Oysa zaten akşam yemeklerini kaçırmamı istiyordu. Beni olduğum gibi kabul etmiyor olmaları önemli değildi. Ben onları oldukları gibi kabul etmiştim çoktan. “Ne diyebilirim ki,” dedim kayıtsızca. “Sanatçı adamım ben. İlham peşinde koşarken saatin nasıl geçtiğini anlayamamışım.” Sempatik olduğunu düşündüğüm cevabım, Büyük Hanım’ın nezdinde antipatikti. Şekilden şekle bürünürken mimikleri, kızgınlığın dinlenme tesisini üs olarak belirlemişti. Aile mesleği ile uğraşmakta yetersiz, resim yapmakla ilgilenirken resimde de yetersiz olmam kanına dokunuyordu bir nevi. “Artık anlamaya başlasan iyi olur. Yemeklerde bir arada olmaya önem verdiğimizi biliyorsun.” Biliyordum. Yemeklere yetişebilseydim eğer Lehçiler’le bir arada da olurdum. Sadece… Gökten yıldız avlamak bile Büyük Hanım’ın kuralları ve doğruları karşısında daha kolay, daha mümkün kalıyordu. “Aile birliğini korumak bizim görevimiz. Boş hayallerin peşini bırak. Gerçek dünyaya dön bir an önce. Saatine bakmayı da akıl et. Özellikle bundan sonrası için.” Şüphelerim hazır ola geçti. Müzik camiasının en ürkütücü parçalarını bana özel konserde seslendirdi. “Bundan sonra ne olacak ki?” kollarımı iki yana açtım. “Buraya sadece kızmak için çağırmadınız beni, değil mi?” zira yedi günün yirmi dört saatinde kızıyordu bana. Ayrı bir vakte ihtiyacı yoktu. Elinin tersini sallayarak tam karşısında kalan tekli koltuğu gösterdi. “Otur şöyle.” Oturdum. Nazar da benzer anda kapıda görünmüştü. “Kahveler geldi.” Önce Büyük Hanım’ın önündeki sehpaya sonrasında bana ayrılan sehpaya adına kahve dediği köpüksüz, siyah suları bıraktı. “Afiyet olsun,” dedi ve beni Büyük Hanım’la yalnız kalmaya terk etti. Kahveyi içmemeye karar verdim. Olacakların olmasını, odamın himayesine çekilmeyi istiyordum. “Evet,” dedim konuşmaya niyetsiz duran Büyük Hanım’a doğru. “Sizi dinliyorum.” Büyük Hanım sizli konuşmaya bilhassa önem veriyordu. Onun esas otorite figürü olduğunu bir saniye için bile aklımızdan çıkarmamamızı istiyordu. Dinlemem, beklemem de önemli değildi tabii. Keyfi ne vakti uygun görüyorsa o vakitte konuşacak, anlatacaktı. Kaplumbağa yavaşlığında yudumladı kahvesini. Tabağın kenarına bırakılmış lokumu ağır ağır çiğnedi. Kahve ile meşgul oluyorken dingindi. Beni muhatap aldığında ise kızgınlıktan köpüren birisi… “Saygısızsın,” dedi. Gülümsedim. Bugün, ağlamaktan çok gülümsemiştim. “Biz büyüklerimize de geçmişimize de saygı duyan bir aileyiz ama sen saygısızsın.” Yeniden yudumladı kahvesini. “Geleneklerimize bağlı bir aileyiz ama sen,” diyerek yükseltti sesini. Dayanmak konusunda buraya kadardı limiti. “Geleneklere uymamak için çabalıyorsun.” Uyumsuz olmaktan nefret ederek kaldım Büyük Hanım’ın karşısında. Gözlerimi kırptım. Kahve fincanını seyrettim. Uçurumun başındaki kızı düşündüm. Cebimdeki mendile belli belirsiz dokundurdum dirseğimi. “Dışarıdan bakanlar bizi yargılıyor. Töreyi takip ettiğimiz için çağ dışı ilan ediyorlar bizi.” Terliğinin burnunu parkeye vurarak ritim tutturdu. Ritmin tüm vuruşları beynime saplandı. “Onlardan bir farkın yok. Ailemizin içinde olmana rağmen dışarıdakilerden bir farkın yok senin. Bu devran böyle gitmez, Sinan.” İmkânı olsa beni aylarca karşısından ayırmaz, yüzüme kinini kusmaktan sıkılmazdı. Bu tarz konuşmalar Büyük Hanım’ın hobisiydi. Lakin benim bir hobi malzemesi olmadığımın farkına varması şarttı. “Büyük Hanım,” dedim kelimelerinin arasından. “Beni yargılamanız dışında…” bakışlarına kısaca bakabilmem için yutkunmam gerekmişti. “Konuşmanın sonu nereye varacak?” “Uzatmayacağım,” dedi iğneleyici bakışlarını üstümde kullanmaktan çekinmeyerek. “Evleneceksin, Sinan. Ağcı aşireti ile berdel yapılacak.” Yarım bıraktığı lokumu ısırdı. Kahvesini yudumladı. Öylece tepkime baktı. Tepki verememiştim. Yutkunmayı denedim ancak boğazım düğümlenmişti bir kere. Konağa gelmeden önce, uçurumdaki kızı ben kurtarmıştım değil mi? Aynı hikâyenin başıma aynı çorabı örmesi yetmiyormuş gibi, beni kim kurtaracaktı uçurumun kıyısından, sahi? “Beni buna zorlayamazsınız,” dedim kısık sesle. Kalbim atış hızını katlıyorken kendimi müdafaa edebilmem, zalim oyunun cilvesiydi neyse ki. “Zorlamayacağız zaten,” öte yandan kızgınlığını evlatlık veren Büyük Hanım, keyif kelebeklerine sahip çıkıyordu. “Kendi isteğinle oturacaksın nikâh masasına. Kendi isteğinle atacaksın o imzayı.” Elinin tersiyle koltuk minderine vurduğunda oturduğum yerde hafifçe irkilmiştim. “Soyadımızı taşıyorsun sen, Sinan. Lehçiler ailesi için bir şeyler yapmanın zamanı geldi çoktan. Dış kapının dış mandalı gibi duramazsın daha.” Buralarda herkes geleceğini bilerek yaşardı. Planlanandan kaçmak uğuruna biraz bağırırlardı. Yine de kaçamaz, ortamla bütünleşmek adına heba ederlerdi kendilerini. Ben, gelecek gelmeden önce heba oluyordum işte. Bağırmayacaktım bu gidişte. “Töreye de berdele de karışmayacağım ben,” dedim. Parmaklarımı sıkıyordum. Dirseğimi ceketin cebinden uzaklaştırmıyordum ki yazmaya temas halinde kalabileyim. “Hayatımı,” duraksadım sonra. Kendimi değil, berdelin kapsadığı diğerlerini de andım. “Hayatımızı dilediğiniz gibi şekillendirmeye hakkınız yok, Büyük Hanım. Seçimlerimizi elimizden alamazsınız. Geleceğimizi karartamazsınız.” Kendimi öylesine kasıyordum ki kemiklerim kırılmak, mutluluğa kavuşmak istiyordu. Oysa bir akşam vakti duyduğum haberde bana mutlu son görünmüyordu. Büyük Hanım kahkaha attı. Kahkahasının şiddeti, kahveyi taşıyan sehpayı salladı. “Çoğunluğun geleceğini aydınlatmak için birkaç kişinin geleceğini karartmak nedir ki?” Ensemi kaşıdım. Yüreğime stres yapışmıştı. Zaten bir kuyu dibine atılmıştım. Üstüme su boşaltıyorlardı. “Ne diyorsun sen ya?” konuşurken zorladım. “Ne saçma mevzular bunlar. Berdel mi kaldı Büyük Hanım?” onunla iki saniyeden uzun süre iletişimde kalmak acı veriyordu. “Geçmişe bakmaktan boynunuz kopacak. Günümüze dönün artık.” “Kes sesini.” Oturduğu yerden hışımla kalktı. “Bu berdel ailemizi güçlendirecek. Çevremizde bin bir tane düşman var. Bin bir tane sansar…” O sansarları çoğaltan da besleyen de kendisiydi. Düşman edinmekte kusursuz bir performans sergilerdi kendisi. “Hepsi üstümüze çullanmaya hazır vaziyette. Babanın tökezlemesini bekliyorlar sadece. Ağcı aşireti bizi güçlendirecek. Husumetlisi olduğumuz aşiretler bizden korkacak, gıpta edecek.” “Büyük Hanım…” “Konuşma. Evleneceksin dedim o kadar.” Tam tepemde durdu. Karabasan misali çökmüş, beni bizzat ilerlediği yola sürüklüyordu. “Hem… Nazar karşı tarafın oğlunu çoktan görmüş, beğenmiş.” Yine gülümsedim. Kız kardeşimin neşesi anlam kazanıyorken onun kadar, onun mantığıyla neşelenemedim. “Sen de evleneceğin kızı beğenirsin. Güzel bir kız. Daha iyisini bulamazsın.” Tek derdim güzellik olsaydı keşke. Şansım yaver giderdi hiç değilse. “Olayları her zaman izleyemezsin. Şimdi olaylara karışacaksın, oğlum. Aşkmış, sevgiymiş, sanatmış… Bunların hepsi yalan.” Parmaklarımı sıktım, sıktım, sıktım. Canım acı hissedinceye değin parmaklarımı sıktım. Önyargılı olmamaya çalıştım. Büyük Hanım’ın penceresinden baktım olaylara, sonra. Bu aileye yük olmuştum sürekli. Berdel Lehçiler’in faydasına olacaksa… Belki de ilk defa işe yarar bir şeylerin sebebi olmamın sırasıydı. Durdum. Düşündüm. Kendimi kandırdım. “Hayatta seni ileri taşıyacak hamleler yaparsın. Bu uğurda feda etmen gereken ne varsa feda da edersin.” Başımı biraz kaldırarak Büyük Hanım’a aşağıdan baktım. “Feda edilen miyim yani?” “Başka ne olmayı bekliyordun ki?” Kırıldım. Tek parça taklidi yaptım. “Abim de aynı şekilde evlendi. Baban da, ben de…” Babamı ve Büyük Hanım’ı bilmiyordum fakat abim, karısına deli gibi âşıktı. Üniversitede tanışmışlardı. Abimin seçim yapma hakkı vardı. Büyük Hanım, adaletsiz bir mahkemede yargıçtı. Onun karşısında haklarımı savunmam manasızdı da… Saçlarımı gerginlikle karıştırdım. Abimi benden ayıran gerçek neydi acaba? Aile mesleğini yapıyor olması mı, sanat karşıtı olması mı? Ya da başka bir şey… “Bizler feda edilen olmaktan şikâyet etmeyiz, Sinan. Çünkü hepsi…” “Ailemiz için,” dedim kısa bir alayla. “Ailemiz için,” dedi sonsuz bir kararlılıkla. “Belki de kendim için,” alnımı ovuşturmak için duraksadım. “Bu çatının altında yaşamayı bırakmalıyım…” Kaçış planımın anahtarıydı sözlerim. Büyük Hanım anahtar parçalamayı, sınır çekmeyi, hapis hayatı yaşatmayı çok severdi. “Eğer öyle bir şey yapacak olursan evlatlıktan reddederiz, Sinan ve bu diğer olacakların yanında ödül gibi kalır senin için.” “Hayatta her şey hamlelerle ilgili değildir, Büyük Hanım.” “Kim?” diye aşağılayarak sordu. “O aptal tabloların mı söylüyor bunları? Belki de hamle yapmayı biliyor olsaydın boş hayallerini gerçekleştirebilirdin. Sanatçı olurdun. Bizi arkanda bırakırdın.” Ellerini kocaman açarak bütün konağı kapsayan bir hareket yaptı. “Şöyle bir bak bakalım etrafına. Neden hâlâ aynı yerdesin?” Aniden ayağa kalktığımda yakınımda durduğundan dolayı geriye kaçması gerekmişti. Geriye kaçışlarının hepsi bundan ibaretti. “İyi akşamlar, Büyük Hanım.” Salondan ayrılacağım sırada, “Sinan,” dedi uyarırcasına. “Tamam,” sıktığım parmaklarımı serbest bıraktım. “Ailemiz için.” “İyi,” hoşnuttu mırıltısının ezgisi. “Bir işe yarayacaksın sonunda.” O anda kum saati ters çevrildi. Geleceğime dökülen kumlar, birer belirsizlik abidesiydi. Gelecek neydi? Ne getirecekti? “Bir işe yarayacağım,” dedim kendi kendime. “Sonunda.” Instagram: hayalrafya |
0% |