@hayalrafya
|
Birini öpmek nasıl hissettirirdi? Bilmiyorum. Daha önce annem dışında hiç kimseyi öpmemiştim. Annemi öpmek. Bana bir şey hissettirmemişti. Hâlihazırda hissettiklerimi değiştirmemişti. Hissetmemiştim sanki. Biri tarafından öpülmek nasıl hissettirirdi? Bilmiyorum. Daha önce annem dışında hiç kimse tarafından öpülmemiştim. Annemin öpmesi. Güvende olduğumu hissettiriyordu bana. O beni öptüğünde kötülüklere karşı korunduğumu hissediyordum. Kalkan gibiydi. Sevildiğimi hissettiriyordu en basitinden. Maral’ın dudakları hâlâ yanağımdaydı. Eli, ensemdeki yerini koruyordu. Bakır yüzük gittikçe soğuyordu. Delicesine bir rüzgâr esiyordu. Maral Ağcı, annem dışında beni öpen ilk kişiydi. Annem dışında beni öpen ilk kadındı. Kardeşi de ilkim olmuştu. Kendisi de şu anda ilkim oluyordu. Ağcılar, hayatıma silinse dahi unutamayacağım çentikler kazıyordu. Sürdüğü rujun ıslak dokusunu hissettim. Beni öpmeden önce -yüzüme yaklaştığı sırada- tenime çarpan nefesinin sıcaklığını hissettim. Fareli köyüm sular seller altındaydı. Can kaybı yoktu belki ama mal kaybının yerini doldurulamazdı. Yanaklarım ısındı. Hissetti mi? Emin değilim. Avuçlarım yeniden terliyordu. Sağ elimin parmakları açıldı ve kadife kutu, teras köşesinin zeminine döşenmiş mermere düştü. Kutunun çıkardığı sesi duymamla irkilmem bir olmuştu. Maral irkildiğimi fark etti. Geri çekildi. Parmaklarının ucunda yükselerek boyuma yetişmeye çalışmayı bıraktı. Tam karşıma geçti. Ellerini önünde kavuşturdu. Duman grisi gözleri, hislerimi is ile boğuyordu. Kocaman gülümsedi. Ben de tuttuğum nefesimi sesli bir şekilde dışarı üfledim. Ona baktım. Kaşlarımı çattım. Ona baktım. Nasıl baktığımdan bihaberdim. Ancak Maral’ın gülümsemesi hafiften kayboluyorken bakışlarımın uzaylı görmüş havası yaydığı kesindi. “Sinan,” dedi. Onunla konuşmamı istiyordu. Sesi beklenti doluydu. Bense bir soru bankasıydım. Sayfalarımın arasında beklentilere verecek yanıt yoktu. “Sinan,” başını hafifçe yana eğdi. Yüzünü gölgeleyen saçlarını geriye itti. “Sinan.” Yutkundum. Dudaklarımı ısırdım. Ruju yanağıma bulaşmıştı. Çok net algılıyordum. Öpücüğünün hayaleti bana yadigârdı. Bu yadigârla baş ederken bayılmaktan ve ayılamamaktan korktum. Basitçe korktum. Çokça heyecana vuruldum. “Ben…” tereddütlüydü. Kendini ifade etme, durumu açıklama ihtiyacı hissediyordu. “Yanlış bir şey mi yaptım?” Görüyor, duyuyor, algılıyordum. Tepki vermek konusundaysa sınıfta kalıyordum. Üzerime bir ağırlık çökmüştü. Kıpırdayamıyordum. Öylece Maral’a bakıyordum. “Yanlış bir şey yaptıysam özür dilerim. Anın heyecanıyla, birden oldu yani.” Yanlış bir şey yapmamıştı. Yanlış olan bendim. Etrafımda dönen eylemleri de yanlış kılıyordum böylelikle. “Sinan.” Bir kaz daha parmağına baktı. Yakuta dokundu. Ellerini bakır halkanın etrafında gezdirdi. “Yüzük çok güzel…” Yapma Maral diyemedim. Bu akşam dâhilinde tekrar konuşabilmemiz çok zordu. Aksi takdirde heyecan denilen illet, zihnime paydos ettirecek ve algılarımı kapatacaktı. “Konuşmayacak mısın?” Konuşmadım. Konuşamadım. Yutkundum. Dişlerimi sıktım. Klasik Sinan. Ensemi bile kaşıyamıyordum. Klasik olmayan Sinan. “Pekâlâ, artık beni korkutmaya başlıyorsun.” Gözlerim karardığında düşecek gibi oldum. “Sinan,” dedi alçak tondan bağırarak. Elim refleks olarak teras korkuluğuna tutundu. Maral da ayakta kalışımı kesinleştirmek için omzumu tuttu. “İyi misin, Sinan?” endişelenmişti. Hareket edebildiğimi fark ettikten sonra daha fazla onun karşısında duramazdım. Gitmem gerekiyordu. Sakinleşmem gerekiyordu. Maral’ın elini omzumdan ayırdım. Korkuluğu bıraktım. Arkamı döndüm ve on bir numaralı masaya doğru yürümeye başladım. O saniyede gerçekten bayılmamamın sebebi, heyecanımın beni ayakta tutmaya yetecek kadar kuvvete sahip olmasıydı. Kalbim çıldırmıştı. Kopya çekerken yakalandığım sınavlarda dahi böylesine delice atmamıştı. Nefeslerimi düzenlemenin bir yolu yoktu. Teras köşesini terk ettiğim biraz önceki saniyeden beri geçici bir sarsıntı halindeydim işte. Yanımdan geçip giden garsonlar, bende bir terslik olduğunu anlamışçasına yüzüme bakıyordu. Yüzümde ne vardı ki? Hislerime ne dadanmıştı da yüzüme sıçrıyordu? Sakin bir denizde alabora olmayı başarmış ufakça bir teknenin talihsiz kaptanıydım sanki. İşe yaramazın teki… Restorandaki herhangi bir nesneye ya da kişiye çarpmamaya özen göstererek birbirine karışan adımlar atmayı sürdürdüm. Fakat bir müddet sonra heyecanım parçalara ayrılmış, nesne ya da kişilerden biri bana çarpmıştı. Çarptığım varlığın abim olduğunu o, adımı söylediğinde anladım. “Sinan,” dedi. “Ne oldu oğlum sana? Neredesiniz bir saattir? Tatlı servisine geçilecek hâlâ yoksunuz ortalarda.” Kollarına tutundum. Beni aynı şekilde tutarken bakışlarını kıstı ve dikkatle baktı. Yüksek ihtimalle bizi çağırmaya geliyordu da perişan halimi gördüğünde baştaki cümlelerini unuttu. “Sinan, ne bu halin? Neden şalterin attı yine?” “Abi,” soluk soluğa kalmıştım. Oysa koşmamıştım. “Abi yardım et.” “Ne yapayım?” “Boğuluyorum galiba. Dizlerim tutmuyor gibi.” “Gel şuraya.” Bedenimi sürüklercesine kenara çekti. Bir servis arabasının arkasına geçtik. Sırtımı arabaya yaslayarak yere oturdum. Abim de süratle kravatımı gevşetmişti. “Ne oldu sana?” “Sanırım, hislerim ters döndü.” “O ne demek lan?” Kendimi durdurmadım. Gözlerimi yumdum ve samimi bir kahkaha attım. “Sonunda aklını da kaçırdın.” Bir müddet güldüm. Güldükçe zihnim berraklaştı. Daha çok güldüm. Gülmek, tedaviydi o anda. Bense iflah olmaz bir hasta. Garsonlardan biri, sırtımı yasladığım servis arabasını habersizce hareket ettirdi. Abim, geriye düşmeyeyim diye sırtımı destekledi. Bıkkındı. Yine de yaptı. Ayağa kalkmamı sağladı. Ellerini omuzlarıma koyup bedenimi sarstı. “Derhal konuş. Neler oluyor?” “Şu kız var ya.” “Hangi kız?” Sanki etrafımda binlerce kız varmış gibi. Elini dahi tutmadığım kız arkadaşlarımın isimleri –Selen dâhil- film şeridi misali gözlerimin arkasından geçti gitti. “Berdel yapacağımız kız hani. Ağcıların kızı.” “Maral mı?” “Maral,” dedim tebessümler eşliğinde. Yüzüğümün sahibi. “Ne olmuş Maral’a?” “Maral’a değil, bana bir şey oldu?” Daha önce hiç sarhoş olmamıştım. Ancak sarhoş olsaydım eğer böyle hissettirirdi herhalde. Sersem gibi. Sersemlemiş gibi. Dünyanın ekseni yerinden kaymış gibi. Daha önce olmayanlarım ve ben. Geçmişim bomboş bir tuvaldi ve ben o tuvali Maral’ı uçurumdan kurtardığım gün doldurmaya başlamıştım. Gelecekteydim. Geçmişi çiziyordum. Belki de bu yüzden başarısızdım. Bu yüzden kaybediyordum. Zira ben bir kâşiftim. İlklerini yeni keşfeden, zamansız bir kâşif. “Ne oldu sana? Delirtme Sinan beni. Ne oldu oğlum sana? Konuşsana.” “Maral bana bir şey yaptı, abi.” Maral bana bir şey yaptı ve gökteki yıldızlar mükemmel şahitler olarak havada kaldı. “Ne yaptı? Maral sana ne yapmış olabilir lan?” “Öptü,” dedim. Yanağım kaşındı. Öpücük, artık daha gerçek bir hale büründü. “Ne? Ne dedin sen?” “Duydun işte. Beni öptü dedim. Beni öptü.” “Ne saçmalıyorsun oğlum, sen? İçki mi içtin?” “Keşke içseydim.” “Saçmalama, Sinan.” “Saçmalamıyorum. Maral beni öptü.” Abim omuzlarımdaki ellerini çekti. Dengem sarsıldı ancak düşmedim. O, karşımda saçlarını yolarcasına çekiştirirken biraz daha sakindim. Travma gibiydi. Atlatmıştım bitmişti. Kalan etki, ileride olacakları merak etmeme neden oluyordu. “Ne saçma sapan bir iş bu oğlum, lan. Ne demek öptü? Nasıl öptü?” “Nasıl öptüğünü anlatayım mı gerçekten?” Yüzünü hoşnutsuzlukla kırıştırdı. “Hayır. Hayır, tabii ki. Lafın gelişi sordum işte öyle.” Elinin tekini beline koydu. Çenesini sıvazladı. Gözlerini bizden çekmeyen garsonlar yokmuş gibi davranıyordu. Kaşlarını çattı. “Öpmüşse öpmüş. Ne oldu yani? Önce o seni öptüğü için kız tarafı biz mi olduk şimdi?” “Dalga geçme.” “Dalga geçmem için malzeme verme sen de.” Abimin gevşettiği kravatı üstünkörü bir şekilde düzelttim. Masaya döndüğümde Büyük Hanım’a beni inceleme fırsatı tanımak istemiyordum çünkü. Neyse ki heyecanım kaçmış, ellerim ve dizlerim çok da titremiyordu artık. “Küçük bir öpücüktü,” dedim nedenini bilemeden. “Yanağımdan öptü.” “Yanağından öpmüş! Ben de bir şey sandım.” “Ne sandın?” “Abartma, Sinan. Bu kadar abartma. Ayılıp bayılma. Her seferinde sakinleşmen için yanında ben olamam ya.” “Anlamıyorum. Her seferinde derken?” İki üç kez sırtıma vurup imalı imalı gülümsedi. “Bunlar daha iyi günlerin demek.” “O ne demek?” “Her şeyi açık açık anlattırma, Sinan.” O anlatmadı. Ben de sormadım. Bekleyecektim. Atiyi yaşayarak öğrenecektim. Nefes alayım diye biraz daha bekledik. Sonrasında abim sabırsızca, “Daha iyiysen masaya dönelim,” dedi. “Merak etmişlerdir.” “İyiyim.” “İyi.” Abim elini enseme attı. Kasten canımı acıtacak şekilde ensemi sıktı. Acıyla inlerken onu savuşturdum. “Yapma şunu.” Masaya geldiğimizde alçak tonlu bir sohbet dolaşıyordu sandalyelerin arasında. Tabaklar boştu. Tatlı siparişinin verildiğini tahmin ettim. Tatlı gelinceye değin mırıltılar eşliğinde muhabbet ediyorlardı. Bizi gördükleri anda cümlelerini yarım bırakmak pahasına bile olsa sustular. “Sinan, nerede kaldın yavrum?” diye sordu annem. Sesi yorgundu. Kendisi de sesine uygun olarak yorgun görünüyordu. Bu durumun yemek nedeniyle ortaya çıkmadığını biliyordum. Annem, Zümra Lehçiler, her daim yorgundu. “Maral’la birlikte gittiniz. O döndü. Sen yoksun.” Annemin belirttiklerini temel alarak Maral’ın sandalyesinden yana çevirdim bakışlarımı. Endişeliydi. Hiç şüphesiz beni merak etmişti. Onu neden teras köşesinde bırakıp gittiğimi sorguluyordu yüzümü inceleyen ifadesi. Ancak ben bile kendimi anlamakta güçlük çekiyorken ona bir şeyler anlatamaz, açıklama yapamazdım. “Geldim işte anne,” dedim. Sandalyemi çekip oturdum. “Geldik,” demişti yeni bir sessizlik faslına daha katlanmak istemeyen abim de. “Konuştuk biraz. Bir şey yok.” Evet, algılarımın takla atmış ve Maral’ın beni öpmüş olmasının dışında pek bir şey yoktu. Öte yandan Büyük Hanım, söylenmeyenleri okurdu. “Yani bir şeyin de sonunu getirmeden gitme, Sinan.” Düşündüm. Benim de Maral’ı öpmüş olmam gerektiğini mi kast ediyordu acaba? Getireceğim son bu muydu? Bu olamazdı. Bu kadar da olmazdı. Büyük Hanım’ın haberi yok, diyerek kendimi teskin ettim ve nihayetinde yemek masasından ayrılışımın konuşulduğuna kanaat getirdim. “Sonunu getirmek için döndüm ya, Büyük Hanım.” Maral’a değil, masaya döndüm. Öpücüğün sonu için değil, yemeğin sonu için döndüm. Gayet mantıklı. “Aman siz de!” diyerek eleştirdi Bahriye Hanım, Büyük Hanım’ı. “İyi ki de gittiler. Bizimle oturup ne yapacaklardı. Hem bu yemek onlar için ayarlanmadı mı? Birbirlerini tanımaları için, değil mi?” Müstakbel kayınvalidemi sevmeye başlıyordum ki, Büyük Hanım tarafından bölündü. “Değil, Bahriye Hanım. Saygı denilen bir şey var.” “Büyük Hanım, oğlum ne saygısızlık yaptı şimdi?” “İstersen bana hepsini saydırtma, Zümra. Yemek bitmez.” “Hah!” abim ellerini birbirine vurarak tüm dikkatlerin gerilimini azalttı birden. “Tatlılar da geliyor. Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.” Bu yemekte fark ettiğim bir gerçek vardı ki ne zaman işler rayından sapacak olsa garsonlar, yeni bir servisle masamızın etrafında toplanıyor ve kısmen de olsa kara bulutları dağıtıyordu. Tatlılar önümüze koyuldu. Sönmüş mumlar yeniden alevlere kavuşturuldu. Akşamı bitirip geceye evirilen gök, biraz daha soğudu ve ben kardeşinin dudaklarını hâlâ yanağımda duyumsuyorken Kemal Ağcı konuştu. Gerekli gereksiz konuşmalara bayılıyordu. Bayıldıkları bana batıyordu. “Uzun gittiniz, Sinan,” dedi. Tabağındaki tatlıyı açgözlü tavırlarıyla parçalamasını daha fazla seyredemedim. Ona değil, masa örtüsüne baktım. “Sırada sen mi varsın?” “Ne sırasında?” “Açıklama yapacağım kişiler sırasında.” “Ne diyeyim, sağ ol. Fena olmazdı ama gerek yok. Ben açıklamanı biliyorum zaten.” “Ne mutlu sana!” “Ne bildiğimi sormayacak mısın?” “Sorsam da söylemeyecek misin, zaten?” “Ah!” Kemal’in duygusal iç çekişi -maalesef- yönümü ona çevirmişti. Sıkılmış bakışlarla, sol elini kalbine doğru bastırdığını gördüm. “Nazar görüyor musun?” diyerek onaylama bekleyen bir soru sordu. O an masada on dört kişiydik ve Kemal’i bir tek, “Evet,” diyen Nazar anlıyordu. Sahiden, hangi arada böylesine uyumlu çifte kumrular olmuşlardı? “Abin beni ne kadar da iyi tanıyor, Nazar.” “Anlaşabiliyor olmanıza seviniyorum,” dedi Nazar hülyalı hülyalı. “Bir de geçmişe kötü derdim! Meğer bizi, Sinan abinle beni kardeş yapacakmış.” Nazar, elini elimin üstüne koyup parmaklarımı sıktı. “Teşekkür ederim, abi. Kemal’i tanıdığın için. Anladığın için. En önemlisi de onu kardeşin olarak kabul ettiğin için.” Parmaklarımı Nazar’ın baskısından kurtardım. Tatlı tabağını kaldırıp içindeki bol şerbetli tatlıyı hassasiyetle kokladım. “Ne var bu tatlının içinde?” Tatlının içinde bir şeyler olmalıydı ki Nazar ve Kemal’in büründükleri ruh halini yorumlayabilelim. Sözlerim üzerine Maral, yumuşak tonda güldü. Abimin ise şüpheleri arttı ve çatalını bırakarak kaşlarını kaldırdı. Katiyen tatlı yemeyeceğinin bir işaretiydi bu. Fırsattan istifade eden Kemal, abimin tabağındaki başıboş tatlıyı kendi tabağına aktardı. “Sinan,” dedi bol şerbetli lokmasını bol iştahla çiğnerken. “Aslında bayağı bayağı kaçıp gidecektin, değil mi? Son anda Sarp abi yakaladı getirdi seni, değil mi?” “Dedektif olmalıymışsın, Kemal.” “İltifat ediyorsun.” “Hayır, abartıyorum. Çünkü kaçmadım.” “Kaçmadın mı?” “Kaçmadım.” “Ne demek kaçmadın? Nasıl kaçmazsın ya?” “Yapma,” kafamı iki yana sallarken biraz önce bahsettiği geçmişi hatırlamasına olanak tanımıştım. “Kaçmanın erbabı sensin. Bu işin kitabını yazmadın mı? Ben neden kaçayım ki?” “Benim amcam kaçmaz zaten,” dedi babasının yanında oturan Onur. Konuşmaya fazla hevesli bir çocuktu. “Ne olursa olsun kaçmaz.” “Amcası kaçmaz,” dedim keyifle. “Duyuyor musun, Kemal?” “Ama annem diyor ki; amcanın aklı olsa kaçar.” Sonrasında üç kişi, üç farklı duygudaydık. Benim payıma düşen hayal kırıklığıydı. Farkında değildim. Bıçak tutuyor olmalıydım zira sağ elimin başparmağında keskin bir acı hissettim. Parmağımdaki kesikten taşan kan, kuru temizlemeden yeni alınmış elbiseyi kirletmesin diye rastgele bulduğum siyah bir peçeteyi yaranın üstüne bastırdım. Kemal, mutluluktan havalara uçacaktı. “Çocuktan al haberi. Evet, Sinan, duyuyorum.” Abim ise küpünü kırmaya niyetli keskin bir sirke kadar öfkeliydi. “Dilşah, ne diyor bu çocuk?” Annem ve Bahriye Hanım’la konuşmaya ara veren yengem, sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyordu. Oysa biliyordum. Dikkatini bölüyor ve tüm masayı aynı anda dinliyordu. “Ne diyormuş? Ne diyorsun annecim?” Onur -suçlulukla- oturduğu sandalyeden aşağı doğru kaydı. Masanın altına girdi. Kayıplara karıştı. En az annem kadar yorgun hissediyordum şimdi. Abim ve yengem arasında kalan Onur’un boş sandalyesine baktım öylece. “Kardeşime ne dedin sen, Dilşah?” “Ne saçmalıyorsun, Sarp? Ne demişim ben senin kardeşine ya?” “Görüyor musun, Sinan,” dedi abimle yengemi duymamı engelleyen Kemal. “Abinle yengen tartışıyor. Sebebisin resmen.” ve uzandı. Beni tatlımı da çaldı. “Bak ne diyeceğim, Kemal,” dedim zar zor zapt ettiğim öfke ve hayal kırıklığının birleşimiyle. "Gel gidelim. Biraz da biz tartışalım, ha? Ne dersin?” “Sinan,” dedi annem uyarırcasına. Dayanamadım artık. “Ne var ya!” sesim hafiften yükselmişti. Yemek mevzusu çığırından çıkıyordu resmen. “Sinan, Sinan, Sinan. Ne var?” küfür etmemek için yumruklarımı sıktım. Yumruklarımı sıktığım yerde parmağımdaki kesiğin acısı katlandı. Konuşmayan, yalnızca dinleyen Maral’ın üzerimdeki etkisini tamamen yitirdim. “Sinan,” dedi bu defa da Fahrettin bey. Anın hararetiyle ona da çıkışmıştım. “Ne var?” “Anlamadım?” Şaşkınlıkla büyüyen gözlerini üzerime diktiğinde tüm masa sustu birden. Büyük Hanım hariç. “Saygısız. Saygısız diye boşuna demiyorum ben.” Derin nefesler alıp kendimi düzelttim. “Yani hürmetler, Fahrettin Bey.” hürmetler. Bir çeşit acil kaçış kelimesiydi benim için. Fahrettin Bey, uç tavrımın üzerinde durmadı. Ortamı yatıştırmak istediği aşikârdı. Böylece -muhtemelen- birlik sağlayacağını düşündüğü bir konuyu gündeme getirmişti. “Siz gittiğinizde konuşuyorduk.” “Ne konuşuyordunuz?” “Uzatmayalım,” dedi Büyük Hanım birçok açıdan. “Nişanı hemen yapalım diyorlar.” “Hemen mi? Biraz acele etmiyor muyuz sizce de?” Ve Kemal Ağcı, yine yersiz bir özneydi. “Ne acelesi ya, biz yeteri kadar bekledik.” “Biz yeteri kadar bekledik, abi,” diye tekrar etti Nazar da. Öte yandan abimin siniri azalmamıştı. Az biraz Nazar’a çıkıştı. “Neyi beklediniz, Nazar?” “Sarp, bağırma kardeşine,” dedi babam. “Af edersin, baba.” İşte klasik bir Lehçiler ailesi, aile üyeleri ilişkisi. “Birbirimizi bekledik, Sarp abi,” dedi Kemal. Adeta yalvarıyordu. Kemal ve Nazar, Maral ve Sinan’ın tam zıddıydı. “Berdel gerçekten bu ya?” diye sordum kendi kendime. Şehla ve Zelal ile konuşan Nazar, nasıl olduysa, bana cevap verebildi. “Berdelin de aşklısı olur. Sabit fikirli olma, abi.” “Bu işlerin acelesi makbuldür hem,” dedi Bahriye Hanım. Maral’ın koluna hafif hafif vuruyordu. “Bahriye Hanım haklı. Uzadıkça tadı kaçar,” dedi babam. Fahrettin Bey, düşünceli düşünceli başını salladı. “Sıcağı sıcağına yapalım.” “Önümüzdeki günlerde mi?” diye sordu annem. Hızlı adapte oluyordu. Varlığımı kaale almıyormuş gibi. “Neden olmasın? Uygun, değil mi gençler?” Nazar ve Kemal aynı anda aynı sevecenlikle, “Uygun,” diyerek aslında Fahrettin Bey’in kesin kararına karşı önemsiz bir fikri beyan ettiler. “Sinan?” “Uygundur, baba,” dedim pes ederek. Babam benim adımı söylerken Fahrettin Bey de kızının adını söyledi, “Maral?” “Senin dediğinin dışına çıktım mı hiç, baba?” dedi Maral. Masadayken neredeyse ilk defa konuşmuştu. Oysa teras köşesindeyken gayet iyi konuşuyordu, konuşuyorduk. Burada konuşmuyordu. Yine de Maral Ağcı, biten her saniyede ilgimi daha fazla kendisine bağlıyordu. Bahriye Hanım birden telaşlandı. “Nerede yapacağız peki nişanı? Gelen giden çok olur.” Eşi de onunla aynı fikirdeydi. “Doğru. Şöyle geniş bir salon tutmak en münasibi.” Benim umurumda değildi. Anladığım kadarıyla Maral’ın da umurunda değildi. Ancak belli ki Kemal Ağcı ’nın bundan sonraki hayatı, nişanın yapılacağı mekâna bağlıydı. “Salon olmaz, baba. Kabul edemem.” “O niye? Nesi varmış salonun?” Hepimizi aydınlatan Nazar oldu. Salonun nesi olduğunu söyledi. “Biz, salonu çok geleneksel buluyoruz, Fahrettin baba.” Baba demişti. Baba. Fahrettin Bey ve Fahrettin Amca evresini hızla tamamlamıştı sanırım. Onun kadar hızlı olabilmeyi bünyem kaldırmıyordu ne yazık ki. “Geleneksel yolla evlenmeye neden itiraz etmiyorsun o zaman?” dedi abim, Nazar’a. Kemal Ağcı. İki kişinin tatlısını çalmış olmanın tadını çıkartan sevgili eniştem! “Bana âşık,” dedi çekinmeden. “İtiraz edemez.” Koyun can derdindeydi. Kasap yana yakıla eti istiyordu. Fahrettin Bey ise, “Sinan, sen de bey deme artık. Baba de bana, evladım. Bak kardeşine,” derken çaresiz hayvanın postunun peşine düşmüştü. “Tabii,” dedim. Kaçabilsem muhteşem olurdu. Kaçabilsem ve Maral’ın beni öptüğü anı tekrar tekrar yaşasam muhteşem olurdu. “Soğukluğu bırak artık, Sinan,” dedi babam. Fahrettin Bey ile aynı fikirdeydi. “Şunun şurasında kayınbaban olacak.” “Sinan’ın soğukluğuna çöl bile çare olmaz,” dedi Büyük Hanım. Her zamanki formundaydı. “O ne demek, Büyük Hanım.” “Beni herkesin içinde konuşturma şimdi, Zümra.” “Ben ne diyorum biliyor musunuz?” dedi önündeki peçeteyi katlayan yengem. “Kardeşime hakaret etmek dışında mı?” “Kardeşine hakaret etmedim, Sarp. Üstüme gelip durma.” Onur birden masanın altından çıkıp sandalyesine yerleşti. Sırf bu anlar için pusuya yatıyormuş gibi bir hali vardı. “Aklı olsa dedin ya, anne.” Ben, abim, babam ve yengem aynı anda, “Onur,” demiştik sertçe. Onur, saniyesinde gözlerini ıslattı. Masanın altına yeniden kaçtı. “Herkes çok gergin,” yemeğin sonuna yaklaşmıştık. Suyumuz ısınmıştı ve Kemal, yine benim üzerimden tespit yapıyordu. “Senin yüzünde. Ortamı germe artık, Sinan.” “Ne diyorsun sen ya? Ne alakası var? Ortamı germek konusunda başı çeken sensin.” Nazar, gürültüyle boğazını temizledi. “Eee yenge. Ne diyordun? Bir şey diyordun, sahi.” “Nişanı diyordum, güzelim. Şu bizim yeni otellerden birinde mi yapsak? Hem geleneksel olmaz hem de tüm davetlilerin rahatça sığabileceği kadar büyük. Ne dersiniz?” Pekâlâ, Lehçiler ailesinin asıl mesleği tefecilikti aslında. Bunu herkes bilir ama kimse yüksek sesle söylemezdi. Yüksek sesle söylenen, turizmci olduğumuzdu. Dedem, zamanında yanlışlarını gizlesin diye bir oteller zinciri satın almıştı. Otelleri işletmeye başlamıştı. “İyi düşündün, kızım,” dedi babam. Abimin sıkıntısı geçmek bilmiyordu. Ben takılmamayı biliyordum. O ise her takıldığında düşüyordu. “Nadiren yapar işte böyle şeyler.” “Kalbimi kırıyorsun, Sarp.” “Ya senin kırdıklarına ne demeli, Dilşah?” “Otelin salonu var mı?” diye aykırı bir soru soran Fahrettin Bey’in ciddi ciddi bulunduğumuz dünyaya dönmesi şart olmuştu. “Var dünür,” dedi babam. “Var.” “Görkemli bir nişan töreni olacak,” dedi Büyük Hanım. “O işi bana bırakın.” Ve bıraktık. Geri kalan her şeyle birlikte bu işi de Büyük Hanım’a bıraktık. * Yirmi sekiz yıllık hayatım boyunca yediğim en yıpratıcı ve acılı yemekti, biraz önce dağılan masanın sunduğu. Yine de tamamen bir kayıp içerisinde değildim. Çünkü Maral’ın beni öpmesi, her türlü yıpranışa değerdi. Büyük Hanım’ın büyük nişan sorumluluğunu üstlenmesinin ardından kalkmıştık sofradan. Restoranın içinde -garsonların da yardımıyla- Onur’u saklandığı temizlik dolabından çıkartmak uzun sürmüştü belki ama olay çıkmadan halledilmişti. Şimdi dışarıdaydık. Valenin arabaları getirmesini bekliyorduk. Bu esnada on dört kişilik toplu yemek grubumuz üç parçaya bölünmüştü. Herkes yine kendilerince önemli meseleler konuşuyorken benim önemli meselem Maral’dı. Restoran kapısının yanında, tek başına duruyordu. Gözlerini yakut yüzüğe sabitlemişti. Bana bakmıyordu. Belki de ona bakarken böylesine rahat olmamın açıklaması buydu. Düşünceliydi. Ne düşündüğünü merak ettim. Düşüncelerine ortak olmanın, düşüncelerini benimle paylaşmasının nasıl hissettireceğini merak ettim. Bu akşam hissettiklerimle ve hissetmeyi merak ettiklerimle başım derde girmişti resmen. Ağcıların arabası bulunduğumuz yere yanaştı. Vale, anahtarı Fahrettin Bey’e teslim etti. Maral, kendisi için açılan kapıdan içeri gireceği esnada parmağımdaki kesiği tutan nemli, siyah peçeteyi sertçe kavradım. Kendimi kontrol edemeden ona seslendim. “Maral.” Sanki bunu bekliyormuş gibiydi. Durdu. Yüzünü bana çevirdi. “İyi geceler.” Tüm düşündüklerine rağmen gülümsedi. “İyi geceler, Sinan,” ve arabaya binerek gözlerimin önünden çekildi. “Sinan,” demişti o sırada yanıma erişen bir başka sesin bir başka sahibi de. “Bakıyorum da ablama tutulmuş gibisin.” Dişlerimi sıktım. Parmağıma işlemiş yarayı sıktım ve muhtemelen peçeteye daha çok kan bulaştırdım. Kemal Ağcı ’nın kulak çınlatan sesi, öfkeme hareket et komutunu veriyordu düpedüz. “Tutulmadım ablana,” dedim. Bunu yüksek sesle söylemek fazla sahte kaçmıştı. “Kendine gel.” “Sakin ol, Sinan. Bak benden sana bir tavsiye; her şeyi bu kadar ciddiye alma.” Pis pis sırıttı. “Erken yaşlanırsın. Sonra iş işten geçer. O zaman ona tutulsan bile Maral senin yüzüne bakmaz. Anlıyorsun, değil mi?” Anlamıyordum. Geriye kalan günlerde Kemal Ağcı ’ya nasıl olup da tahammül edebileceğimi anlayamıyordum. “Gelsene buraya,” dedim biraz önce aklıma düşen fikrin getirisiyle. İki adım geriye çekildi. “Neden?” “Gel sen işte buraya.” “Neden geleyim? Ne yapacaksın?” “Vedalaşacağız, Kemal. Bir şey yok. Gel.” Sözlerim bir şekilde kandırmıştı onu. Yanıma hepten yaklaştığında biriken tüm öfkemi kullanarak sarıldım ona. Çok geçmeden karaya vurmuş balık misali çırpınmaya başladı. “Si-Sinan! Kemiklerimi kırıyorsun, Sinan. Kemiklerim kırılıyor.” Parmağımdaki kesiğin acısına katlandım ve kollarımı daha çok sıkılaştırdım. Ve Kemal, nasıl kaçabileceğini gösterdi. “Sarp abi,” diye bağırdı. “Sarp abi, kardeşin beni öldürüyor.” Olayın ciddiyetini çabucak kavrayan abim, derhal yanımıza geldi. Kemal’i kurtardı ve arabaya bindirdi. Böylece Ağcıları uğurlamış olduk. Hemen akabinde gelen arabalarımıza -eski oturma düzenini koruyarak- bindik. Konağa doğru yol aldığımız sırada abim, babamla konuşmuş ve bana garanti etmişti. Yol uzasa dahi söz konusu caddeye girmeyecektik. Ne olur ne olmaz. * Lehçiler konağına ulaştığımızda herkes gideceği yönü biliyordu. Ahşap kapılar açılır açılmaz avlunun içine dağılmışlardı. Merdivenlere yönelip yukarı çıkmak isteyen tek kişi de bendim sanırım. Zira abim dışında peşimden gelmeye yeltenen yoktu. Onun gelişi de soru getiriyordu. Büyük ihtimaller akşamın travmasını tamamen atlattığımdan emin olmak istiyordu. “Yukarı mı çıkıyorsun, Sinan?” İlk basamağına adım attığım merdiveni çıkmayarak arkamı döndüm. Ona baktım. “Yoruldum.” “Uzun bir akşamdı, ha?” Merdiven korkuluğuna tutundum. “Uzun ve yorucu bir akşamdı.” Herkes için. Başını salladı. Devamındaysa bakışları, korkuluğu tutan elimdeydi. Başparmağıma sardığım siyah peçeteye bakıyordu. “Parmağına ne oldu?” Enerjim yoktu ancak gülümsedim. “Kemal oldu.” Tek kaşını soru sorar bir edada kaldırınca parmağımı kendime çekip peçetenin yırtılıp yırtılmadığını kontrol ettim. “Önemli değil ya. Kemal’e sinirlendiğim sırada bıçak kesti.” Başıma gelenlere hak verdi. Yine de uyarmayı ihmal etmedi. “Dikkat et kendine, Sinan. Daha yeni başlıyoruz. Bundan sonra çok uğraşacağız Kemal’le.” “Çok uğraşacağız,” diyerek tekrar ettim. En güzel anların oyunbozanı, Kemal Ağcı. Sevgili eniştem! Soğuk bir espriden bile daha beterdi. “Biz balkona çıkıyoruz.” “Akşamın kritiğini yapacaksınız?” “Mecburen,” dedi abim. “Gelirsen gel, sen de.” “Dedim ya, yorgunum. Bensiz devam edin. İyi geceler.” Yeniden arkamı dönüp merdiveni ikişer ikişer çıktım. Abimse aynı şekilde seslenmişti arkamdan, “İyi geceler.” Odam, merdivenin tam karşısındaydı. Bu yüzden üst basamağa ayak bastığımda çok yürümeden karşıma çıkan ilk kapıdan içeri girdim. Cam açıktı. Hilal formundaki ayın ışığı odayı aydınlatmak konusunda yetersizdi ancak bağışladığı loş ortam, yapay ışığa duyacağım ihtiyacı yarı yarıya yok ediyordu. Bu yüzden ışığı açmadım. Açık kapıyı arkamdan kapattım. Önce ceketimi, ardından tasma misali soluklarımı sınırlandıran kravatı çıkartıp gelişigüzel bir halde yatağımın üstüne attım. Çalışma sandalyesini çekip düşercesine oturdum. Al yazma ile üstünü kapattığım tuval, tam önümdeydi. İçeriye dalan sonbahar esintisi, yazmanın açısını kaydırmış ve tuvalin birazını açıkta bırakmıştı. Uzandım ve kaymış olan yazmayı tamamen kenara çekip tuvali açığa çıkarttım. Maral ile tanışma resmimizin daha çok başındaydım. Henüz sadece uçurumun hatlarını çizebilmiştim. Acelem yoktu. Yetiştirmem gereken önemli işlerim yoktu. Onur haklıydı. Amcasının işi yoktu, amcasının mesleği yoktu ki. Zamanım boldu yani. Yavaşça çizecektim. Resmin özensiz olmasını istemiyordum. Çizdiklerim, Maral’ın etrafa yaydığı büyüyle bütünleşsin istiyordum. Maral. Yüzüğümün sahibi. Onu aklıma getirdiğim anda parmağımdaki kesik sızlamaya başlamıştı. Ya da hep sızlıyordu da onu aklıma getirdiğimde fark etmiştim bunu. Bilmiyorum. Tuvalin kenarındaki taş rafta duran krem boya şişelerine baktım uzun uzun. Belki de resme kendimden de bir şeyler katmalıydım. Aceleci davrandım. Yazmayı ceketimin üzerine attım. Boş olan krem boya şişelerinden birini aldım. Ağzındaki mantar tıpayı çıkarttım. Başparmağımın etrafına sardığım siyah peçeteyi açtım. Kesik kanamıyordu. Fakat şu anda, kanaması için onu teşvik etmem lazımdı. Çalışma masasının gözlerini hızla karıştırırken elime bir maket bıçağı çarptı. Düşünmedim. Maket bıçağı ile başparmağımın kesiğini derinleştirdim. Kesikle birlikte acı da derinleşti. Eh, önemli değildi. Restorandayken durdurmak istediğim kanı, artık, akıtmak istiyordum. Diğer elimle yaraya bastırdım. Daha çok kan akıttım. Sonrasında kanı, boş krem boya şişesine doğru akıtmaya devam ettim. Parmağımdan düşen kan damlaları, usul usul akarak krem boya şişesinde birikiyorken gözlerimi yumdum. İyiyim diyordum. Hiç de iyi değildim. Çizdiğim resimde, Maral’ın al yazmasını kendi kanımla boyamaya karar verdiğimden beri hiç de iyi hissetmiyordum. Gözlerimi yummamın artından çok uzun sürmemişti. Zihnim, Maral’ın beni öptüğü anı yeniden kadraja getirdi. Parfümünün aromasını yeni yeni fark etmem ilginçti. Dudaklarının tüy kadar yumuşak olan dokunuşu gülümsetiyordu. Enseme temas eden parmağındaki bakır yüzük, tamamen bitap düşmüş dengemi yıkıyordu. Başkaları tarafından yönlendiriliyormuş gibi yanağıma, onun öptüğü yere dokundum. Elime bulaşan belli belirsiz rujun silik izine baktım. Parmağımdaki kan aheste aheste şişenin içine aktı. Şişedeki kırmızın düşleri ise saftı. Şişedeki kırmızının düşleri, Maral Ağcı’ydı. Instagram: hayalrafya |
0% |