@hayalrafya
|
Alışkanlık, tedavilere yanıtsız kalan bir hastalık gibi yapışmıştı bünyeme. Öyle ki hayatımda meydana gelecek köklü değişikliğin karşısında dahi seyirci olmayı seçiyordum. Bugüne kadar onlarca berdel evliliğine şahit olmuştum. Onların arasında yer alıyordum artık. Önemli değildi. Er ya da geç, günlerden bir günde nasıl olsa feda edilecektim. Belirli rollere belirli oyuncular işte… Büyük Hanım’ın etki alanından ayrıldığımda fazlasıyla yorgundum. Gün boyunca duygularım öylesine süratle evrim geçirmişti ki onlara yetişmeye çalışmaktan ötürü başım ağrımıştı. Sabit duran bir şeylere ihtiyacım vardı. Avlu boyunca, soluksuzca uyumanın gücünü düşleyerek ilerledim. Aynı anda, hafifçe, şakaklarıma da masaj yapıyordum ama kazandığım fayda koca bir hiçlikti yalnızca. “Sinan!” Nefesimi dışarı üfleyerek durdum. Adımın telaffuz edilişi yeni bir sohbet maratonuna davet ediyordu beni. Seslenen abim olmasaydı eğer, maraton davetiyesini yırtardım şüphesiz. Avludan üst kata çıkan iki adet spiral, tahta merdiven vardı. Ben sağdakini hedef almışken abim solda kalanın üst basamaklarına oturmuş, bulunduğum tarafa bakıyordu. Ona döndüm. Yanına çağırırcasına parmak şaklattı. “Gelsene.” Avlunun sarı ışıkları gözüme battı. Yorgunluğumu tetiklediler adeta. Yine de gittim. Abim, Sarp Lehçiler, bu konağın sınırları dâhilinde düzgünce iletişim kurabildiğim tek insandı. Beni dinliyordu. Empati yapmakta sorun yaşamıyordu. Biraz sinirliydi belki, sanata karşı ciddi bir fobisi olsa dahi derinden yargılamıyordu hal ve hareketlerimi. Tutmuyordu da başarısızlıklarımın çetelesini. Ahşap merdivenleri çıktığım esnada beklemedi, “Nasılsın?” diyerek ilgi kademesi yüksek bir soru yöneltti. Yerimde un çuvalı olsaydı daha düzgün duruşlar sergilerdi. Bense sergileyemedim. Yığılırcasına oturdum, abimin oturduğu basamağa, hemen yanına. Bir yandan akşamın soğuk esintisi yüzümü siliyordu. Onu reddetmedim. Kollarımı dizlerimin üzerine bıraktım ve bomboş, karanlığı seyrettim. “Bilmiyorum,” nasıl olduğumla alakalı verebileceğim en samimi cevaptı. Nasıl olduğumu bilmiyordum. Bunun ciddiyetinden kaçamazdım. Tuttuğu sigara paketine hayali daireler çizdiren abimin kendini oyalamaya çalıştığı belliydi. “Salondan çıktığını gördüm. Müjdeli haberi almışsındır.” Belli belirsiz başımı salladım. “Öyle.” Müjdeler defoluydu tabii. Alınmadım. Eğlenircesine abime baktım ve ekledim. “Ne takacaksın düğünümde?” Dudaklarını büktü. Keyifsizce gülümsedi. “Ne istersin?” Kısaca mırıldandım. Düşünüyormuş gibi davrandım. Düğün hediyesini seçmek, herkese tanınan bir ayrıcalık değildi ne de olsa. Derin nefesler alıp gökyüzüne baktım ve önemli bir karara vardım. “Büyük Hanım’ı kızdıracak bir şeyler…” Abim elinin tersini enseme attı. Acıtırcasına etimi sıkmıştı ancak bu ona göre içtenliğin dışavurumuydu. “Ayarlamaya çalışırım,” dedi. Büyük Hanım tarafından seviliyor olsa bile, otorite çatışması yaşadıkları su götürmez gerçekliğin kanıtıydı. Bu yüzden Büyük Hanım’ın kızdırılması ikimizin de mutluluğuna yatırım yapardı. Çevreyi turlayan tek tük baykuşların ötüşü duyuldu. Lehçiler konağı başta olmak üzere Mardin’in masalsı örtüsünü suskunluk bürümüştü sanki. Suskunluktan haber çalabilen yegâne etki, sonbahar esintisiydi işte. Benimle aynı durumda olan insanların kapısını yokluyor, törenin sakladıklarını yayıyordu. Diğer taraftan abim, bu akşam, saklananlardan sıkılmış olmalıydı. İki üç kalp atışı süresi boyunca konuşmadan kaldıktan sonra boğazını gürültüyle temizledi, “Sinan,” dedi pişmanlıkla. Yüzünün benden tarafa baktığını duyumsadım. “Çabaladığımı bil.” Hemen sonra, ifadesiz çehremi onunkine çevirmiştim. Aralıklarla dişlerini sıkıyordu. “Berdel kararından vazgeçsinler diye gerçekten uğraştım be oğlum.” Bakışlarıyla özür diledi. Desteklercesine, omuzuna vurdum hafifçe. “Tahmin edebiliyorum.” Ben uyumsuzdum. O ise kendi kurallarını işletmekte kararlı. “Takma kafana, abi.” Alışkanlıktan dolayı belki, üzmüyordu olanlar beni. Alışmadıkları onu da üzmemeliydi. “Bu yaşıma kadar her şeye direndim. Artık akışına bırakacağım.” Başımı yukarı kaldırıp yoğun ışıltılarla yanan yıldızlara muhbirlik yaptım biraz. “Hem…” bunca yıldan sonra ilk defa işe yaramaz değil, rahat ve yüklerden arınmış gibi hissediyordum. “İyi de oldu.” Dikkatini çekmemeye özen tanıyarak abime doğru bir bakış attım. Sigara paketinin kabuklarını soyuyordu itinayla. “Ailemiz için bir şeyler yapabileceğim. Değerli olacağım.” Büyük Hanım’ın sözleri, böylelikle mühim kılmıştı berdeli. “Konuşma öyle,” dedi abim. Omzunu omzuma çarpmıştı. Dengemi sınamıştı. Gülümserken, merdivenden aşağı itilmemiştim neyse ki. “Sen zaten değerlisin bizim için.” Zaten değerliydim. Fakat yalnızca abim için. Belki biraz da kız kardeşlerim… “Ne demezsin,” dedim işi şakaya vurarak. Melankoliden sıkılıyordum yavaş yavaş. “Şu değeri her fırsatta yüzüme çarpmaktan vazgeçseniz iyi olur.” Abimin en dikkat çeken özelliği sözlerin alt metnini ışık hızında çözüp, anlayabilmesiydi. Yine öyle olmuştu. Sigara paketini açıp inci misali yan yana sıralanmış sigara kalemlerini bana doğru uzattı. Sıkıldıklarımızı defediyordu. Anlamaktan yoksunca gözlerine baktım. Mecburen anlatmıştı. “Al şunu.” “Ne bu?” “Ne olduğunu biliyorsun,” dedi. Tahammülü uzaklaşıyordu bir nevi. Paketi büyük ısrarlarla uzatmaktan geri durmadı. “Efkâr dağıtacağız.” Akşamın karanlığına meydan okuyan tütün kalemlerine bile isteye sırt çevirdim. Efkâr dağıtmak istemediğimden değil de… “İçmiyorum, abi.” “İç işte bugün.” “Abi,” dedim tane tane. “İçemiyorum.” Pekâlâ, sigara içemediğim hakikatinin de üstünü örtecek değildim. Ki abim, üstü açık olan tüm hakikatlere vakıftı en nihayetinde. Oralı olmaya niyetlenmedi tabii. Akşam, birçok var olanı değiştiriyordu. Abim bunu da değiştirmek istiyordu sanki. Sigara kalemlerinden bir tanesini çekti. “Tut şunu.” Tutmayarak ona baktım. Elindekini, zor bela, parmaklarımın arasına yerleştirmişti. “Tutsana oğlum şunu işte…” Onaylamazca boynumu büksem de tuttum. “Tamam,” dedi. Hoşnuttu artık. Hemen ardından diğer safhaya atladık. Sırada çakmak vardı. “Alevle çakmağı.” Çakmağı aldım. Ortalığı aleve vermeden metal gövdesini tuttum. “Sinan, iki kez söyletmesene her şeyi… Alevle çakmağı.” Parmaklarım tutmuyordu. Dudaklarımı sıktım. Çakmaklardan çok kibritlere aşinaydım. Çakmakların güven vermez bir dokusu vardı. Sigara ise merdivenden aşağı atlamak için aralık kolluyordu. Karşılaştığım, canlı ya da cansız, tüm varlıklar intihara meyilli çıkıyordu. Al yazmanın cebimdeki ağırlığı belirginleşti birden. Üç dört kararsız demenin sonucunda turunculardan alev silsilesi metal çakmaktan yukarı atıldı. “Sabır sınavı mısın, Sinan? Oğlum çakmağı aleve yaklaştırsana… Seyretme öyle.” Kalem aleve yaklaştı. Heyecanım filizlenip takla atmaya başladı. “Oldu mu?” diye sordum. Sigaranın kâğıdı yumuşakça kararmış, yanıyordu. “Oluyor mu?” “Oluyor.” Abim çakmağı benden alıp alevi söndürürken direktiflerini katiyen sonlandırmamıştı. "Derin derin nefes al şimdi. Dumanı içine çek.” Sırtıma sertçe vurdu. İki büklüm oldum. “Üstünkörü demiyorum bak. Hisset, Sinan.” Hissettim. Puslu dumanın soluk borumdan aktığını ve ciğerlerime ulaştığını bizzat hissetmiştim. Zaten şu sıralar hissettiklerimin haddi hesabı yapılamazdı. Yuvarlanan kaya misali, aşağı kaçıyorken çarpıyordum hep. Hepsini de hissediyordum. Saniyeler sürmeden öksürmeye başladığımda abim bu seferde de telaşın getirisiyle sırtıma vuruyordu. “Yavaş,” dedi. Sigara parmaklarımın arasından aşağı kaydı. Karşılaştığım ilk intihardı onunki. Dakikalar sonunda öksürmeyi bıraktığımda abim, düşen sigarasının üzüntüsüne bulaşmıştı. “İyi misin?” Yaşaran gözlerimi sildim. Hiç iyi değildim. Sonbaharın temiz havasını kana kana içtim. “Söylesene, düğünden önce beni öldürmeye mi niyetlisin?” Ellerini havaya kaldırdı. Masumlara hiç yakışmayacak tavrıyla ben masumum imajı vermek için uğraşmıştı. “Ama olmaz böyle. Kurtuldum sanma, Sinan.” Teklifsizdi. Sigarasını usta hareketlere sığınarak tek başına içmeye girişti. “Bekârlığa veda partisinde ifadeni alacağım senin.” Bekârlığa veda partisi, bekârlığa veda partileri… Sıkıntıyla alnımı ovuşturdum. Düşüncesi dahi ecel terleri dökmemin sebebi oluvermişti. O tarz ortamlarda feci geriliyordum. Saçmalıyordum. Dengesizleşiyordum. İçkiler tarafından çarpılıyordum. İki kez katılmıştım, suya atılan daima ben oluyordum. Şimdi, partinin başrolü olacak olmak… Bir kâbusun siluetine hapsolmakta eşdeğerdi. “Bekârlığa veda partisi istemiyorum.” “Sana sormadım zaten.” “Abi…” “Sinan, akışına bırakmayacak mıydın oğlum?” Bırakacaktım. Lakin akışın yoldan sapacağını nereden bilebilirdim ki. Dalga dalga bedenimi ele geçiren bilinmezlik korkusunu mümkün olduğu kadar görmezden gelmeyi umdum durdum. Yüzümü sıkıntılarla sıvazladım. Sarp Lehçiler düz, anlaşılır ve net bir adamdı. Abim kimliğiyle yanıma iliştiğindeyse ters, anlaşılmaz ve bir hayli çarpıtılmış… Parti meselesinin facia getirmeyeceğini temenni etmekten başka çıkar yol yoktu. Kısacası üstünde durmadım. Üstünde durduğumsa, abime inanmaya hevesli olduğum diğer bir meseleydi. “Berdel,” dedim düşünceli düşünceli. “Büyük Hanım’ın dediği gibi gerçekten bizi güçlendirecek mi?” Parti hazırlayacak olmanın hevesini serbest bırakmışçasına sigaranın külünü savurdu. Savrulan küller dağılmadı, ayakkabıma kondu. Orada kalmalarına izin verdim. Keyif bükücü konulardan yaka sıyırmak istiyordum aslında. Fakat merakıma yeniliyordum. Zaten abim de çoban gibiydi. Tilkileri ve koyunları aynı anda güderdi. İki uç tartışmaya cevap karalamak onun için tereyağından kıl çekmekti. “İnkâr etmeyeceğim,” dedi. Başını eğdi. Dikkatle izledi beni. Parmakları dizimi sıkmıştı. “Güçlendirecek.” Elimi cebime yönelttim. Al yazmanın kumaşını kibarca çekiştirdim. Berdelin cepheleri yalnızca benim varlığımdan meydana gelmiyordu. Üç kişi daha mevcuttu. Aralarındansa birini tanıyordum. Bana kapıyı açıp neşeyle etrafa sıçrayan kardeşim, berdeli rahatsız ediciden ziyade huzur verici buluyormuşçasına koruyan kardeşim. “Peki, Nazar,” diye sordum. “Ne zaman görmüş müstakbel kocasını, ne zaman sevmiş onu?” ne zamandır haberdarmış bunlardan? Hayatının gidişatına berdelin karışacak olması ne zamandır mutluluk kaynağıymış onun için? Abim dudağını ısırdı. Sahiden konağın hava sahasında uçan her türlü kuştan haberi vardı, galiba. “Görmüş ne kelime,” dedi çaldığı ıslığın bitiminde. “Hani ortaokulda defterine ismini yazıp kalp içine aldığı çocuk var ya…” Kaşlarımı çattım. Okul çıkışında Nazar’ı takip ettiğimiz günlerin anısı üşüşmüştü aklıma. Onunla konuşmaya cüret eden her çocuğu itinayla dövdüğümüz anılar… Ama bir tanesi vardı ki, onunla muhatap olma sıklığımız daha fazlaydı. “Her hafta dövdüğümüz çocuktan mı bahsediyorsun?” “Aynen kardeşim…” sigaranın son dumanını üfledi. İzmariti merdivenin korkuluğunda söndürdü. “Berdel onunla yapılacakmış.” Bana hitabı mana yüklüydü şimdi. “Onunla ve ablasıyla…” Bu denklemden hızlıca edindiğim sonucu dile getirdim. “Yani…” Abim sözümü kesti. “Yani, kız senden üç yaş kadar büyük.” Benden önce devam etmişti. Yaşlara takıntılı değildim. Kız benden büyük olabilirdi. Sadece yine bir beklenmedikti rastladığım, o kadar. Yüzümü önüme eğdim. “Nazar için sevindim,” dedim. Ömür denilen karışım, binlerce parçadan oluşuyordu. Görünüşe göre Nazar, ömrünün ipucunu bir şekilde bulmuş, tamamladığı tabloya bakıyordu. “Büyük tesadüf, büyük şans…” dövmekten hoşlandığım adamla akraba olacak olmak bir hayli garip kaçacak olsa da. “Sinan,” diyen abim kolunu omuzuma attı. Ağırlığını bana yüklemiş, yarım halde sarılmıştı. “Aşka inandığını biliyorum ama bak oğlum, ben aşk evliliği yaptım da ne oldu?” dertlenerek iç çekti. “Huzurlu geçen tek günüm bile yok.” Düpedüz abartıyordu. Yengemi fazlasıyla seviyordu, sadece… Şiddetli bir sevgiydi onlarınki. Tartışmaları da bağırmaları da en kısa böyle özetlenirdi. “Halinden ders çıkartayım yani?” dedim soru edasıyla. Boynumu koluyla kıstırarak sıktı. “Dalga mı geçiyorsun lan benimle?” Kolunun baskısından kurtulabileyim diye çırpındım. “Ne dalga geçmesi, dediğini yapıyorum yaptığını yapmıyorum işte abi. Bıraksana beni.” Son kez sıktı boynumu ve bıraktı. Canıma kast etmekle büyük problemleri vardı. “Bana bak.” “Hım?” diye mırıldandım. “Kızı görmek ister misin?” “Nasıl?” “Senin haberin olmasa da sosyal medya dedikleri bir teknoloji harikası var, kardeşim.” Sosyal medyanın kurduğu dünya sahteydi. Gerçek dünya delicesine sınıyorken beni sahte dünyaya Dâhil olmayı doğru bulmuyordum. Abim telefonunu çıkarttı. Mavi ışık yüzüne yansıdı. Parmaklarını ekran boyunca hızla hareket ettirdi. Telefonu bana çevirmeden önceyse sinsice sırıtmayı es geçmedi. “Hazır mısın?” Ellerim hafiften terliyordu. Bacağımın tekini ritmikçe sallamaya başladım. “Değilim.” Cevabım onun için yeterliydi. “Peki,” dedi. Ekranı habersizce bana çevirdi. Bekledim. Gözlerimin akşam karanlığını atlatmasını, telefon ışığına alışmasını bekledim. Netçe görebilmeye geçtiğimdeyse ekrandaki fotoğrafa odaklandım. Fotoğraftan bana olanca samimiliği ile gülümseyen bir kız bakıyordu. Teninin beyaz parıltısı, varlığına vuran güneşi kıskandırmak uğruna dolarlar harcıyor gibiydi. Siyahın, belki, gece tonunu çalmış saçları bukleler halinde omuzlarına dökülüyordu. Bulunduğu ortamın meydana getirdiği ışık oyunundan olsa gerek gözlerinin rengini seçebilmem pek olası değildi. Ama ben zaten o renkleri en yakından görmüştüm. Bu yüzü görmüş, ben bu yüzün sahibini intiharın eşiğinden döndürmüştüm. “Lanet olsun,” dedim fısıltıyla. Al yazmadan destek bulmak yerine otomatik olarak ceketimin cebini sıkmıştım. “Nasıl?” diye sordu abim ve bin bir telden merakı. Tabii onun durduğu bakış açısı, benimkine bir hayli yabancıydı. “Kız bu mu?” kontrolüm dâhilinde değildi. Sesim tökezlemişti. Fotoğrafın başlığındaki kullanıcı adını meselenin içine yerleştirerek devam ettirdim sorumun yan etkilerini. “Maral Ağcı?” “Evet.” Kararmasın da fotoğraf çabucak kaybolmasın diye işaret parmağını ekrana bastırdı. “Güzel buldun mu?” Ekranın ne zaman kararacağını önemsemedim. Dilediğinde kaybolabilirdi. Gözlerimi hızla uzaklaştırdım fotoğraftan. Uçurumun üzerinde rüzgâra meydan okuyorken kızın adını öğrenemediysem bile şimdi öğrenmiştim işte. Dünya küçüktü. Mardin ise daha küçük… Meğer berdelin tüm taraflarını tanıyormuşum. Maral Ağcı… Onunla yeniden karşılaşmayı, onunla yeniden konuşmayı bekleyebilirdim. Yalnızca bu şartlar altında değil. Benimle evlenmemek için intihar etmeyi düşünen birisini benimle evlenebilsin diye intihardan döndürmüştüm resmen. Hayat şakacıydı ya. En çok beni şakalarına dâhil etmeye bayılıyordu sanki. Abim omuzuma vurdu. Beni daldığım düşüncelerin arasından çekip çıkardı. “Güzel buldun mu diye sordum oğlum? Ne oluyor, dalıp dalıp gidiyorsun…” İnkâr edemezdim. Başımı sallayarak cevap verdim. “Gerçekten güzelmiş.” “Öyle,” güldü. Fotoğrafı kapattıktan sonra telefonu tekrar cebine koydu. “Çok güzel.” “Sence de çok mu güzel? Onun yengen olduğunu biliyorsun, değil mi abi?” “Sinan, ne saçmalıyorsun sen? Güzelse sana güzel lan.” Ona takılmak için sorduğum soru karşısında takındığı ciddiyete kayıtsız kalamamıştım. Ben de gülümsedim. Gülümsememi art arda taklit etti. Öte yandan yaşamak bir hayli garipti. Çözülen bilmecelerin sonu yeni bilmecelerle ödüllendiriliyordu. Karşılaştığım bu yeni bilmeceyi ise nasıl çözeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. “Ne oluyor ya?” dedim ansızın saçlarıma dökülen şeyleri fark ederek. Biz gülüyorken kafamıza… Saçlarımın arasına karışan yabancı cismi alıp baktım. “Çekirdek kabuğu mu bu?” evet, biz gülüyorken kafamıza çekirdek kabuğu yağmaya başlamıştı. Aynı anda yukarı baktık. Kız kardeşlerim, merdivenin üstündeki dama oturmuş çekirdek yiyerek çıkıntıdan aşağı bakıyor, barizce bizi dinliyordu. Ara sıra ise yedikleri çekirdeğin kabuğu üzerimize yağıyordu. “Neden sustunuz?” diye sordu Şehla. “Dinliyorduk,” dedi en küçükleri olan Zelal. Nazar’ın ilgisiyse diğer ikisinin söylemlerini geliştirir nitelikteydi. “Anlatsana abi, Maral’ı nasıl buldun sahiden?” Yanıtlarımı beklemediler. Beni unutmaları aniydi. Soruları bulut oldu. Havada asılı durdu. Aralarında oturdum. kendi hallerinde konuştular. “İlk görüşte aşk olmaz tabii.” “Güzel dedi ya zaten.” “Beğendi, beğendi. Anlarım ben.” “Yakıştılar da…” Bir ara, tutamadıkları poşet tamamen aşağı düşmüştü. Abim oturduğumuz basamağın kenarında kaldığından ötürü çekirdekler ve beraberinde taşıdığı tuz kırıntıları acımasızca üzerime boca olmuştu. Dökülen tuzların bir kısmı gözüme kaçmışken fark dahi etmediler. “Yani evet, bir yan yana düşünün kızlar.” “Yakıştılar.” “Boyu boyuna…” “Kızın huyunu bilmiyoruz daha.” “O lafı tamamlama.” “Aman ne dedim sanki.” “Şimdi, kız güzel yani?” “Kaç kere söyleyecek…” Abim bir kez daha kolunu omzuma attı. Bana sıkıca sarıldı. “Beğendi,” dedi. Akşamı noktaladı. * Beni serbest bıraktıkları ilk fırsatta odama girebilmiştim. Ahşap, oymalarla şekillendirilmiş kapıyı ardımdan kapattım. Fakat cilalı yüzeyinden hemen uzaklaşmadım. Sırtımı ve başımı kapıya yaslayıp öylece odaya baktım. “Benimle evlenmesi için…” Al yazmayı tamamen ceketimin cebinden çıkarttım. Parmaklarımı uzun uzun dolaştırdım kumaşında. Ve o an, aklıma delice bir fikir üşüşmüştü. Kapıdan uzaklaştım. Yatağımın karşısındaki duvar kısmına yerleştirdiğim tuvallerin önüne geçtim. Al yazmayı asla bırakmadım. Şövaleyi ayarladım. Tuvalin sağlam durduğundan emin oldum. Elime rastgele bir fırça aldım. Malzeme tedarik etmede maddi kaynak engeline takıldığımdan ötürü boyalarımın tarihi geçmişti. Umursamadım. Tarihi geçmiş boylarla yeni bir tarihin resmini yapmaya başladım. Instagram: hayalrayfa |
0% |