@hayalrafya
|
Çeşitli meslek dallarından insanlarla bir komite oluşturulsaydı eğer, gerçekten, üstün çabalarımı takdir ederlerdi. Zira böylesine hızla ve akıntıya karşı boşa kürek çekiyor olmak her baba yiğidin harcı değildi. Abim, yarım saat içinde kuyumcuda olmam gerektiğini kesin bir üslupla belirtmişti. Çabalayacaktım, uğraşacaktım fakat üzerine bastığım anda beni ağrı vahasına yollayan bir ayak bileğinin köstek oluşuyla yarım saat içinde kuyumcuya ulaşmam imkânların ötesindeydi. Belki bir saatte… Abimi arayıp geç kalacağımı söylersem beklemez, söylemezsem büyük ihtimalle beklerdi. Jetonumu ikinci seçenekten yana kullanarak düşmüştüm yollara. Ağcı konağına yaklaşık on dakikalık yürüme mesafesinde bulunan bir marangoz dükkânı vardı. Dükkânın sahibi Korku Amca ise bana en yakın olan arkadaşımdı. Lise ikinci sınıfta okuyorken tanışmıştım onunla. Okulda bir kavga patlak vermişti. Kavganın başrol oyuncusu olarak mis gibi dayak yemiştim. Büyük Hanım’ın beni nasıl azarlayacağını düşünerek, başım yere eğik, konağa ilerlediğim esnada tahta yığınlarına çarpmıştım. Meğer Korkut Amca bizim konağın çevresindeki bir keresteciden malzeme tehim ediyormuş. Beni gördüğünde sanki kendi çocuğuymuşum gibi çok endişelenmişti. Dükkânına götürüp yaralarıma pansuman yapmış, üstümü başımı itinayla temizlemişti. O günden beri başım ne zaman bir derde sıkışsa ona gidiyordum. Tabii hep dert götürmüyordum kapısına. Arada sırada sohbet etmek, hal hatır sormak için de ona uğradığım oluyordu. Lakin bugün hal hatır soramayacaktım. Peşimden neredeyse sürükleyerek çektiğim ayağıma buz konulmasına ihtiyacım vardı. Bir başka dertle daha başım beladaydı. Fazlaca dik olmayan yokuştan aşağı inip sol tarafta kalan ara sokağa saptım. Çok yürümeme gerek yoktu artık. Korkut Amca’nın mekânı sokağın başındaydı zaten. Dükkâna doğru aksak adımlarla yürüdüm. Kapı açıktı. Korkut Amca -dikkatle- bir ağacı yontuyordu. Yerler talaş kaplı, havada ise taze çam ağacı kokusu asılı kalmıştı. Görüş açısına girdiğim esnada varlığımı hissetti sanki. Oyduğu ağacı kenara doğru itti, başını benden tarafa çevirdi. “Sinan,” sandalyesinden kalkmış, gözlüklerini çıkartmıştı. “Hoş geldin oğlum.” Çektiğim ağrının meyvesi misali yüzümü buruşturdum. Dükkân kapısından içeri düşercesine adımladım. “Hoş buldum, Korkut Amca,” kelimelerim kesik kesikti. Korkut Amca -derhal- fark etmişti bunu. Gözleri sol bacağımda oyalandı. “Ne oldu sana? Ne bu hal?” ellili yaşlarının ortasındaydı. Yaşından beklenmeyecek bir çevikliği vardı. Köşeden hızla bir tabura kapıp yanıma getirdi. “Geç, otur.” Dediğini yaptım. Düşmeyeyim diye ona tutundum ve tabureye oturdum. Oturduğum anda bacağımın üstüne binen baskının kalkmış olmasından gerek, bir an için, sahiden rahatlamış hissettim. Derin nefesler aldım. Taze çam kokusunun sakinleştirici dokusunu uzun uzadıya soludum. Korkut Amca yere eğilmişti. “Uzat bakalım bacağını,” dedi şefkatli bir tınıda. Pantolonumun paçasını hafifçe yukarı çekip bacağımı uzattım. Neyse ki herhangi bir şişlik yoktu. Yine de incinen yere belli belirsiz dokunduğunda dişlerimi sıkmam ve acıyla inlemem bir refleks ürünüydü aslında. “Fazla bastırma,” fazla bastırmıyordu ama dokunması fazlaymış gibi geliyordu bana. “Bayılmamak için uğraşıyorum zaten.” gözlerimi sertçe yumdum. Histerikçe gülümsemiş bulundum. “Fazla bastırma, Korkut Amca.” “Tamam,” dedi. Dizlerinden destek alarak ayağa kalkmıştı. “Tamam, bekle biraz.” Bekledim. Dükkânın içine doğru ilerleyişini izledim. Çok geçmeden dönmüştü. Beraberinde getirdiği krem, buz torbası, sargı bezi ve ne olduğunu çıkartamadığım birkaç malzemeyi yere bırakıp oldukça incindiğini düşündüğüm bacağımla ilgilenmeye başlamıştı. Onun belki de en öne çıkan özelliği buydu. Sorgusuz sualsiz, yardıma ihtiyacı olan herkese elinden geldiği kadarıyla yardım ediyordu. Ve ben yardıma ihtiyaç duyma konusunda ödül alabilecek rekora sahiptim. Kapağını açtığı kremi masaj yaparcasına ayak bileğime sürüyorken, “Ne oldu?” diye sordu yeniden. “Anlat bakalım.” Gerçeklikten çok uzaklaşmadım. Hissettiğim ağrıya rağmen muzip bir tını takınmıştım. “Kız meselesi be Korkut Amca.” Haddini aşarcasına çaresiz bir hava oluşturmuş olmalıydım ki, “Kız meselesi,” diyerek kendi kendine mırıldanan Korkut Amca, bıyık altından güldü. “İlk kez bir kız meselesine bulaşıyorsun ve sakatlanıyorsun, ha?” Aslında bu, ilk kız meselem değildi. Lisedeki tüm kavgalarımın sebebiydi kız meseleleri. Yani daha önce birçok kız meselesinin ana merkezi olmuş birisiydim fakat hiçbirisi böylesine ruhsal hasar sonuçlarına gebe kalmamıştı. Yine de Korkut Amca’yı bozmak istemedim. Teslim olurcasına ellerimi yukarı kaldırdım ve hatamı kabullendim. “Biliyorum, bana göre değil.” Öte yandan Korkut Amca, başıma açtığım derdi katiyen yoktan saymadı. “Sana göre olmasının zamanı gelmişti, Sinan.” Geçici sevgilerden değil kalıcı sevgilerden bir sonat oluşturmamı temenni etti böylece. Lakin temennisi bana birilerini anımsatmıştı. “Büyük Hanım gibi konuşma sakın,” dedim esprili bir dille. Beni tanıyordu. Beni tanıdığı süre boyunca, yalnızca uzaktan adını duyduğu Lehçiler ailesini de tanımıştım ona. Büyük Hanım sahiden burada olsaydı özelimizi bir yabancıyla paylaştığım için beni muhakkak falakaya yatırırdı. Her ne yaparsa yapsın sesimi çıkartmazdım. Çünkü Korkut Amca, ta en başta ona güvenebileceğimin garantisini bir şekilde vermişti bana. Büyük Hanım’dan bahsettiğimde kafasını iki yana sallayıp konuyu yine bulunduğumuz kıyıya sürükledi. “Anlat bakalım şu işin aslını astarını.” “İşin aslı,” yaşlılar misali dizlerimi ovuşturdum. “Evleniyorum.” Pekâlâ, ne denli gerçekçi olursa olsun buna inanamadı. Söylediğime, işin içinde duruyor olmama inanamamıştı. Ki beni tanıyan Korkut Amca’nın birden inanıp, duyduklarını sindirmesini de beklemiyordum. Tam da beklediğimi yaptı. Ayak bileğime krem süren parmakları duraksadı. Başını yüzüme doğru kaldırdı. “Evleniyor musun?” diye sordu şaşkınlıkla. “Nasıl?” Eskimiş olsa da haber, her türlü haberdi. Korkut Amca’nın ilk şaşkınlığı siliniyorken detayları onunla paylaşmam yeriydi. “Berdel,” dedim burukça bir neşeyle. “Başımı bağladı.” Kaşlarını kaldırdı. Ruh halini yorumlayamadım ancak hoşnutsuzluğu açıktı. “Berdeli kabul mü ettin gerçekten?” bu soruyu art arda sorabilirmiş gibi görünüyordu. Art arda sorsa dahi olan değişmiyordu. “Etmezdim,” dedim. Lise yıllarındaki Sinan’ın töre ve berdel temalı protestolarını düşünerek… “Etmeyecektim.” Yüzümü sıvazlarken iç geçirdim. “Biliyorsun beni, aşk adamıydım bir zamanlar.” “Bilmez miyim?” kremi bırakıp bandaja uzandı. Başlardaki sevecen tavrı, durgunlukla değiş tokuş etti canlılığını. “Ne değişti şimdi?” Değişen bir şey yoktu. Her şey olabildiğinde aynıydı. Ki zaten söz konusu aynılığı, sıradanlığı rafa kaldırmak amacıyla kabul etmiştim ya bir berdel evliliğinde yer almayı. “Bazı ailevi menfaatler söz konusuydu,” dedim üstü kapalı. Üstünü kapattığım harflerdeki anlamı kolayca konuşmamıza taşıdı. “Büyük Hanım’ın menfaatlerinden bahsediyorsun yani…” kendi kendine başını salladı. Bilemediğim çıkarımlarını onayladı. Bandajı tamamen sardığında buz torbasını -nazikçe- ayak bileğime bastırdı. “Annen ne diyor bu işe?” bakışları bir hayli tuhaftı. Sanki annemin tepki niyetine konağı Büyük Hanım’ın başına yıkmasını bekliyormuş gibi. İfadesini çözümlemeyi denercesine ona baktım. Aramızdaki sessizlik uzadı. Uzadıkça garipleşti. En sonunda bakışlarını kaçırırken cümlesine ekleme yapmıştı. “Baban da tabii… Baban ne diyor? Hepsi kabul etti mi?” Buz torbasının serinliğine tutundum. Korkut Amca’nın normale zıt davranışlarını yarı yolda koydum. “Onlarla konuşma fırsatı bulamadım henüz,” dedim. Gömleğimin kollarını hafifçe yukarı sıvarken sonbahar havasından biraz daha serinlik bekledim. “Ama kabul etmişlerdir,” omuzlarımı silktim. “Sonuçta, son sözü her zaman Büyük Hanım söyler.” “Keşke işler daha farklı olabilseydi,” dedi Korkut Amca parçalı bulutlu bir hüzünle. “Keşke,” derken gülümsedim. “Ama üzülmüyorum…” Korkut Amca’nın neden bozulduğunu anlayamadığım moralini düzeltmek için değildi bu ifadem. Kendimi motive etmek içindi. “Yani üzülüyorum evet, ama… Biraz.” İşaret parmağımı ve başparmağımı birbirine yaklaştırarak birazı örneklendirdim. “Biraz üzülüyorum, Korkut Amca. Yaşanması gereken zorunluluklara adapte olabilirim. Kim bilir, belki onları değiştirebilirim de.” “Değiştirirsin,” dedi. Bazen zihnimde koşuşturan farelerin sesini duyuyordum. Düşünlerim fareli köydü, yaramaz fareler ise köyün sakinleri… Korkut Amca farklı, aykırı düşüncelerime katkıda bulunan bir bilgeydi. Fareli köyümün bilgesi, fareli köyün bilgesi… Ve bilge bir şeyler söylüyorsa istemeden de olsa inanırdı fareli köyün muhtarı. “İnanıyorum ben sana, Sinan.” Böylece ben de ona inandım. “Kollarında ne var senin?” diye sordu aniden. Gömleğimin manşetlerini sıvadığımdan ötürü açığa çıkmış tırmalama izlerini kast ediyordu. “Hasarsız bir günün olmayacak mı, Sinan? Onlar ne?” “Bunlar mı?” derken gülümsedim yeniden. “Cadı, yakaladığı farelerin çetelesini kollarımda tutmayı seviyor diyelim.” Ama Cadı ’nın bana bağladığı uğursuzluktan bahsetmedim. “Uzat,” dedi başını eğerken. “Kollarına da bir şeyler sürelim.” “Yok. Zamanım yok, geç kalırım.” Kollarımı uzatmayarak buz torbasını kenara çekmiştim. Güçlükle ayağa kalktım. “Kuyumcuya gideceğim,” adımlarım az da olsa düzelmiş sayılırdı. “Malum, düğün yaklaşıyor.” “Sinan,” dükkân kapısına yaklaştığımda seslenmişti. “Uygun olduğunuzda kızı yanıma getir.” “Diğerleri gibi,” dedim keyifle. Çay bahçesine param yetmediği için burada çay içirdiğim üç beş kızı hatırladım birden. Gülümseyerek onayladı. “Diğerleri gibi…” Elimi kaldırarak onu selamladım, “Hadi eyvallah.” Ve fareli köyün bilgesini geride bırakarak marangoz dükkânından ayrıldım. * Kuyumcuya geldiğimde bir şenlik ateşi ısıtıyordu etrafı. Herkesin keyfi yerindeydi. Abim çay içip gülümsüyor, Nazar ise muhtemelen kahve yudumlarken görevlinin getirdiği takı standında en pahalı parçaları işaretlemeye gayret ediyordu. Çok beklemiş gibi bir halleri yoktu. Kendimi toparlayarak altın dolu dükkânın içine girdim. Ayak bileğimde hâlâ biraz ağrı dolaşıyordu ancak önceki kadar şiddeti belirgin değildi. Adımlarım aksamayı bırakmamıştı belki; fark etmeyeceklerini umarak onlara yaklaştım. Bakışlarını altınlardan alsınlar diye hafifçe boğazımı temizleyerek dikkatlerini çekmiştim. “Nihayet,” dedi çay bardağını önündeki küçük sehpaya bırakan abim. Gülümsemesi kaybolmuştu birden. “Sinan Beyefendi de nihayet teşrif edebildiler.” Ses tonunun sert olmayışı tek bir ipucu veriyordu: Önemli ihaleyi kazanmışlardı. Neyse ki iyi şeyler olmaya devam ediyordu. “Geç kaldım,” dedim özür dilercesine. “Kusura bakmayın.” Abim oturduğu yerden kalkarak bana yaklaştı. “E çarşıdayım dememiş miydin oğlum?” işaret parmağını kolundaki saatin camına üç defa vurdu. “Çarşı uzak değil ki buraya, neden gelemedin?” ceketinin yakalarını silkti. “Bir saattir bekliyoruz.” Ağcı konağını gözetliyorken ağaçtan düştüğümü bilmemelilerdi. Özellikle düştüğüm hiç bilinmemeliydi. Maruz kalacağım kızgınlık yüklü ifadeleri def edebilecek güçte hissetmiyordum çünkü. Hoşlanmasan da üç maymunu oynadım. “İşim vardı abi,” dedim ve yalan söyledim. “Ancak bitti.” “İş mi? Senin işin olamaz. Yani senin işin yok ki.” İlgisini takı standından koparan Nazar, iddiamı geçerli bulmamıştı. “Allah aşkına ya senin ne işin olabilir abi? Günün en önemli işi bu, şu anda…” Sevgili kız kardeşim, ortama uymayan abiye bir elbise giymişti. Yüzünü bütünüyle boyadığı makyajı fazla abartılıydı. Ya da sadece bana göre fazla abartılıydı. Zira abimin Nazar’ın makyajıyla bir problemi yokmuş gibi görünüyordu. Belki de problem yaşanmış, ben gelmeden hesaplaşılmıştı. Emin değildim. “Uzatma Nazar,” dedim kurcalamasın diye. “Ne seçeceksek seçelim. Geldim işte.” Kardeşim alınganlıkla kollarını göğsünde kavuşturdu. “Ay hiç gelmeseydin keşke ya.” Keşke… “Müstakbel kocanla buluşman iyi geçti herhâlde.” Onun tepkisine tepkiliydim işte. “Böyle sesini yükseltebildiğine göre…” “Yeter,” dedi abim sertçe. Bıçak görevini üstlenip gerilimi parçalara ayırmıştı. “Tartışmanın ne yeri ne de zamanı…” bu, mühim bir uyarıydı. Sonrasında sohbet ettikleri görevliye döndü. “Yeni modelleri şimdi görebiliriz.” “Hemen getiriyorum, Sarp Bey.” Görevli arkasını dönüp dükkânın derinliklerinde kaybolurken Nazar, kendi halinde etrafa bakınmaya geçmiş, abim de ona eşlik ediyordu. İkisinden de ayrıldım. Tek başıma vitrinlere bakmayı seçmiştim. Bizim dışımızda üç beş müşteri daha vardı. Hem onların hem de bizimkilerin uğramadığı sol köşeye doğru ilerledim. Maral’a uyacağını düşündüğüm bir tek taş bulabilmek için yüzük modellerine itinayla bakıyordum. Kapı tarafındaki vitrine geldiğimde duraksadım. Öğleden sonrayı Mardin’e taşımak için çırpınıp duran güneş ışınları bir yüzük modeline çarpıyor ve onu diğerlerinden ayırırcasına parlatıyordu. Vitrine doğru eğilerek yüzüğün daha iyi görmeyi amaçladım. Kuyumcudaki diğer parçaların aksine bunun gövdesi bakırdandı. Söz konusu bakırın üstüne ayın evreleri itinayla işlenmişti. Tam ortada ufak, kare şeklinde kan kırmızısı bir taş parlıyordu. Belli ki değeri düşük bir yüzüktü ancak gördüğüm kırmızı aklımı çelmişti bir kere. “Yüzüğü beğendiniz mi, beyim?” diye sordu arkamdan yükselen tok bir ses. Tek kaşımı kaldırarak omzumun üstünden benimle konuşan kişiye baktım. Temiz giyimli, yaşlıca bir adamdı. Abimle ilgilenen genç adamla birlikte bu kuyumcuyu işletiyor olmalılardı. Başımı hafifçe sallayıp bakışlarımı yeniden yüzüğe çevirdim. “Beğendim,” dedim hayranlıkla. Bakır, üzerine işlenmiş ayın evrelerini kusursuzca taşıyordu. “Müthiş bir işçilik…” Görevli bana yaklaşarak aynı şekilde vitrine baktı. “Bu dükkânda bulabileceğiniz en değersiz yüzük budur.” İşaret parmağını yüzükteki kan kırmızısı taşa vurgu yaparcasına vitrine çarpmıştı. “Ama yakut kullanılmış.” “Madem değersiz,” dedim merakla. Hayalimde, yüzüğü Maral’ın parmağına takmıştım çoktan. “Niye bunca altının arasında sergiliyorsunuz?” ve kan kırmızı, ona çok yakışıyordu. Görevli, “Yüzükten ziyade,” diyerek olaya açıklık getirmeye koyuldu. “Hikâyesini sergiliyoruz aslında.” İç çekti. “Eh, şu ana kadar hikâyelere değer veren bir müşterimiz olmadı. Satamadık.” Yüzük, zihnimi görevlinin cümlesi de ilgimi etki altına altmıştı bir kere. “Anlatsana şu yüzüğün hikâyesini,” dedim göz ucuyla Nazar’ı ve abimi kontrol ederken. Gelmemi beklemiş, gelişimi önemsizleştirmişlerdi. Bir hikâyeye vaktim var gibiydi. “Vakti zamanında zengin bir Kont varmış,” dedi uzatmadan başlayan görevli. “Bolluk içinde yaşar ailesine de bolluk yaşatırmış. Tek bir oğlu dışında…” tekrar iç çekmek için duraksadı. “O oğlunu sefalete mahkûm etmiş.” “Neden?” diye sordum. Hikâye hiç de yabancı gelmiyordu kulaklarıma. “Oğlu ne yapmış ki?” “Çocuğun bir suçu yokmuş, beyim,” yine bir iç çekiş ve yine bir duraksayış… “Sadece o, Kont’un öz oğlu değilmiş. Halkın tepkisini çekmek istemeyen Kont, oğlanı kendi çatısının altında tutuyor ama diğer çocuklarından ayırıyormuş.” Ne güneş yüzükten ne de ben gördüğüm asil kırmızılıktan ayrılabildim. “Sonra?” “Günlerden bir gün oğlan âşık olmuş. Sevdiği kıza evlilik teklifi etmek için kendi imkânlarıyla yapmış bu yüzüğü.” “Yakutu nasıl bulmuş?” “Kont’tan çalmış diyorlar.” Dudağımın kenarı, müdahalem haricinde yukarı doğru kıvrıldı. “Evlenmişler mi, peki?” “Evlenmişler evlenmesine ama beyim…” görevli bir kez daha duraksadığında bu defa iç çekişine hüzün karışmıştı. “İki ay sonra kız, oğlanı öldürmüş.” “Neden?” şaşkınlıkla döndüm görevliye. Artık hangi neden bu ölümü haklı çıkartabilirse… Görevli, kader dercesine ellerini iki yana açtı. “Kız, oğlanı sevmiyormuş. Hiç de sevmemiş zaten. Kız, Rus bir suikastçıymış, beyim. Kont tarafından tutulmuş kiralık bir katil…” Başımı ağır ağır salladım. Yakut, geçmişi anarcasına parlamaya devam etti. “Kendi adını kirletmeden üvey oğlunu öldürmek için, değil mi?” “Maalesef öyle, beyim.” “Korkunçmuş,” elimin tekini cebime atarken ekledim. “Peki, bu yüzüm buraya nasıl geldi?” “Uzun zaman önce bir tüccar getirdi.” Yakutu tutan bakır, bakıra kazınmış ay ve evreleri, Maral’a yakışan kan kırmızı ve asla yabancı kaçmayan bir hikâye… “Hâlâ istiyor musunuz yüzüğü?” diye sordu görevli. Sorusunun üzerinden saniye geçmeden cevapladım. “İstiyorum,” en son böylesine kararlı olduğumda resimlerimin hesabını soruyordum umarsızca. Görevli, vitrindeki kilidi açtı. Yakut taşlı yüzüğü altınların arasından çekti çıkarttı. Önce onu koymuştu kırmızı kadifeden bir kutuya. Hemen sonra bir başka çekmeceden iki bakır halka çıkarttı. Yakut taşlı yüzüğün bir kopyasıydı sanki bunlar. Sadece taşları yoktu. Ayın evreleriyle donatılmış iki bakır halka, iki bakır alyans… Takmaktan keyif alacağım bir alyans olacaktı. Görevli, bakır alyansları da ayrıca kadife bir kutuya yerleştirip iki kutuyu da bana uzattı. “Ölçüler standart ama bir deneyin. Olmazsa daraltır ya da genişletiriz.” Sözsüzce onayladım onu. Kutuları himayeme aldım. “Ücreti ne kadar?” “Ücret istemez.” “Olur mu öyle şey?” Görevli saygı icabıyla eğilmişti karşımda. “Sizin adınız yeter, beyim. Biz sonra Büyük Hanım’la hallederiz.” Yüzüğün hikâyesine uygun şekilde, kendi imkânlarımla ödeme yapmak istediğimle ilgili bir tartışma başlatmaya hazırlanıyordum ki Nazar yanıma gelmişti. “Seçtin mi, abi?” diye sordu. “Evet,” dediğimde görevli çoktan uzaklaşıyordu. “Bakayım.” İstemeye istemeye önce tek taşın ardından alyansların kutusunu açıp gösterdim Nazar’a. Kardeşim, anında, memnuniyetsizlikle burun kıvırmıştı. “Ay çok çirkinmiş. Neyse Maral’a da sana da yeter.” Ellerini hayali yelpaze yaparak yüzüne doğru salladı. “Of, çıkalım mı artık. Sıkıntı bastı da beni.” Nazar’ın eleştirisine karşılık kutuları avuçlarım arasında sakladım. O sırada abim de bize katıldı. “Tamam mısın, Sinan?” “İyi, hadi.” Çıkışa doğru hep birlikte yürüdük. Fakat abimin hedefinden düşmüyordum bir türlü. “Sinan?” “Efendim?” “Nasıl yürüyorsun oğlum, sen?” “Ayakkabıma taş girdi. Ondandır.” “E duralım. Çıkart taşı. Saçma sapan hareketler yapma.” “Yok, boş ver şimdi.” “Bana baksana sen?” “Ne oldu?” “Ayakkabına taş girdiğinden emin misin?” “Eminim, abi.” “Öyle olsun.” * Konağa girdiğimizde ciddi bir telaş dolaşıyordu ahşap duvarlar arasında. Zelal ve Şehla süratle koşuşturuyordu. Annem ve Dilşah yengem kuru temizlemeden yeni alındığı belli olan siyah torbalara geçirilmiş kıyafetleri üst kata çıkartıyordu. Büyük Hanım’ın sesi çınlıyor, dört bir yana emir yağdırıyordu. Avluya yürüdüğümüzde babam, kuyumcudan dönen ufak grubumuza katıldı. Elini abimin omzuna attı. “Arabaları hazırlat, Sarp. Ağcı aşireti ile yemek yemeye gideceğiz.” Böylelikle herkesi geride bırakmış, taşıdığım kutulara sarılmış, odama çıkmıştım. Tuvaller ve al yazma dâhil her şey bıraktığım yerdeydi. Yalnızca, annem ve Dilşah yengem kıyafet torbalarından birini de benim yatağımın üzerine bırakmayı uygun görmüştü. Torbanın fermuarını açıp görünen takım elbiseye baktım. Olaylar fazla ani gelişiyor ve ben yine kalıplar arasında sıkışıyordum. Tabii, Ağcı aşireti ile yemek etkinliğini her kim organize etmişse iyi bir şeydi bu. Böylece tektaşı verme, Maral ile gerçekten sohbet edebilme fırsatım olacaktı. Takım elbiseyi giyip aynanın önüne geçtim. Tektaş kutusunu cebime yerleştirip kenardan bir tarak aldım. Saçlarımın dağınık şeklini toparlamaya çalıştığım sırada odamın kapısı açıldı. Elinde tuttuğu kravatla Onur, eleştiren bakışlarını bana sunuyordu. “Ne diyorsun, Onur,” tarağı aldığım kenara bırakıp parfüm sıktım. “Yakışıklı görünüyor muyum?” “Çok çirkinsin, amca,” dedi tüm dürüstlüğüyle. Yüzüm düştü. Belli etmeyerek ceketin yakalarını çekiştirdim. “Babana benzediğimden olsa gerek…” “Hiç de bile, babam çok yakışıklı bir kere,” omuzlarını inatla kaldırıp inatla indirdi. “Hem… Babama benzemiyorsun.” Pekâlâ, sabrımın sınırlarını zorlamadığında yeğenimi daha çok seviyordum. “Ver kravatı,” dedim direkt. Omuzlarını yeniden kaldırdı, yeniden indirdi. “Onur, ver diyorum şunu.” Ne olduğunu anlamama fırsat vermeden kaçarcasına çıkmıştı odamdan. Dişlerimi sıkıp peşine düştüm. “Onur!” Hızlı gitmeye ve biraz ağrıyan ayak bileğimin beni düşürmesine izin vermemeye çalışırken önüme bakamamış, merdivenlerin sonunda Büyük Hanım’a çarpmıştım. Büyük Hanım, sanki o sırada yarı zamanlı Malefiz’di. Kendisine yanlışlıkla çarptığım için öyle bir bakıyordu ki şimdi ejderhaya dönüşüp beni küle çevirse olağandışı bulmazdım. Çabucak eğildim. Selam verdim. “Hürmetler…” Abim konağın dışından arabaların hazır olduğu ile ilgili bir şeyler söylüyorken yanına gittim. Onur da oralardaydı. “Abi, tut şu oğlunu bir zahmet. Kravatımı çalmış.” Artık nasıl yaptıysa… “Ailemizde bir hırsız eksikti,” diye söylenen abim Onur’u tutmuştu. Nihayetinde kravatımı aldım ve kızlardan birine bağlattım. Akabinde herkes hazırdı. Arabalara bindik. Ağcı aşireti ile yemek yiyeceğimiz restorana doğru yol almaya başladık. O sırada kendi kendime söylendim. “Lütfen,” dedim. “Bu akşamki yemekte fareli köyümü su basmasın.” Instagram: hayalrafya |
0% |