@hayalrafya
|
İnsanlar ve istekler. Bu iki kavramı birbirinden ayırmak güçtü. Etle tırnak misali, onlar bir aradayken bütündü. İsteklerimiz, kim olduğumuzu belirliyordu bence. Bizi tanımlıyorlardı. Onlara erişmek için yaptıklarımız ve yapacaklarımız, göze aldıklarımız ve göze alacaklarımızdı kimliğimizi oluşturan. Şu hayatta istediğim üç şey vardı. Birincisi herhangi bir konuda kayda değer bir başarı elde edebilmekti. İkincisi, bana adımı unutturacak raddede âşık olabilmekti. Ve üçüncüsü ise ailemle sakin bir kahvaltı edebilmekti. Kötü bir durum yoktu. Sanırım bu istekler, kimliğim iyi olan insanlar sınıfına yerleştirmeye yeterdi. Peki ya isteklere sırt çevirmek? Hemen şimdi, kahvaltı saatinden kesinlikle emindim. Eğer oturduğumda sofrada az konuşmayı başarabilirsem ailemle sakin ve güzel bir kahvaltı da yapabilirdim. İsteklerimden bir tanesi gerçekliğe kavuşmuş olurdu. Ancak ben bu fırsatı elimin tersiyle savuşturuyordum. Kimliğimin iyiliğine zarar vermek pahasına, savuşturmak zorundaydım. Ne kadar reddedilirsem edileyim pes etmeden iş bulma arayışlarını sürdürüyordum. Bu nedenle -vakti zamanında- birçok şirkete neredeyse aynı anda başvuru yapmıştım. Şirketlerde biri bu sabah bilgilendirme maili atmıştı. Mülakata çağırıyorlardı. Mardin’e yani bir şubesini açan ünlü bir fotoğraf stüdyosuydu beni mülakata kabul eden. Son anda haber vermişlerdi. Eğer odamdan çıkıp aşağı inecek olursam, Büyük Hanım memnun olmasa dahi kahvaltı yapmadan konaktan dışarı adım atmama izin vermezdi. Sırf bunun için; bir şeyleri başarma isteğim, aile kahvaltısı isteğime göre daha baskın kaldığı için aşağı inmeden konaktan çıkmam gerekiyordu. O çok istediğim aile kahvaltısına katılmamam gerekiyordu. Uzun lafın kısası, bu uğurda tehlikeli bir planım vardı. Aynada kendimi kontrol ettim. Düzgün bir kıyafet giymiş, saçlarımı özenle taramıştım. Çalışkan bir görünüme kavuşmak için abimin eski gözlüğünü de takmıştım. Gözlükler görüşümü bulanıklaştırsa da sorun değildi. İdare edebilirdim. Sol ayak bileğimi test ettim. Rahat hareket ettirebiliyordum. Daha iyi durumdaydı. Yara bandıyla sıkıca sardığım başparmağımdaki kesiği kontrol ettim. Sorunsuzdu. Odaya göz gezdirdim. Tuvali sakladığım al yazma. Diğer boyaların arasına gizlediğim kan dolu krem boya şişesi. Odama ansızın girilmesine karşın hiçbiri göze çarpmıyordu. Her ayrıntı tamamdı. Ben tamamdım. Gitmeye hazırdım. Yatağın köşesine oturdum. Suç ortağımın gelmesini bekledim. Tehlikeli planım iki kişilikti. Saate baktım. Mülakata kırk dakikadan az kalmıştı. “Neredesin ya?” diye kendi kendime sorduğum anda odanın kapısı üç defa tıklatıldı. Ve sessizlik. İki defa tıklatıldı. Ve sessizlik. Bir defa tıklatıldı. Ve sessizlik. Bu şifreli vuruşlar ortağıma aitti. Gülümsedim. Kapıyı açtım. Gelene baktım. “Onur.” “Amca.” “Dediklerimi yaptın mı?” “Merak etme, amca. Yaptım. Operasyonda hiçbir sorun çıkmadı. Ama sende bir sorun var gibi.” “O ne demek?” “Gözlük hiç yakışmamış. Çok çirkinsin, amca.” “Geç içeri, Onur.” Onur odaya girsin diye kenara çekildim. Hızla içeri geçti. Hemen arkasından taş koridora bakındım. Kimseler yoktu. Sakince kapıyı kapatıp yeğenimin komutlarımı yerine getirip getirmediğinden emin oldum. “Tüm malzemeyi tedarik ettin yani?” “Evet,” dedi gururla. “Neredeler?” “Çantamın içine koydum,” hafifçe yan dönerek sırt çantasını gösterdi. “Okula gittiğimi sansınlar diye.” “Okula gitmek yerine buraya geldin ama.” “Evet.” Sıkıntılı bir nefes çektim ciğerlerime. Evrenin en berbat amcası ben olmalıydım. Vicdanım hiç rahat değildi ancak iş görüşmesine, o mülakata gitmeyi delicesine istiyordum. Ah, insanlar ve istekler. “Bu işlerle zihnini bulandırdığım için çok üzgünüm, Onur.” “Üzülme, amca,” dedi. Küçük parmaklarıyla omzumu sıktı. “Zihnim bu işler için çalışıyor zaten.” Bin bir defa pişmandım. Son pişmanlık harbiden fayda etmiyormuş. “Abim beni öldürecek.” Kendi kendime konuşmuştum aslında. Yine de Onur cevap verdi. “Öldürmez,” dedi. “Bilgisayarını kırdığımda beni öldürmemişti.” “Babanın bilgisayarını mı kırdın?” “Evet.” “Neden?” “Deney yapıyordum, amca. Bilirsin. Babam, bilime önem veren bir insan.” Bilgisayar kırmak neyse de, bu yaptığımızın bilimle alakasının olmadığını açıklamadım ona. Acelem vardı. Ve resmen Onur’u kullanıyordum. Onu lunaparka götüreceğime, bu yaptığımı telafi edeceğime dair kendi kendime söz verdim. Ajan gibi değil, normal bir çocuk gibi vakit geçirmesini sağlayacağıma dair söz verdim. “Tamam. Göster bakalım şunları bana.” Sevgili yeğenim, heyecanı bol işlerde uslu bir çocuğa dönüşüyordu. Yine uslu bir çocuğa dönüşmüştü ve tam da dediğimi yaptı. Sırt çantasını yere koydu. Fermuarını açtı. İçeriye yerleştirdiği onlarca çarşafı teker teker bana verdi. “Mükemmel,” dedim çarşaflara bakıyorken. “Evet, mükemmel bir iş çıkarttım,” sözleriyle onaylamıştı beni. Sonrasında epey soluk renkli üç çarşafı işaret etti. “Ama Büyük Hanım’ın çarşafları naftalin kokuyor.” Pekâlâ, uslu çocukların bile kusuru olurdu, değil mi? Onur’un kusuru da buydu işte. Yapma denileni yapmak. Bazen bunu unutuyordum. “Aman Onur ya. Büyük Hanım’ın çarşaflarını neden aldın?” bir rahatsızlık, şemsiye açmıştı başımda. “Bulabildiğim tüm çarşafları getirmemi söyledin çünkü.” Evet, söylemiştim de bu cümlenin devamı vardı. ‘Bulabildiğin tüm çarşafları getir. Büyük Hanımınkiler hariç.” Konunun üstünde durmadım. Olan olmuştu artık. “Her neyse.” Yeniden yatağın kenarına oturdum. Çarşafları -sıkıca- birbirine bağlamaya koyuldum. Bu esnada Onur, pür dikkat beni izliyordu. “Söyle bakalım, bunları aldığında bir gören oldu mu?” “Kimse beni görmedi ama ben onları gördüm.” Duyduğum çelişkiye karşılık olarak kaşlarım çatılmıştı. “Nasıl başardın bunu?” “Çocuk olmanın birkaç faydası var, amca.” “Onur…” başımı özlemle iki yana salladım. “Senin yaşında olmak isterdim.” “Emin misin? Benim yaşımdakiler okula gidiyor, amca.” “Tamam. Bu yaşımla da idare edebilirim.” Çarşaf poşetleri, ayaklarımın dibinde ufak bir dağ oluşturuyorken, “Tut bakalım şunları,” demiş, Onur’u iş yapmaya teşvik etmiştim bir nevi. Poşetleri aldı. Tutmamak için kenara fırlattı. Şaşırmadım. Asla, bir insanın doğasını değiştiremiyordunuz. Kabul, ağaç yaşken eğiliyordu da her konuda değil. “Amca?” Birkaç çarşafı daha -internetten öğrendiğim gemici düğümü yöntemiyle- birbirine bağladım. Sıkı olmalılardı. Düğümlerin açılması riskini göze alamazdım. “Efendim?” “Neden böyle tuhaf şeyler yapıyorsun?” “Hayat zorluyor.” “Anlıyorum.” “Neyi anlıyorsun, merak ettim.” “Hayat, beni de ders çalışmaya zorluyor.” Destek çıkarcasına dizime vurdu. “Aynı gemideyiz.” Sanki dünyanın düz olduğunu kanıtlamış gibi -garip garip- ona baktım. “Korkutuyorsun beni, Onur.” Beni korkutmak hoşuna gitmiş olmalıydı. Kocaman gülümseyerek hissettiği keyfi belirtti ve ben işimi bitirinceye değin bir daha hiç konuşmadık. Zamanla yarışıyordum. Hızlıydım. İki üç dakika gibi bir sürede tüm çarşafları birbirine bağlamayı bitirmiştim. “Tamamdır.” Ayağa kalktım. Uzun, çarşaftan ipin bir ucunu yatağın demir başlığına bağladım. Diğer ucunu da açık camdan aşağı sarkıttım. Onur, gölgem misali takipteydi. “Gerçekten kaçıyorsun yani?” “Evet,” dedim fotoğraf makinesinin ve çektiğim fotoğraflardan oluşan klasör çantasının askılarını boynumdan geçirerek taktım. Camın kenarına oturdum. Ayaklarımı dışarı, boşluğa, sallandırdım. Son defa için dönüp Onur’a baktım. “Ben gittikten sonra yapacaklarını tekrar et, bakalım.” “Çarşafları toplayacağım. Yatağın altına atacağım. Camı kapatacağım. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi kahvaltıya gidip amcam kaçtı diyeceğim.” Avucumu alnıma çarptım. “Hayır, kaçtı değil. Kaçtı demeyeceksin. Amcam odasında yok, erken çıkmış diyeceksin.” Ki mülakatına gideceğim şirket, bilgilendirme mailini son anda atmamış olsaydı sahiden erken çıkabilirdim. “Tamam.” “Kaçtı demek yok. Anladın, değil mi?” “Tamam, yok.” “Onur.” “Tamam dedim, amca.” Gönlüm, yeğenime inanmak istemiyordu. İşin aslına göreyse ona inanmaktan başka çıkar yol görünmüyordu. Mecburen kabullendim. Çarşaflara tutunarak aşağı ineceğim anda hepten cama yaklaşıp bana seslendi. “Amca.” Ona döndüm. Sıkmam için elini uzatıyordu. “Yeşilçam operasyonu kardeşliği.” Boş bulunarak elini sıktım. Sözlerini tekrar ettim. “Yeşilçam operasyonu kardeşliği.” Söylediklerimin anlamsızlığını geç fark etmiştim. “Yeşilçam operasyonu kardeşliği mi?” “Evet. Hani eski filmlerde de böyle kaçıyorlar ya. Çarşaflarla. Ondan.” Kafamı onaylamazca iki yana salladım. “Gerçekten beni korkutuyorsun, Onur.” Alçak tonda gülümsedi. Ben camdan kaçarken odamın derinliklerinde kayboldu. Yeşilçam operasyonu, böylece ve sorunsuzca tamamlanıyordu. * Zamanlama çok önemliydi. Doğru zamanı yakalayabilenler ve bunun farkında olanlar, en imkânsız uğraşların bile üstesinden gelebilirdi. Benim sorunum, zamanla bir türlü anlaşamıyor olmaktı aslında. Ne olursa olsun yanlış zamanlamaya denk gelmeye mahkûm edilmiştim sanki. Telefon aracılığıyla kurduğum alarmlar bile bir şekilde zamanında çalmıyorken elimden ne gelirdi zaten? Bu yüzden otobüs durağına gidip de bineceğim otobüsün beş dakika önce duraktan gittiğini öğrenmek sürpriz olmamıştı benim için. Mülakata yarım saat vardı artık. Lehçiler konağı şehir sınırına yakın bir yerde olduğu için bulunduğum bölgede taksi bulabilmem fazla güçtü. Asfalt kenarında, güneş altında, fotoğraf makinesi ve fotoğraf klasörü çantalarının ağırlığıyla, görmeme engel gözlüklerle birlikte yürüyorken otostop çekmeye çalışmamın nedeni, kısaca, buydu. Şanslıysam bir araba dururdu. Beni şehir merkezine bırakır ve mülakata yetişmemi sağlardı. Şanssızsam -ki gayet de şanssızdım- yarım saat biter ve ben giremediğim mülakatı kaybederek başarısızlık haneme bir artı puan daha eklerdim. Geri geri yürüyorken elimi kaldırdım. Tek tük geçen arabalar tarafından fark edilmeye, onları durdurmaya çalıştım. Fakat kaplumbağa olup yolun ortasına atılsam daha fazla dikkatin merkezi olurdum herhalde. Hiçbir araba benim için durmuyordu. Hiçbir araba benim için durmamıştı. Benim ve için kelimeleriyle başlayan cümlelerin nezdindeki değeri azaldıkça azaldı. Nihayetinde yirmi beş dakika vardı artık. Pes ettim. Kafam öne eğik, öylece, ağır ağır yürüyordum. Umutsuzluk, annemmişçesine şefkatli kanatlarının sıcaklığını üzerimden eksik etmiyordu sağ olsun. Derken yeni bir teker sesi duydum. Ancak dönüp arkama bakmadım. Belli ki gelen araba ona bakmamı istiyordu. Hızının yavaşladığını duyumsadım. Kornaya bastığında ise dayanamadım. Kaşlarımı çatarak eğildim. Yanımda duran arabanın içine, şoföre doğru baktım. Benim yaşlarımda, genç bir adamdı. Suratı asıktı. Üstünden mutsuzluk yağıyordu resmen. “Günaydın,” dedi azarlar gibi. Hiç tanımadığı halde sırf beni azarlamak için durup durmadığını merak etmeme neden olmuştu birden. “Günaydın,” dedim daha yumuşak bir tonda. “Nereye gidiyorsun?” Sanki bir harita belirecekmişçesine uzayıp giden asfalt yola baktım. “Şehir merkezine.” Genç adam, başını arabanın içine binmemi kast edercesine sola doğru büktü. “Atla.” Çatık kaşlarıma şaşkınlık konuyorken gülümsemeden edemedim. “Gerçekten mi?” “Gerçekten tabii. Şaka yapmak için durduğumu mu sandın?” Omuzlarımı silktim. “Belki.” “Ben de şehir merkezine gidiyorum. Oyalanma, arkadaşım. Atla işte. Bırakayım.” Onur’un şansı olabilirdi bu. Peşime takılmış olabilirdi. Belki de bir uğurdu. Yeşilçam operasyonumuzun uğuru. Ne olduğunu daha fazla sorgulamadım. Çantalarımın askılarını başımdan geçirip çıkardım ve arabaya bindim. “Eyvallah.” Genç adam sertçe başını salladı. Teşekkürümü kabul edil tarzı buydu. Genel mizacı sinirliydi galiba. Zorla yaşıyormuş gibi görünüyordu. “Kemerini tak,” dedi pür dikkat yola bakıyorken. “Başıma iş açma.” Kemeri taktım. Çantaları da yere, ayakkabılarımın bitişiğine bıraktım. Sanırım onun karakteri buydu. Karaktere müdahale etmek, sorgulamak ya da eleştirmek gereksiz olurdu. Yardımına minnettar kaldım. Daha fazla yorumda bulunmadım. “Bu saatte seni yollara düşüren ne?” diye sordu. Kayıp duran gözlüğü yukarı doğru itekledim. “İş görüşmesine gidiyorum.” “Mülakata yani?” “Mülakata,” diyerek onayladım. Hâlâ biraz vaktim vardı. “Otobüsü kaçırdım. Buralarda taksi bulmak da çok zor…” Bana sen diye hitap ettiğinden ötürü aynı şekilde hitap ederek sürdürdüm konuşmamı. “Sen durmasaydın ne yapardım hiç bilmiyorum.” “İş görüşmesine geç kalırdın. Bilmeyecek bir şey yok,” dedi. Oldukça sonuç odaklıydı. Mardin yolları, arabanın altından süratle kayıp gidiyorken şehir merkezini işaret eden tabelaların yönünü takip ettik. Ortamı bir sessizlik bürümüştü ve nedensizce konuşma ihtiyacı hissediyordum. “Bu arada Sinan, ben.” Yandan ona baktığım için görmüştüm. Asık yüzü daha çok asıldı sanki. Dikiz aynasına astığı teşbih gerginlikle sallandı ve “Bana ne bundan,” diyerek ters bir cevap verdi. “Anlamadım?” takındığı kabalığı herhangi bir mantık kılıfına koymak güçtü. “Bana ne bundan?” anlamadım dediğimden olsa gerek tekrar etmişti. “Cümleyi ögelerin de ayırayım mı?” Köprüyü geçene kadar bu adama katlanmam gerektiğinin bilincindeydim. Bana yaptığı gibi ters çıkışmadım. “Tanışmak için söylemiştim.” “Bak arkadaşım,” tuttuğu direksiyonu sıktı. “Zor durumdaydın. Seni arabama aldım. Peki, neden?” Nedenini söylesin diye bekledim fakat belli ki motivasyona ihtiyaç duyuyordu. “Sorsana, neden.” “Neden?” diye sordum. Neden tüm bunlar hep beni buluyor? “Çünkü ben iyi bir insanım. Ama iyi bir insan olduğum için herkesle tanışmam gerekmez,” bir anlığına bana baktı. Dinlediğimi teyit etmek istiyordu. “Anlıyorsun ya?” Ben bakışlarına karşılık verene kadar önüne dönmüştü çoktan. Dürüst olmaya karar verdim. Aksini yapamazdım zaten. Mayama uymazdı. “Kusura bakma ya,” dedim. “Ben seni hiç anlayamıyorum.” “Dert değil,” dedi. Bozulmamıştı. Hatta kurduğu ilk sakin dozlu cümle buydu. “Mülakata gidiyorum demiştin, değil mi?” Sonunda normal bir şekilde diyalog kurabileceğimize inandım. “Evet, mülakata gidiyorum.” “İlla ki konuşmak istiyorsan…” kendi tarafındaki camı, benimkiyle birlikte sonuna kadar açtı. “Ki sessiz kalacak bir arkadaşa benzemiyorsun hiç. Sana birkaç mülakat taktiği verebilirim. Ne dersin?” “Hayır demem,” dedim. Bilginin zararı dokunmazdı. Yalnızca… Camdan vuran rüzgâr saçımı bozuyordu fakat ortamdaki dinginliği bölmek istemediğimden susup onu dinledim. “Hayır demezsin,” parmaklarıyla direksiyonu dövdüm. “Ben de öyle düşünmüştüm. Dinle arkadaşım, bir mülakatta konuşmandan önce dış görünüşünle çarparsın insanların gözüne. Sana bakalım.” Baktı. Ancak şehir merkezine yaklaştığımız için kalabalıklaşmaya başlayan yol, dış görünüşümü daha fazla incelemesine müsaade etmedi. “İyi giyindim,” dedim samimiyetle. “İyi giyinmemişsin. İyi giyinmiş sayılırsın. Gözlük kurgu gibi görünüyor. Çıkart. Neden takım elbise giymedin?” “Bana hitap etmiyor.” Çıkarttığım gözlüğü katlayıp ceketimin cebine koydum. Hafif değil, bu defa sertçe vurmuştu direksiyona. “Olay, sana hitap edip etmemesi değil. Dışarıya hitap etmesi…” “Takım elbiselerin dışarıya mı hitap ettiğini söylüyorsun?” “Takım elbiseler, iyi birer hitabet ustalarıdır.” “Tuhafmış.” “Tuhaf gerçekler.” Boştaki eliyle kendi takım elbisesini gösterdi. “Bak bana. Yoksa bu halde çok mutlu olduğumu mu sanıyorsun?” “Hiç mutlu görünmüyorsun.” “Hiç mutlu değilim de ondan.” Onun hislerini çözebilecek yeterlikte değildim. Ancak mutsuzluğunun sebebi yalnızca takım elbiseden kaynaklanıyormuş gibi görünmüyordu. “Bir dahaki sefere parfümü daha az sık, arkadaşım.” Ceketimin yakasını kokladım. “Çok mu olmuş?” “Camlar kapalı olsaydı bayılırdım, emin ol.” Tek kişilik bir gösteri sergiliyormuşçasına konuşuyordu. Söylediklerinin gerçeklik payını ayırt edebilmek, emek sarf edilmesini gerektiriyordu. “Mülakatta önemli olan bir diğer şey ise daima güler yüzlü olman gerektiğidir. Gülümse, sempatik ol, insanları etkile.” Kolay gibiydi. “Bunu yapabilirim.” “Öyle mi? O zaman gülümse bakalım.” Aptal gibi hissettirecek olmasına rağmen gülümsedim. Sonuçta aptal gibi de hissettim. “Yakışmıyor ama idare eder,” dedi. Şehir merkezine girmek üzereydik. Ona biraz daha tahammül edebilirdim sanırım. Sadece biraz daha. “Ve bir diğer önemli şey, iltifat etmektir.” “İltifat etmek mi?” “Tabii. İltifatın gücünü küçümseme sakın. Herkes bilmez bunu ama insanlar iltifatlara âşıktır,” dedi son kelimeyi uzatarak. Bana söylüyordu fakat kendisi uzun uzun konuşmayı bırakmıyordu. “Herkes kendisine iltifat edilmesini ister, arkadaşım. Doğru olmasa bile karşındakine iltifat et.” “Ama bu sahtecilik olur. Sahte davranmak olur.” “İş dünyası budur zaten. Tamamen sahtecilik üzerine kurulmuştur. En doğal sahteler,” elini başının üstüne kadar kaldırarak bir sınır belirledi. “Rütbelerini hızla yükseltir.” Bunlarla birlikte daha birçok önemli noktaya değindi. Sabırla dinledim onu. Can kulağıyla değil, sabırla. Şehir merkezine geldiğimizde arabasından inmek istedim. Lafının yarım kalmaması için beni gideceğim yere kadar götürmekte ısrarcıydı. Kabul ettim. Ne de olsa zamanla yarışıyordum. Nihayetinde fotoğraf stüdyosu tarafından kiralanan iki katlı bir binanın önünde durduk. “Burası mı?” diye sordu. Şaşkındı sanki. “Evet.” “Ciddi ciddi burası yani?” “Evet.” “Bu şirkete başvuranların mülakatını ben yapıyorum. Biliyor muydun?” “Dur bir dakika. Sen… Ne?” “Maalesef öyle. Az önce sana söylediğim taktikleri kullanmaya kalkışma sakın.” Uzanıp kemerimi açtı. Bakışlarıyla beni arabasından kovdu. “Taktiklerin hiçbiri bana işlemez.” “Ben…” “Sen, in arkadaşım arabadan.” * Bir ağacın altına oturmuş, sırtımı gövdesine yaslamıştım. Ağacın yapraklarla ağırlaşan dalı yere doğru sarkıyor, adeta bir şemsiye görüntüsü sunuyordu. Dalların arasına gizlenmiş bir de küçük, beyaz kanatlı bir kelebek vardı. Dakikalardır hareket etmiyordu. Esen rüzgâr, onu uçmaya teşvik ediyorken bile kıpırdamıyordu. Sanki benim için bekliyordu. Benim için. Fotoğraf makinesinin lensini ayarladım. Doğru açıyı yakalamak için epey uğraştım. Ellerim titremesin diye nefesimi tuttum ve deklanşöre bastım. Hemen sonra kelebek uçarak kayıplara karışmıştı. Yine de fotoğrafını geride bıraktı. Önemsiz koleksiyonumda, artık, kelebek fotoğrafı da vardı. Mülakatın bitmesinin üzerinden yaklaşık olarak bir buçuk saat geçmişti. Şirketten çıktığımda başımı öne eğmiş, düşünmeden yürümüştüm. Yolu takip edip durmuştum. Ta ki yoruluncaya kadar… Yorulduğumu hissettiğimde bu ağaç çıkmıştı karşıma. Yapacak daha iyi bir uğraşım olmadığından burada öylece oturmak fazla cazip bir fikirdi. Fikre kapılmamak elde değildi. Fotoğraf makinesini -yeniden- çantasına koydum. Başımın arkasını ağacın gövdesine yasladım. Doğruca karşıya, ucu bucağı görünmeyen tarlaya baktım. Mülakatın nasıl geçtiğini bilmiyordum. Sorulan her soruya makul bir yanıt vermek için uğraşmıştım. Lakin yanıtlarımın tatmin edici olup olmadığı meçhuldü. Biz sizi arayacağız, demişlerdi. Aramayacaklardı. Hiçbir zaman aramazlardı. Yine olmamıştı. Yapamamıştım. “Keşke kahvaltıya katılsaydım,” dedim kendi kendime ve telefonum çalmaya başladı birden. Pek sık aranan bir insan değildim. Yalnızca abim arardı. O da bu saatte değil. Cebimden çıkarttığım telefonun ekranına baktım. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Aramayı -merakla- cevapladım. “Alo?” “Sinan,” dedi ince tonlu, fazlaca yumuşak olan bir ses. Bu sesi gayet iyi tanıyordum. Duyduğum her saniyede gülümsemek istiyordum. Sırtımı dikleştirip boğazımı temizledim. “Maral.” “Nasılsın?” “İyiyim,” dedim. İyiden uzakta, bomboştu hislerim. Fakat bunu bilmesine gerek yoktu. “Sen nasılsın?” “İyiyim ben de,” dedi. Tereddütle duraksadı. “Seni düşünüyordum.” Ciğerlerime nefes çekemedim sanki. Zira ben, Sinan Lehçiler, birilerinin düşüncelerinde yer alacak kıymette bir insan değildim. Öte yandan, dünkü yemekten sonra ben de Maral’ı düşünmüştüm uzun uzun. Düşüncelerimiz karşılıklıymış meğer. Sadece o, ilk arayan olacak kadar daha cesaretli bir yapıya sahipti. “Sahi mi?” diye sordum. Yanağım, umutsuzca kaşındı. “Dün,” dedi. “Şeyden sonra…” parça parça konuşuyordu. Yine de bahsettiği şeyi anlamıştım. “Endişelendim işte.” “Anladım. Ben, iyiyim. Gerçekten.” “İyi olmana sevindim. Baksana…” “Efendim?” “Müsait misin?” Ah, müsait olduğum günler toplansaydı eğer, yeni bir takvim yapılırdı. “Ne zaman?” “Şimdi mesela. Müsait misin?” “Müsaidim tabii. Ne oldu?” Saçma sapan konuşuyordum. Pek yakında evlenecektik. Beni araması için illa ki bir şey olmuş olması gerekmezdi. “Sadece,” dedi söylediklerimi kabullenerek. Saçma sapan konuşmuyormuşum gibi karşılık verdi bana. “Seni görmek işitiyordum. Vakit geçiririz. Sohbet ederiz. Buluşalım mı?” Yutkundum. Kendimi bunların doğal, normal ve sıradan olaylar olduğuna ikna etmeye çalıştım. İkna olmamıştım ancak yine de, “İyi olurdu,” diyerek Maral’ı yanıtladım. “Bu, evet demek sanırım?” Dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrılırken başımı yeniden ağaca yasladım. Ama bu defa biraz sert davranmış olmalıydım ki boynumu acıttım. Tüm acıma rağmen acısızmış gibi, “Evet,” dedim müstakbel karıma. “Tamam. Nerede buluşuyoruz?” “Çarşıda 1980 adında bir mekân var. Biliyor musun?” “Hayır, ilk defa duyuyorum.” Hata bendeydi. İstanbul’dan yeni gelmiş birisinin buradaki mekânları tanıması anlamsız olurdu zaten. “Çarşıya gittiğinde kime sorarsan gösterir.” “Pekâlâ, sorarım. Nasıl bir yer burası, kafe falan mı?” “Hayır, muhallebici.” “Muhallebici mi?” “Muhallebici.” Hatta kısa bir sessizlik yaşandı. “Sinan.” “Maral.” “Ciddi ciddi muhallebici de mi buluşacağız?” “Evet, istemez misin?” “Şaka mı yapıyorsun, isterim tabii ki.” Heyecanla iç çektiğini duydum. “Eskilerin yaptığı gibi.” “Eskilerin yaptığı gibi.” “Tamam. On dakikaya çıkıyoruz o zaman.” “Tamam,” dedi. Anlamlandıramaz bir ifadeyle çevreye bakındım. “Ben de nerede olduğumu çözdükten sonra gelebilirim herhalde.” “Nasıl yani? Nerede olduğunu bilmiyor musun?” “Pek sayılmaz.” “Teknoloji çağında kayıp mı oldun, Sinan?” diye sordu. İnanamamıştı. Ne diyebilirdim ki, yaşadıklarımın özeti zaten inanılmazlıktı. “Galiba kayboldum,” dedim. “Ama halledeceğim.” Çantalarımı toplayıp ayağa kalktım. “Muhallebicide görüşürüz.” “Muhallebicide görüşürüz,” dedi ve arama sonlandı. Telefondan haritalar uygulamasına girerek bulunduğum yeri öğrenmeye çalıştım. Maral Ağcı ile buluşmak. Mülakatı kaybetmiş olsam dahi bu fikir bile mutlu ediyordu. Mülakatın yasını siliyordu. Maral Ağcı ile buluşmak. Gülümsedim ve internet paketimin bittiğini öğrenerek haritalar uygulamasına giremedim. “Aman ne güzel!” * Nerede olduğumu öğrenebildiğimde on dakika geçmişti. Zar zor bulabildiğim bir otobüsle çarşıya kadar gitmiştim. Çarşının kalabalığında ise yarısı hızlı yarısı koşar adımlarla 1980’e kadar ilerledim. Dükkândan içeri adımladım. Kapının üstüne monte dilmiş zil, geldiğimi duyurdu. Tamamen içeri girdiğimde neredeyse düşüyordum. Masalara tutundum. Maral, duvar kenarındaki bir masaya oturmuştu. Telefonuna bakıyordu. Kapı üstündeki zilin sesini duyduğunda başını kaldırdı. Göz göze geldik. Aynı anda gülümsedik. “Maral,” dedim nefes nefese yanına yaklaşıyorken. “Sinan,” yorgunluktan titreyen kollarımı destek olmak için tuttu. “Ne bu halin?” Ne sen sor ne de ben söyleyeyim. Fakat sormuştu. Ben de söyledim. “Koştum,” dedim. Tekleyerek ifade ediyordum kendimi. “Geç kalmamak için koştum. Çok beklettim mi? Çok bekledin mi, Maral?” “Sakin ol,” dedi gülen gözlerle. Parmaklarını hafifçe büktü. Tuttuğu yerden kolumu sıktı. “Hayır, çok bekletmedin. Yeni geldim sayılır.” Uzandı. Alnıma dökülerek görüş açımı perdeleyen saçlarımı geriye çekti. “Koşmana gerek yoktu.” Şimdiye kadar soluklarımın düzene girmiş olması gerekirdi. Ancak Maral saçlarıma dokunduğu için halim hiç değişmedi. “Otursana,” dedim çabucak. “Ayakta kalma.” Kolumu bıraktı. Biraz önce kalktığı ufak, ahşap sandalyeye oturdu. Tam karşısına geçtim. Sandalyelerle aynı ufaklıkta olan daire formlu masa iki kişilik olduğu için kamera ve fotoğraf klasörü çantamı yere bıraktım. “Nasıl, kolay buldun mu?” “Evet. Epey popüler bir muhallebiciymiş zaten.” “Öyledir.” Bir süre sustuk. Dükkânın eski yapısına ilk defa görüyormuş gibi baktım. Masaya serilmiş tozpembe örtüyü inceledim. Örtünün tam ortasına koyulmuş cam vazoyu ve içindeki tek bir papatyayı seyrettim. Maral’ın burnuma vuran parfüm kokusuna odaklanmamayı denedim. “Çok şirin bir mekân,” dedi hemen sonra. “Nostaljik.” Başımı salladım. “Burayı sevmemin nedenlerinden biri…” “Sinan,” dedi kalın tonlu bir başka ses. Bakışlarımı Maral’ın güzel yüzünden ayırdım. Yanımıza gelmiş olan yaşlı adama baktım. “Sami Dayı.” Ayağa kalktım. Sarıldık. Burası onun mekânıydı. Eh, esaslı bir müdavim olduğum için de aramızda az biraz samimiyet vardı. “Hoş geldin, oğlum.” “Hoş buldum.” “Bu güzel hanım kız, kim?” Yönümü Maral’a çevirdim. İlgiyle bizi izliyor, cevabımı bekliyordu. Hanım kız, kim? Berdel aracılığıyla zorla evleneceğim kişi mi? Doğruydu. Ancak hislerim ve parmağındaki yakut yüzüğü izleyen bilincim başka bir cevaba tutulmuştu. Henüz nişanlanmamış olsak bile, “Nişanlım,” dedim irdelemeden. Aksi takdirde nişanlım demekten vazgeçerdim herhalde. “Nişanlım, Maral.” “Öyle mi?” dedi Sami Dayı, ağır ağır. “Çok memnun oldum, kızım. Allah mesut etsin.” “Teşekkürler, efendim.” Sami Dayı, neden bundan daha yeni haberim oluyor dercesine sırtıma vurdu. Neyse ki sitemini sesli bir şekilde dile getirmemişti. “Verdiniz mi siparişleri?” diye sordu. Evet, bu soru daha güvenliydi. “Hayır,” dedi Maral. “Ben, Sinan’ı bekledim.” Yerime yeniden oturuyorken omuz silktim. “Ben de yeni geldim.” “Tamam. Bana bırakın o zaman.” Ona bıraktık. Şefin özel tariflerinden birini getireceğine şüphem yoktu. “Sami Dayı ve sen,” dedi Maral. Atkuyruğu seklinde bağladığı saç tutamlarını işaret parmağına sarıyordu. “Epey samimisiniz.” “Lisedeyken arkadaşlarla toplanıp sık sık buraya gelirdik,” diye açıkladım. “Zamanla Sami Dayı’yla dost olduk. Zaten bir o değil. Civardaki esnafın çoğu beni tanır.” “Çoğu esnafla da arkadaşlarınla gittiğin zamanlarda mı tanıştın?” Tozpembe masa örtüsünün kenarını katlamakla meşgul oldum. “Öyle sayılır.” Öte yandan Maral, bugün fazla meraklıydı. “Peki, nasıl arkadaşlar bunlar?” “Erkek arkadaşlar.” “Belki bir gün, beni erkek arkadaşlarınla tanıştırırsın,” dedi. Bu bir öneriden ziyade teklifti. “Bir gün,” dedim. “Tanıştırırım tabii,” “Ben de seni benimkilerle tanıştırırım,” dedi hevesle. “Erkek arkadaşlarınla mı?” “Kız arkadaşlarımla,” saçını parmağına sarmayı bıraktı. “Pek fazla erkek arkadaşım yok.” “Anladım.” Maral Ağcı, harbiden hayatıma giriyordu. Hatta şimdiden yerleşmeye başlamıştı. “Sinan?” “Hım?” “Sahiden iyisin, değil mi?” “İyiyim,” dedim duman grisi irislerine bakarak. Söylediklerime kansın istediğim için. “Sahiden.” “Dün, beni biraz korkutmuş olabilirsin.” Çekinmeyi geçici olarak rafa kaldırdım. Ona bir nevi kendimi anlattım. “Bunun için üzgünüm.” Sandalyeyi biraz daha çekerek masaya ve ona yaklaştım. “Bak ben… Ben böyle şeylere pek alışkın değilim, Maral.” Ben böyle şeylere alışkın olmamaktan çok yabancıydım aslında. “Nasıl şeylere?” Belli belirsiz, yanağıma dokundum. “Öpülmek gibi şeylere.” Durdu. Düşündü. Dişlerini göstererek gülümsedi. “Tamam. Sen alışıncaya kadar haber veririm ben de.” İstemsizce alnımı kırıştırdım. “Haber mi?” “Haber,” dedi. “Sen alışıncaya kadar seni öpmeden önce sana haber veririm, Sinan.” Kulaklarım yavaştan ısınıyorken derin derin bakıyordu bana. Gözlerindeki is dokusu, hücum ediyordu duygularıma. Ve “Evet,” diyen Sami Dayı tarafından aramızdaki derinliğin sıkı bağları gevşedi. “Bakın bakalım beğenecek misiniz?” İki adet -özellikle eskitildiği belli olan- kâseyi önümüze bıraktı. Ek olarak, büyük bardaklarda -içine tane yaprağı koyulmuş- limonata da getirmişti. “Sağ ol, Sami Dayı,” dedim. “Teşekkür ederiz,” diyen Maral’da bana katıldığını belirtti. Kâğıt torbanın içinde gelen tatlı kaşığını çıkarttım. Limonataya koyulduğu gibi muhallebinin üstüne de nane yaprağı bırakılmıştı. Kaşığı tatlıya daldırdım ve ilk lokmayı aldım. Anında yoğun, keskin ve lezzetli bir aroma çarpmıştı damağıma. “Damla sakızı,” dedim mırıltıyla. “Fena lezzetli,” diye Maral’sa üçüncü lokmayı alıyordu. “Sinan, bu hayatımda yediğim en güzel tatlı resmen.” Limonatadan bir yudum içtim. “Normalde muhallebi seven biri misindir?” “Asla,” dedi tatlıyı kaşıklamaya ara vermeden. “Sütlü tatlılardan hiç hoşlanmam. Ama bu…” gözlerini yumup başını salladı. “Aşırı güzelmiş.” Kendiyle ilgili bir şeyler paylaşmış olması, onunla ilgili bir şeyleri merak etmeme sebep oldu. “Favori tatlın ne, peki?” diye sordum. “Hımm,” derken düşündü bir süre. Fakat karar verememiş olacak ki genel bir cevap verdi. “Şerbetli olan tüm tatlılar favorimdir.” “Belirli bir tür yok mu?” “Yok. Ayırt edemem. Ya seninki?” Kaşığa doldurduğum muhallebiyi işaret ettim. “Şu anda benimkini yiyoruz.” Güldü ve ona eşlik ettim. Tırnağının ucunu, beklenti içinde olduğunu düşünmeme mahal verecek şekilde, limonata bardağının kenarına çarptı. “Eee, devam edecek misin?” Anlam veremez bakışlarla ona baktığımda açıkladı. “Bana soru sormaya devam edecek misin?” “Devam edeyim mi?” Muhallebi kaşığına havada, hayali, bir daire çizdirdi. “Seni tanımak istiyorum. Beni tanımak istemiyor musun?” “İstiyorum,” dedim. Aslında önerdiği şey hiç de fena bir fikir gibi gözükmüyordu. “Tamam. En sevdiğin renkle başla.” “Mor,” dedi düşünmeden. “Liderlerin rengi.” “Eh, az biraz lider ruhluyumdur. Seninki ne?” “Limonküfü,” dedim ben de düşünmeden. “Limonküfü mü?” “Evet, limonküfü. Neden şaşırdın?” “Bilmem. Siz erkeklerin sadece ana renkleri bildiğini sanıyordum.” “Hepimizi aynı kefeye koyma, Maral.” Hız kesmeden soru sorma maratonunu sürdürmeye devam etti. Bu defa o sordu, “En sevdiğin dizi?” Heyecanlıydı. Onun heyecanını kırmak istemiyordum. Ancak konakta, televizyon kumandasının nereye koyulduğunu bilmediğim gibi bir de gerçek vardı ortada. “Pek bir şeyler izleyen birisi değilimdir,” dedim. “Sen söyle.” Bir şeyler izlemediğim gerçeği, ona garip gelmemişti. Direkt kendi dizisini söyledi. “How I Met Your Mother.” “O ne?” “Dizi. Yabancı dizi.” “Adını hiç duymadım.” “Olsun,” dedi içtenlikle. “Belki bir gün birlikte izleriz.” Söz konusu bir günler, gittikçe çoğalacak gibiydiler. Ne zaman başıma yıkılacaklarını merak etmeden edemedim. “Pekâlâ, en sevdiğin şarkıyı söyle o zaman.” “Türkü olur mu?” “Türküler de şarkıdır,” avucunu hafifçe masaya vurdu. “Gönder gelsin.” Omuz silktim. “Delalım.” “Vay canına!” “Seninki ne?” “Ben daha çok caz dinliyorum.” “Caz mı?” “Hı-hım, caz. Mesela Louis Armstrog’dan What A Wonderful World. John Coltrane’den Blue Train. Billie Holiday’den I’m a Fool to Want You falan…” Vay canına! Biz bu hikâyenin virgülüne kadar ayrı dünyaların insanlarıydık. “Sen bunları söyledikçe,” dedim. “Dünyada yaşamadığımı düşünmeye başlıyorum, Maral.” “Hiçbirini duymadın mı yani?” “Hiçbirini duymadım.” Uzandı. Parmaklarımın üstüne nazikçe dokundu. “Sinan?” “Hım?” “Evlendikten sonra, dünyayı seninle birlikte yaşamak muhteşem olacak.” Daha fazla soru sormadık. Cevapların kafa karıştırıcı tavrıyla uğraşmadık. Muhallebileri yedik. Limonatalarımızı içtik. Buram buram yirminci yüzyıl kokan bir mekânda, yirmi birinci yüzyıla ait insanlar olarak sessizlik içinde ve karşılıklı oturmaya devam ettik. Ta ki Maral, dikkatini yere bıraktığım çantalara verinceye kadar. “Onlar ne?” Sanki varlıklarını yeni fark ediyormuş gibi çantalarıma baktım. Fotoğraf dolu olan çantanın kimliğini açık etmekten ziyada yalnızca makineden bahsetmekte karar kılmıştım. “Fotoğraf makinesi,” dedim. “Kendi çapımda sanatla uğraşmak için almıştım.” Tatlı kaşığını artık boş olan kâsenin içine bıraktı. “Fotoğrafımı çeker misin?” “Pek profesyonel değilim. Fotoğrafını çekmemi istiyor musun gerçekten?” “İstiyorum tabii.” Bir kez daha, aynı anda gülümsedik. Eğilip fotoğraf makinesini çantadan çıkarttım. Lensi ayarladım. Maral’ın yüzünü kadraja yerleştirdim. Dirseklerini masaya, çenesini de iç içe geçirdiği ellerinin üstüne koyarak poz vermişti çoktan. Çapraz açıyla muhallebiciye giren güneş ışınları, etrafta uçuşan toz zerrecikleriyle birleşirken Maral’ın görüntüsünü hafifçe puslu kılıyordu. Bu dokunuş, onu mekâna aitmiş gibi gösteriyordu. Giydiği pastel renkli kıyafetler, gece karası saçları, duman grisi gözleri, ruhunda barındırdığını düşünmeye başladığım rüzgârgülleri ve tatlı gülümsemesiyle o, sanki hep buradaydı da ben yeni görüyordum yalnızca. Deklanşöre bastım. Çektiğim fotoğraf, yirminci yüzyıldan kaçmış gibi duruyordu. Maral Ağcı, tam karşımda, yirminci yüzyıldan bir kareyi anımsatıyordu. Âşık olduğum yirminci yüzyıldan bir kare. Instagram: hayalrafya |
0% |