Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. PENCERENİN ARDINDAKİ GİZEMLİ

@hayalrafya

Toplum birçok kanıyı ortaya atar, birçoklarını kanılarına inandırırdı. Bunlardan birisi erkekler ağlamaz kuramıydı. İnanı da bir hayli fazlaydı.

İnanmakla yıldızım barışıktı. Yani kolayca inanabilirdim topluma. Kanıları, mantığıma ters düşmeseydi yalnızca. Çünkü bence erkekler ağlardı. İnsan olmanın doğasında ağlamak yatardı. İnsandık işte. Arada bir duygularımız taşardı. Haşlanan nohudun üzerinde biriken köpükler gibi duyguların da atılması, bir yerde şarttı. Taşan duyguların fazlalığından kurtulabilmenin en tekin yolu da ağlamanın kendisiydi kısaca.

Orada, yine uçurumun tepesindeydim. Maral yine aynı yerdeydi. Ruhu intihar etmeye epey meyilliydi. Ögelerini oluşturduğumuz şu tablo, yakın geçmişimizin bir esintisiydi sanki. Tek fark ısrarla ağlıyor oluşumdu. Ağlıyordum. Duygularımda biriken köpük atılıyordu belki ancak ben hiç de rahat hissetmiyordum kendimi.

“Maral,” dedim yakarırcasına. Sesim ciddi bir ekoyla sıçramıştı etrafa. Elimin tersini kullanarak akan burnumu sildim. Yağmur esnasında yüklenen bulutlardan bile daha üzgündü gözlerim.

“Neden Sinan?” diye sordu Maral. Yüzünü bana dönmemişti. Dönerse eğer yüzümü görecek olmasının olasılığı dahi onun tahammül sınırlarını zorluyor olmalıydı.

“Özür dilerim,” çaresizdim. Bitkinliği kabul eden omuzlarım aşağı çöktü. Ben yenilmiştim. Kayıplardan kazanç çıkartmayı deniyordum. Ne denli fantastik olursa olsun.

“Özür dileme. Hiçbir özür bu durumu düzeltemez,” ayaklarının ucunu, mümkünmüş gibi, daha çok taşımıştı uçurumun taşlık eşiğine.

Korkuyla irkildim. “Yalvarırım yaklaşma oraya.” Ceketimin kolunu, sırayla, gözlerimin altına bastırdım. Gözyaşları zorluk çıkartıyor, bakışlarımı puslandırıyordu. “Benim yüzümden kendine bunu yapma.”

Benimle zorla evlenmekten kurtulmak amacıyla atlayacaktı aşağıya. Bir canının sebebi olmak kadar berbat bir his yoktu herhalde dünyada. Vicdan azabıyla yaşayamazdım ben hiçbir cihanda. Ailem öyle istemişti, berdeli uygun bulmuşlardı kendilerince. Onların kurallarını takip ediyordum. Onların nezdinde başarısızlık abidesi etiketiyle kalmak istemediğimden… Fakat ailemi mutlu ederken asla üzmeyecektim ki Maral’ı. Yalnızca onu değil, bile isteye üzemezdim de yaşayan herhangi bir varlığı.

“Neden itiraz etmedin?” dedi öfkeyle. Ayağını yere çarpmıştı şiddetle. Düşmesine ramak kalmıştı. “Neden Sinan?”

Başı hafif bir açıyla bana döner gibi oldu. Yarım baktı, durdu. Hayatını işkence cennetine çevireceğim fikrine kapılmış olmalıydı çokta. “Hadi beni dinlemiyorlar. Önemsemiyorlar.” Yaptığımı taklit edercesine, dingin ağlayışının azmi, şiddetin rolünü çalamaya soyunmuştu artık. “Sen neden kabul ettin?”

Maral Ağcı, hayatımın en ufak bir evresinde bile bulunmamıştı. Yaşadıklarıma da maruz kaldıklarıma da şahit olmamıştı. Nedenlerimi anlamak ona güç gelebilirdi. Yine de denedim. Nedenlerimin zorluk derecesini azaltarak ona kendimi ifade edebilmeyi denemiştim.

“Ailem için,” dedim konuya özetiyle başlayarak. Çünkü beni batıran da çıkaran da ailem için kabul ettiklerimdi.

“Bak…” kısaca duraksadım. Eksiklerimi şu anda onunla paylaşacak olmak beni rahatsız ediyordu. Rahatsızlığa ise derhal meydan okumam gerekiyordu. “Ben her zaman işe yaramaz olandım.” Aralıklarla ağladığımdan dolayı seri bir şekilde konuşamıyordum maalesef. Sürekli duraksama ihtiyacı taşıyordum içimde. “Yetersizdim. Faydasızdım. Fazlalıktım, Maral.”

Beni dinliyormuş gibi değildi. Lakin dinleme ihtimali bile devam etmeme yeterdi. “Ama şimdi gerçekten bir şeyler yapabilme fırsatı çıktı karşıma. Aileme faydası dokunacak bir şeyler…”

İstemeden bağlandığım al yazmayı aradım. Aradığıma ulaşamadım. Yoktu. Savunmasızdım. “Bu yüzden kabul ettim berdeli. Anlamaya çalış, lütfen.”

Her şeye rağmen ondan imkânsızı istiyordum. Başaramadı. “Anlayamıyorum,” dedi çığlık atan bir tonda. Yadırgamadım. Zaten ben de başarı timsali sayılmazdım.

“Sırf ailen için hiç tanımadığın birini kullanacak olmanı anlayamıyorum, Sinan.”

Söylediklerinin dolaylı yoldan olsa da doğrularla buluştuğunun farkında olmak feci raddede canımı sıkıyordu. Rüzgârın kuruttuğu dudaklarımı yaladım. Gözyaşlarının yaktığı tenimi silmeye uğraştım. “Sana zarar verecek bir şey yapmam, asla.”

Ailemin uğrunda harcayacağım iyi niyetleri onun uğrunda da harcayacağımı bilmeliydi. “Yemin ediyorum Maral hayatına karışmam. Dilediğin gibi yaşarsın. Varlığımı anlamazsın. Benimle evli olduğunu anlamazsın bile.”

Bedenimi zor bela ayakta tutabilen bacaklarıma inat elimin tekini öne doğru uzattım. Bir öncekinde yaşandığı gibi, yine elimi tutabileceği düşüncesi tarafından motive ediliyordum. “Gel buraya.” Başımı biraz eğdim yana. “Yalvarırım atlama.”

Onu tanımıyordum, evet. Ölmesini katiyen istemiyordum, hayır. Onu tanıyabilmeyi diliyordum, çokça evet ve ufakça hayır. Çünkü onu görerek dahi hayatını karartabilmiştim. Kelimenin tam anlamıyla tanıştığımızda kim bilir neler olurdu.

“Boş yere masal okuma bana,” dedi. “En büyük suçlu sensin, Sinan.”

Ve ansızın uçurumun boşluğuna, ölümün varla yok arasındaki kör insafına bırakmıştı kendini.

Gözlerimi yumdum. Büyük bir gürültü koptu. Gözlerimi açtım. Uçurumdan da Maral’dan da eser yoktu. Kirpiklerimi telaşla kırparak etrafa bakındım. Boya fırçası elimde kalmıştı. Şövalenin dibindeydim. Uyandığıma göre, “Rüyaymış,” diye fısıldadım dinleyenim olmadığı halde.

En son hatırladığım şey, Maral ile karşılaştığım o ilk anının resmini çizmek üzere tarihi geçmiş boyalara sığındığımdı. Bunu kullanan bilinçaltım, Büyük Hanım’ın laflarını da altılayarak bir kurgu hazırlamış, bana kâbusvari bir rüya sunmuştu.

Elimdeki fırçayı boya şişelerini muhafaza ettiğim ahşap kutunun kenarına bıraktım. Hâlâ biraz rüyanın heyecanına tutsaktım. Sırtımı duvardan ayırıp ayağa kalktım. Belim fena halde ağrıyordu. İstemsizce yüzümü buruşturdum. Berbat hissediyordum. Berbat hissediyorsam da berbat halde olmalıydım.

Kalın perdeleri kenara çektim. Camı açtım. Temiz hava tarafından çarpıldığımda başım dönmüştü. Rüya beni kanatları altında barındırmaya istekli olduğundandı belki.

Camın karşısında, kapının doğrudan yanındaki aynaya yürüdüm. Bana yansıyan yansımama baktım bir süre. On yıl kadar yaşlanmış gibiydim. Gözlerimin altında koyu halkalar cirit atıyordu. Saçlarım ayrı bir cumhuriyetmişçesine karman çormandı. Öyle ki aralarından tuz parçaları dökülüyordu. Kirli gömleğimse kırış kırıştı. Büyük Hanım haklıydı. Bir Lehçiler olmaktan çok uzaktım. Soyadımıza yakışmamak konusunda oldukça başarılıydım.

Yere düşmüş al yazmayı aldım. Katlarını açtım. Yeni çizmeye başladığım tanışma tuvalinin üzerini kapatacak şekilde, komple, yazmayla örtmüştüm şövaleyi. Artık gidip Lehçiler kimliğine az da olsa oturabilecek bir hale bürünebilirdim.

Rüyamı, düşüncelerimi, girift ruh halimi topladım. Saat dokuzu on geçiyordu. Sabah çoktan başlamış, henüz yakalayabildiğim gün ise kaçamaya koyulmuştu. Konaktan bir kişi bile kapımı çalmamıştı. Alt kattan yüksek sesli tabak çatal gürültüsü geliyordu. Yani buralarda birileri olmasına rağmen tektim.

“Aman ne güzel,” diyerek hayıflandım. Boş olmasını umduğum banyoya gitmek üzere odamın kapısını açtım.

“Aman ne güzel…”

*

Sıcak suyun derman sayılmakta yetersiz kaldığı tek bir kötücül duygu yoktu sanki. Başımdan aşağı akarak bir çeşit masaj yapan damlaların beni arındırdığını hissetmiştim. Zihnimde dört dönen olası senaryolardan iki üç tanesinde Maral, yeniden, intihar etmeye kalkışıyordu artık. Geriye kalanlar temizdi. Sakinlik yüklüydü. Maral beni anlıyordu. Kim bilir, belki de en iyi arkadaşım olurdu.

Açık renkli spor ayakkabılarını basit bir gömlekle ve kot pantolonla tamamlamıştım. Büyük Hanım’a göre bir Lehçiler beyefendisi daima takım elbise taşımalıydı üstünde. Oysa takım elbise benim için bir kalıptı. İçine uyabilmem umulmadıktı. Takım elbise giydiğimde başkası gibi hissediyordum. Başkasını yaşıyormuşum gibi… Bu nedenle yalnızca gerekli durumlarda giymeyi tercih ediyordum ki zaten takım elbise giysem de giymesem de Büyük Hanım’ın gözünde aile düşmanıydım, her neyse.

Dakikalarca özenerek fön makinesiyle şekil kazandırdığım saçlarım bozulmasın diye tek bir teline dahi dokunmadım. İkinci kattaki ortak banyodan çıktım ve kulağıma çarpmaya devam eden gürültü tınısının peşine düştüm.

Ahşap merdiven ağırlığım altında gıcırdıyorken seri adımlarla inmiştim aşağıya. Avlu, yine, bomboştu. Dün akşamdan bir sahne tekrar tekrar oynuyordu.

Salonun iki kapı yanındaki mutfağa girdim. Mutfak, yaklaşık olarak, üç oda büyüklüğündeydi. Yere serilen halılar başta olmak üzere perdeler, dolaplar, günlük olarak kullandığımız yemek takımları bile Osmanlı tarzını taşıyordu. Büyük Hanım, Osmanlı’ya aşırı derecede düşkündü. Konağın her köşesinde eskileri yaşatmaya özellikle dikkat etmesinin makul açılması da buydu.

Asma katı geçtim. Aşağıdaki altılı yemek masasından bir sandalye çekerek oturdum. “Günaydın.”

Sadece Şehla vardı. Tabaklardaki fazla yemekleri cam kaplara yerleştiriyor, bir yandan da bulaşıkları makineye diziyordu. Geldiğimi fark ettiğinde gülümseyerek bana dönmüştü. “Günaydın abi,” hemen sonra beni buraya çeken tabak çatal gürültüsünün egemenliğini devam ettirdi.

Masanın ortasında kalan porselen kâsesinden yeşil bir elma alıp ısırdım. Mutfağa lezzetli bir aroma sinmişti. Derince soludum. “Çok güzel kokular geliyor.”

“Evet,” dedi Şehla. Muhtemelen kokusunu aldığım, tepside tek tük kalmış kiliçeyi işaret etti. “Artanları topluyorum ama kiliçenin kokusu geçmedi hâlâ”

Isırdığım elmayı çiğnemeye ara verdiğimde kaşlarım şüpheyle çatılmıştı. “Artanları mı topluyorum dedin?”

Yaptığı eylemi gayet iyi görüyordum aslında. Yine de üşenmedi, “Hı-hım,” diye mırıldanarak soruma yanıt verdi.

Hayal kırıklığı, attığı zarları topladı. Çıkan sayılar yine aleyhimden yana oy kullanmaktaydı. “Kahvaltı bitti mi?”

Şehla eğlenen bir kıkırdama koyuverdi. “İlahi abi,” ona göre kahvaltıyı merak ediyor olmam bile anlamsızdı sanki. “Bu saate kahvaltı mı kalır? Bitti tabii ki.”

Konakta bulunmadığımda saatlerini ezberlediğim yemekleri kaçırmış olmak çok fazla sinirlendiriyordu beni. Ancak konakta bulunduğum halde kahvaltıyı kaçırmış olmak, artık, sinir hastası edebilirdi her sağlıklı bireyi. “Beni neden uyandırmadınız?” diye sordum. “Çağırmadınız…”

Şehla, bariz bir olguyu vurguluyormuşçasına omuz silkti. “E yemeyeceğim demişsin ya,” kiliçenin tepsisini tamamen temizlemişti. “Kahvaltıya gelmeyeceğim demişsin yani.”

“Kime demişim bunu?”

“Büyük Hanım’a.”

Yediğim elmayı, yarım olmasına aldırmayarak, koydum porselen kâsenin içine. Büyük Hanım’ı en son dün akşam görmüştüm ve kesinlikle sabah kahvaltısı ile ilgili bir şey konuşmamıştık. “Çok yoruldum.” Şehla duymasın diye alçak perdeden konuşmuştum.

Elini sarı beze kuruluyorken, “Karanını değiştirirsen şimdi hazırlarım bir şeyler,” dedi kız kardeşim.

“Yok, uğraşma. Kalsın.” Zaten başında bana ait olmayan bir kararı değiştirebilmem mümkün değildi çünkü. “Annemler nerede?” diye sordum. Belki annemle konuşur, tüm soğukluğuna rağmen az da olsa moral bulurdum.

Tek soruyla, Şehla tüm konağın gün içi planını sermişti ortaya. “Annemle Büyük Hanım erkenden çıktı. Babamla Sarp abim de şirkete geçtiler. Önemli bir ihale varmış.” Elini kurulamayı bitirdiği bezi, işin tamamlandığını kanıtlarcasına, katlayıp lavabonun önüne serdi.

“E Zelal ile Onur’u da okula gönderdik. Ama Nazar ablam burada.” İşaret parmağını tavana çevirdi. “Yukarıda, hazırlanıyor.”

Annemi ve Büyük Hanım’ı anlıyordum. Her daim yetiştirilmesi gereken kendilerince ciddi organizasyon işleri yürüttüklerinden dolayı erkenden çarşı yoluna atılmaları normaldi. Babam ve abim içinse şirket duvarları ve ihalelerden ibaretti dünya. Bazen onlara dâhil olmadığım için seviniyordum. Tabii sadece bazen… Sonrasında sevincim geçiyor, şirket işlerini sürekli batırıyor olmamın derdine yanıyordum.

Zelal henüz lisedeydi. Onur ise ilkokulu bitirmek üzere… Zaten günün bu saatlerinde konakta bulunmaları tuhaf kaçardı. Ancak Nazar’ın hazırlığına bir anlam bulamayarak sordum. “Hayırdır sabah sabah?”

Şehla imalı bir edada gülümsedi. “Müstakbel kocasıyla buluşacakmış.” Eh, meğer sevgiymiş Nazar’ı sabah saatlerinde hazırlanmaya iten de. En azından iki kişi berdel evliliğini aşk ile süsleyebilecekti. “Anladım,” dedim. “Tek sen kalmışsın.”

“Ne yapalım, birilerinin konağı beklemesi lazım,” derken zorunlulukmuş gibi konuşmuştu. Oysa biliyordum. Şehla bilhassa konakta tek kalan olmaya özen tanıyordu çünkü üniversite sınavına hazırlanmakla ilgileniyordu.

Daha fazla mutfakta durmayarak ayağa kalktım. Asma kata çıktığım anda seslenen kız kardeşimse, “Sen ne yapacaksın abi?” dedi merakla. Büyük Hanım’ın sorgulama ihtimaline karşın cevap biriktiriyordu şüphesiz.

Omuzlarımı silktim ve mutfaktan çıktım. Şehla Büyük Hanım’a haber uçuramasın diye değil, gerçekten ne yapacağımdan emin olmadığım için cevaplamamıştım.

Aslında aklımda yer edinmiş bir şeyler vardı. Rüyadan ötürü Maral’ı, Maral beni görmeden görmek istiyordum da Büyük Hanım’ın bunu bilmesine gerek yoktu.

Konaktan çıkmak üzere avlu boyunca yürüdüm. Ortadaki geniş yemek masasının yanına ulaştığımda sanki, benim oradan geçmemi bekliyormuş gibi, masanın altından bir karaltı fırlamıştı dışarıya.

Hemen sonra bacaklarıma bir cismin dokunduğunu hissederek adım atmayı kestim. Sanki, gerçekmiş.

“Şehla,” dedim bağırarak. Kaskatı kesilmiştim. “Buraya gel çabuk.”

Kardeşim ikiletmedi hiç. Beş altı saniye sonra yanımdaydı. Kıpırdamamak için ona bakamıyordum ama olayı anlamaya çalışırcasına etrafı kolaçan ettiğini tahmin edebiliyordum. Ki devamında, “Ne oldu abi ya?” beni durduran cismi gördü. “Hiih! Diyerek haykırmasından anlamıştım bunu.

Yumruklarımı kapatıp açtım. Başımı yere eğmemeye, bakmamaya ve görmemeye çalışarak dişlerimi sıktım. “Bacağıma sürtünen şey ne?” sesimdeki telaş tüm Mardin’i alarma geçirmeye yeterdi. “Bacağıma bir şey sürtünüyor Şehla.”

“Gö-görüyorum abi. Sakin ol.”

Göremiyordum. Sakin olmakla alakam yoktu. Çıldırıyordum. “Ne, ne o?”

Şehla tereddüde kapılmıştı belki. Gördüğünü söyleyip söylememek konusunda ikileme düştüğü aşikârdı fakat bayılmama çeyrek kaldığı gerçeği gündemdeydi bir kere. Söylemek zorundaydı.

“Cadı,” dedi.

Sırtımdan aşağı soğuk terler akıyorken sertçe yutkundum. Cadı, Büyük Hanım’ın kara renkli kedisiydi. Batıl inançlara çok çabuk kapılmaya müsait bir bünyem olduğundan dolayı kara kedilerden çekiniyordum. Çünkü uğursuzluk getiriyorlardı.

Cadı…

Ona baktığım anda illet bir uğursuzluk yumağı yuva kuracaktı başımda.

“Al şunu çabuk.” Titrek nefeslerimi dışarı üfledim. “Şehla, al şunu çabuk.”

Şehla, beni gayet net tanıyordu. Gerginliğimi yadırgamıyordu. “Ta-tamam abi,” dedi. İki ayağı bir pabuçtaydı şimdi. “Dur bir dakika.”

Bir dakikayı geçtim bir saniye durmak dahi eziyetti. Dişlerimi devamlı sıktım. Nefes alıp vermeye odakladım.

“Cadı, gel kızım bana.” Şehla yere eğilmiş, patisini pantolonuma geçirmeye çalışan kediyi tutmayı deniyordu. Lakin Cadı, iyi eğitimliydi. Kaçmakta ve bacağımdan ayrılmamakta ustaydı. Sanki fareyi yakalamıştı.

“Al şunu artık, Şehla,” dedim sabırsızlıkla.

“Kıpırdamazsan alacağım, abi. Sabit dursana ya…”

O an, bilinçsizce salladığım bacağımın hareketini kestim.

“Cadı, gel kızım sen de. Gel pisi pisi pisi.”

“Çeksene şu hayvanı kızım ya,” dememe kalmadan dengem yok olmuştu. Birden düştüm. Kendimi yerde buldum. Bedenime bir ağrı sapladın. Cadı üstüme zıpladı. Gözlerim ansızın açıldı ve kediyle göz göze geldik.”

Şehla elleriyle ağzını kapatıp yeni, “Hiih!” nidasını savuruyorken bir kara kedi tarafından uğursuzluğa mahkûm kılınmış, hipnotize olmuştum.

“Cadı,” dedim. Kara kediyi gördüm.

Sahi, bir kara kedinin uğursuzluğu en fazla ne yapabilirdi?

*

Meşguliyet, faydası tescillenmiş bir aşı gibiydi. Tek doz alındığı zaman unutulması şart olanları kusursuzca perdelerdi. Kollarımı parçalarcasına tırmalayan Cadı’nın bağışladığı acıyı unutmak pek mümkün olmasa da bileğimin hakkıyla kazandığım uğursuzluğu bir müddet unutmak işitiyordum. Bu nedenle meşguliyete sığınıyordum.

Ve en iyi meşguliyet, gündemdekilere odaklanmakla olurdu. Yani konaktan çıkmadan önce aklıma koyduğum eylemi gerçekleştirecek, Ağcı konağına gidecektim. Tabii kapılarını çalmayı planlamıyordum. Uzaktan bakmayı, hemen devamında kayıplara karışmayı umuyordum.

Sora sora Bağdat bulunuyorsa, yerini bilmesem dahi, Mardin’de de sora sora bir aşiretin konağını bulabilmek mümkündü. Bulunduğum bölgede yerel halk, birbirine fazlasıyla aşinaydı çünkü. Asılsız dedikodular çıkartan, berdelleri sağlamlaştıran da bu aşinalıktı belki.

Öyle ya da böyle, sağlam bağlantılar işime yaramıştı işte. Yarım saatlik bir yürüyüş ve on kadar tarifin ardından Ağcı konağına ulaşabilmiştim.

Karşısında durduğum yapı bizimkine kıyasla küçüktü. Tamamen taş kaplamaydı. İki katlıydı. Avludan yukarı bir takım sesler yükseliyordu. Lakin sesini az biraz anımsadığım Maral’ın konuşması çalınmamıştı kulaklarıma.

Konağı dikkatle inceleyerek çevreyi dolaştım. En nihayetinde bir bahçeye girmiştim. Böylelikle hem gözlerden ırak hem de konağı gözlemeye müsait bir konuma eriştim.

Kalın, epeyce yüksek istinat duvarı alt kattaki odaları görmeme mani oluyordu. Sağa sola bakındım. Bol yeşillikli ağaçlardan tekini mesken olarak çaldım.

Küçüklüğümde, abimle birlikte ağaçlara tırmanır ver yerde kalanları seyrederdik. Varlığımızdan habersizce davranan insanlara karşı amansızca gülümserdik. O günlerden yadigâr kalan, ağaçlara rahatça tırmanabilme yeteneğimdi. Bu nedenle seçtiğim ağaca tırmanıyorken fazla sorun yaşamamıştım.

Yeşillerin örttüğü güzel bir dala tutunup oturdum. Zaten yapacak pek fazla bir işim yoktu. Pekâlâ, konak gözetlemenin de uygun bir iş olduğunu iddia edemezdim ancak rüyadan sonra, Maral’ı sahiden merak etmiştim. Hem aşırıya kaçan bir süre boyunca izlemeyecektim. Bir bakıp aşağı inmekti amacım.

Orada, ağaç tepesinde, öylece kaç dakika oturduğumdan emin değildim. Fakat feci halde uykumun geldiği dakikalarda üst kat pencerelerinden birinde bir peyda olan bir hareketlenme çarpmıştı algılarıma. Gözlerimi hızlıca ovuşturup harekete odaklanmaya çalıştım.

Söz konusu baştan üçüncü pencereydi. Açılmıştı. Tül perde rüzgâra kapıldığından olsa gerek dışarı uçuyor, konağın taş duvarlarına çarpıyordu. Derken pencerenin önüne bir kadın geçti. Büyük ihtimalle sekiye oturmuştu. Saçlarındaki tokayı çıkarttı ve uzun, siyah tutamları taramaya başladı.

Onun Maral olduğundan emindim. Çünkü nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde saçlarına hükmeden tonu çoktan ezberlemiştim. Elimde değildi, kendimi kontrol edemedim. Hafifçe gülümsedim. İyiydi. İntihara meyilli gibi gözükmüyordu dalgın olduğunu tahmin ettim. Zira tarağı çok yavaş kullanırken hep aynı tutamı hep aynı karışıklıktan kurtarıyordu.

Maral Ağcı, benim için camın ardındaki bir gizemliydi aslında. Görmüştüm. Adını biliyordum. Biraz konuşmuştum. Belli olanlardı bunlar. Kimliğini bilmiyordum. Ruhunda barındırdıklarından habersizdim. Görünen bir sır gibi.

Çenemi dala yasladım. Gözlerimi kırparsam Maral’ın karşımdan kaybolacağını düşünerek cama baktım, baktım, baktım.

Saçlarını tarayışını izlemek, sakin seyreden bir filme başlamışım izlenimi uyandırıyordu bende. Biraz huzurluydu. Biraz keyif vericiydi. Onun hayatını mahveden o insandım aslında. Yine de zihnimin meydana getirdiği düşüncelere söz geçiremiyordum. Durmuyorlardı. Yaşayacağımız evlilik, talihsiz bir olaydı. Bense bunu keyif verici bulabilecek kadar hasta ruhlu bir insandım.

Maral pencere sekisinden kalkıncaya değin en süslü fikirlerle izlemiştim onu. Görüş açımdan çıktığında gerçekliğe dönebildim. Ancak geri dönmesi ihtimaline karşın ağaçtan inmedim. Ta ki telefonum çalıncaya kadar…

Favori şarkımın melodisi pantolonumun cebinden yükseliyorken dikkat çekmemek adına hızlı davrandım. Telefonumu çıkarttım. Ekranı kontrol ettim ve aramayı cevapladım. “Efendim, abi?”

“Neredesin, Sinan?” diye sordu.

İstenç dışı ağaca bakmıştım. “Çarşıdayım, ne oldu?”

“Şu bizim merkezdeki kuyumcunun yerini hatırlıyorsun, değil mi?”

Tek elimle telefonu taşıdığım için ağaca tutunuşum zayıflamıştı. Bacaklarım daldan kayıp boşluğa düşerken güçlükle cevap verdim abime. “Rıfat Amcaların dükkânının yanındakinden mi bahsediyorsun?”

“Evet, yarım saate oraya gelebilir misin?”

Ağacın tepesinden biraz daha kaydım. “Neden? Ne işimiz var kuyumcuda?”

“Oğlum evlenmeyecek misin sen? Yüzük seçeceğiz ya. Büyük Hanım’ın kesin talimatı var. Hem Nazar’da gelecek.”

“Anladım,” dedim. Dediğim anda dengemi yitirerek yere kapaklanmıştım.

“Ne oluyor? O ses ne? İyi misin, Sinan?” diye sordu abim. Aniden gelen acılı haykırışıma kayıtsız kalamamıştı.

“Bir şey yok. İyiyim, tamam” dişlerimi sıktım. “Kapatmam lazım şimdi. Orada görüşürüz.”

Abimin cevap vermesini beklemeden aramayı sonlandırdım. Telefonu bir kenara, başımı toprağa bıraktım. Sol bacağımı kendime doğru çektim. Bileğime tutundum. Acıyla inledim.

Kelimenin tam anlamıyla Cadı’nın ahı tutmuştu.

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%